Dersim Raporu
Yayına Hazırlayan: İzzeddin Çalışlar
İletişim Yayınları, 2009, 311 sayfa
Geçtiğimiz aylarda çokça tartışılan, devletin önce inkâr ettiği, sonradan aslı ortaya çıkınca da savunduğu Dersim katliamı ile ilgili önemli yazılar ve kitaplar yayımlandı. Örneğin Metin Önal Mengüşoğlu’nun Umran dergisinde yayımlanan “Dersim dört dağ içinde / Gülü bardağ içinde / Dersim’i Hak saklasın / Bir yârim sağ içinde” epigrafı ile başlayan “Bir Başka Dersim Hikâyesi” başlıklı yazısı aykırı ve farklı yazılardan biriydi.
Masum Kanlar
Bilinen Dersim katliamından farklı bir katliama dikkat çeken otobiyografik bir yazıydı bu aynı zamanda. Mazgirt’te Fevzi Çakmak komutanlığında yapılan katliamla ilgili şunları aktarıyordu bu yazı: “Askeri tedbirler dağdakilerle anlaşma ve çözüm üretmekte yetersiz kalınca, sonunda Mareşal Fevzi Çakmak bizzat bir ordu ile kasabaya gelir. Alevi köylerini tek tek boşaltılıp kasabaya taşıtır. Cami avlusuna doldurulan halk yediden yetmişe kurşuna dizilir. Her gün en az bir köy ahalisi böyle bir katliamla ortadan kaldırılır. Nurettin Bey bunları anlatırken, öldürülen babasını çoktan unutmuş, geriye kalanlara seyrettirilen bu korkunç katliamda can veren bebelere, analara, dedelere ağlamaktadır. Zaten babasını hatırlamamaktadır bile. Mareşal, günün birisinde Talat Bey’i huzuruna çağırır ve bir eşkıyayı göstererek: ‘Babanı vuran işte budur, al şu tüfeği onu kendin öldür.’ der. Talat Bey tüfeği yere çarpar ve ‘Ben insan öldüremem’ der. Etraftan birileri bu sefer Nurettin Bey’i tahrik eder. Derler ki: ‘Bu adamlar ile sizin aile arasında kan davası yok mudur? Neden öldürmüyorsunuz babanızın katilini?’ Nurettin Bey: ‘Bizim babamız tek bir adamdı. Onu şu veya bu sebeple öldüren tek bir insandı. Oysa burada topyekûn bir ahali kırılmaktadır. Bizim böyle ilkel bir kan davamız yoktur; o hesabı devlete de değil Allah’a havale etmişiz. Hele böyle yediden yetmişe insanlar kurşuna dizilirken, o masum kanların bir zerresinin bile elimize bulaşmasını istemeyiz.’ der.”
“Kurtuluş Savaşı” komutanlarından Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan, yazarı ve yayım tarihi tam olarak bilinmeyen ancak Jandarma Umum Kumandanlığınca (III. Şube, I. Kısım tarafından), 55058 sayısıyla, “gizli”, “kişiye özel” ve “kayıt altında” sadece 100 adet basılan Dersim Raporu kitabı da tıpkı Metin Önal Mengüşoğlu’unun yazısı gibi Türkiye tarihinin karanlık noktalarından birisi olan Cumhuriyet’in Dersim politikaları hakkında etraflı bir bilgi sunuyor. Bununla birlikte raporun 1933 yılının son çeyreği ile 1934 yılı başlarında yayımlandığı anlaşılıyor. Rapor yayımlandığı sırada Org. İzzettin Çalışlar 2. Ordu Komutanı olarak görev yapmaktadır.
Kitabın yayına hazırlanmasında nasıl bir yol izlendiğini de açıklıyor torun İzzeddin Çalışlar: “Dedemden kalan tarihi belgelerle ilgili önceki yayınlarda olduğu gibi, bu kitap da ilk baskısında aslının aynı ve sadeleştirme yapılmadan yayımlanıyor. Basım hazırlığında, metin sayısal ortama aktarılırken sadece temel yazım hatalarıyla, takibi zorlaştıran noktalama eksikliklerine müdahale edildi. Bu bağlamda yer adları ve yazım farklılıkları da korundu. Bu nedenle okurun bu kitabı editör katkısıyla yayına hazırlanmış bir eser olarak değil, yakın tarihe dair bir belge olarak değerlendirmesi gerekir.”
İki bölüme ayrılan raporun ilk kısmında ‘Dersim Nedir?’ sorusuna etraflı bir yanıt aranıyor. Dersim’in Coğrafî Vaziyeti, Dersim’in Yolları, Dersim’in Suları, Dersim’in Irkî Vaziyeti, Dersim’in Maarif Vaziyeti, Dersim’in Sıhhî Vaziyeti, Dersim’in Askerlik Vaziyeti gibi toplam 13 başlıkta Dersim’in ve bölgenin bir haritası çıkarılıyor.
Raporun en temel özelliği Osmanlı’dan itibaren sorunlu bir bölge olarak görülen Dersim’de yaşanan ayaklanmaları, bunlara karşı girişilen askerî harekâtları, hükümet tarafından alınan önlemleri ve o günlerden raporun yazıldığı tarihe kadar konuyla ilgili olarak hazırlanan raporların hemen hepsini bir araya getirmiş olması.
Dersim’de ve civarında yaşayan aşiretlerin ve üyelerinin ayrıntılı bir içeriğini sunan rapor, “eşkıyayla mücadele” adı altında aslında o günlerden günümüze uzanan bir zihniyeti de ortaya koyuyor: Zorunlu göçten köyleri yakmaya, aşiretleri uçaklarla bombalamaktan adli, kültürel ve ekonomik tedbirlere uzanan; “Türk olduklarını unutan”(!) bölge insanına Türklüklerinin yeniden hatırlatılmasına dayanan yıkıcı, kıyıcı, ulus-devlet inşasına yönelik bir zihniyeti… Dersim’e yönelik çeşitli tarihlerde yapılmış harekâtların askerî planlarını da barındıran bu rapor, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın “Dersimli okşanmakla kazanılmaz!” ifadeleri düşünüldüğünde, bölgede on yıllardır akan kanın kökenlerini anlamak isteyenler için de önemli bir kaynak.
“Milli Varlığa Döndürmek” ya da Türkleştirme Söylemi
Dersim’in coğrafyası, iklimi, akarsuları, mitolojileri yanında yollarının özellikle bir askerî harekâta uygunluğu bakımından tetkik edilen kitabın ‘Irkî Vaziyet’ bölümü devletin Türkleştirme siyasetinin nasıl kurulduğunu ortaya koyuyor. Tarihin derinlikleri içinden derin ırkçı analizler geliştiriliyor. Dersimlilerin brakisefal kafa yapısına sahip oldukları üzerinde duruluyor mesela. Bölge insanın Türk olduğunu ispatlamaya dayalı olduğunu ispat etme amacındaki şu satırların onlarca örneği var kitapta “... Şimdiye kadar verilen izahattan şu neticeye varırız: Plümer mıntıkası aşiret isimleri ve halkının kendi duygusu, şarktan garba intikal hisleriyle Dersim’in aslen Türk olduğu tespit edilebilir.”
Bölüm boyunca bölge insanının Horasan’dan gelmiş olduğunu ileri süren büyük olasılıkla komutan yazar, özellikle yer adlarının köken ve anlamlarıyla yakından ilgileniyor. Zazaların Oğuzların Jazik boyundan olduğu, bunların Cengiz istilası sonucunda batıya göç ettiklerinden hareketle Zazaların Şii Türkler olduğu çıkarımına ulaşıveriyor etnolog komutan yazar. Örneğin Zazaların aslen ve neslen Türklükleri ispatlanırken şunlar yazılıyor:
“Zaza kadını Türkmen kadınları gibi, Yörük kadınları gibi, cinsî temaslara pek düşkündür. Öteden beri taptığı parlak ve bol yıldızlı göklü yaylalarda, ay ışığına karşı neşeli ve şen kahkahalar salan ve boyu içinde kendisine eş arayan Türkmen kadınından Zaza kadınını ayırmak ve bunları aynı neslin kızları sanmamak onları tanımamak olur. Zaza kadını tıpkı Türkmen kadını gibi, evinin işlerini çevirir. Temizliğe Türkmen çadırının temizliği kadar bakar. Karaktere taalluk eden [ait olan] bu ana hatlar, Zazaların Türkmen olduklarını ve filhakika tarihçilerin iddia ettikleri gibi dili yarı Faris yarı Türkçe olan Harezmilerden oldukları ve Kürtlerle çok fazla temas neticesinde, dillerindeki Türk kelimeleri de ya İranileştirdikleri veya unuttukları anlaşılmaktadır.” “Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı, bugün güzel Türkiye’mizde tek bir Sünnî’ye tesadüf etmek imkânı belki de mümkün olamayacaktı. Zira Farisî dili salgını nasıl ki hakanların harimine ve devlet muhaberatına kadar girmişse, bu dilin hemen hemen bir lazımı gayri müfarıkı [olmazsa olmazı] olan Şiilik de onu takip edecekti... Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olaydı, herhalde Dersim’i de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük.”
“(...) İkinci kısım Zazalara yani Alevilere gelince: Bunlarda mezhep ve âdet dili Türkçedir. Ayinlerine iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedirler. Bu mecburiyettendir ki, Alevi Zazalık asırlardan beri ihmal edildiği halde, Türklükten pek de uzaklaşmamış Dersim Alevileri arasında cevap istememek şartıyla Türkçe meram anlatmak mümkündür. Şayanı nazar ve esef olan nokta şudur ki, 20-30 yaşından yukarı yaşlı her fertle Türk dili ile mütekabilen anlaşmak ve dertleşmek mümkün olduğu halde, Türk dili tamamen Zazalaşmakta ve halen 10 yaşından küçük çocuklarda ise Türk diline rastlamak imkânı kalmamaktadır. Bu netice, Dersim Alevi Türklerinin de benliklerini kaybetmeye başladıklarına ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana tesadüf edilemeyeceğine delildir.” Bunun niçin yapıldığını fark etmemek mümkün değil. Çünkü bütün tetkiklerin, sonunda gelip dayandığı yer aynı, benliğini kaybetme hadisesi: Etkisinde kaldıkları komşuların etkisiyle Türkçeyi ve Türklüklerini unutan, öyle üç beş kişi değil epey fazla sayıda insan... Bunun için de “Kanında Türk kanı ekseriyeti bulunan büyük bir halk kütlesini geriye yani milli varlığına doğru çevirmek için hemen ıslahata ve tedbirler almaya başlamak lazım.” kanaatine varılır.
Dersimlilerin Kürtlüğe ‘kaymasının’ arkasında yatan sebeplerden birisi olarak Hamidiye Alaylarını gören raporun yazarı, Cumhuriyet’in diliyle “yüzde 70’i, hissiyle yüzde 20’si Kürtleşmiş bir Dersim’le” karşılaştığının altını çizerek asimilasyon için aslında hâlâ yapılabilecek bir şeyler olduğunu da ifade ediyor: “...Bilhassa Mazgirt, Nazımiye, Plümer, Ovacık, Hozat kazalarındaki nüfusun yüzde 70’i Kürt gibi konuşan ve fakat henüz onun karakterini hazmetmeyen ve kendi akideleri ile onu yenmeye çalışan ve Türk ile Kürt arasında kalmış, şaşkın bir camiadır. Şayanı teessür olan en mühim nokta, Dersim anasının Dersim babasından evvel Kürtleşmeye başlamasıdır. Dersim’i şu suretle mütalâa ettikten sonra, kaybolmak üzere bulunan ve kanında Türk kanı ekseriyeti olan büyük bir halk kütlesini geriye, yani millî varlığına doğru çevirmek için hemen ıslahata ve tedbirler almaya başlamak lazım geldiği kanaatine varılır...” Cumhuriyet için “bir çıbanbaşı” olarak görülen Dersimlilerin zeki, kurnaz ve dessas bir halk olduğu da vurgulanmadan geçilmez tabii. Burada Türklüğü ölçerken bedene musallat olan hastalıklar üzerinden yapılan değerlendirmeler ırkçı yaklaşımın mıntıka temizlik politikasını daha da anlaşılır kılıyor aslında. “Çıban üzerinde kati bir ameliye yapmak ve ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memleket için farzı ayindır” diyen Mülkiye müfettişi Hamdi Bey’in raporu bu açıdan oldukça velut. Gürül gürül akan Türklük propagandasının mektepler vasıtasıyla yaygınlaştırılması sürecinde özellikle Dersim’de yerli memurların azaltılmasına da özel bir vurgu yapar raporlar.
Mutileştirmek İçin Fişleme
‘Dersim’deki Aşiretler’ bölümünde bölgede bulunan tüm aşiretleri tek tek kayıt altına alıyor rapor. Burada hem Dersim’i daha iyi tanımak hem de asayişi berkemal hale getirme amacı gözetilir. Her aşiret için ayrı ayrı açılan ‘Reisler’, ‘Aşiretin Hükümete Karşı Temayülü’, ‘Aşiretin Nüfusu’, ‘Aşiretin Silah Mevcudu’, ‘Aşiretin Diğer Aşiretlerle Münasebeti’, ‘Serveti’ gibi alt başlıklar günümüzde çokça konuştuğumuz ‘fişleme’ meselesinin askerî kültürde gayet eski ve köklü bir gelenek olduğunu gösteriyor. Burada kimi aşiretlere uzun yer ayrılırken kimilerine kısaca değinilip geçiliyor. Bunun altında yatan esas sebep ise Dersim halkının da diğer halklar gibi muti bir vaziyete getirilmesidir.
Raporun ikinci kısmında Osmanlı’dan itibaren Dersim’de yaşanan “asayişsizlik tarihçesi”ni ortaya koyan komutan, öncelikle Osmanlı zamanında Dersim’e düzenlenen dört harekâtı (1907, 1908, 1909, 1916) ayrıntılı olarak aktardıktan sonra Cumhuriyet’in ilanından raporun yazıldığı tarihe kadar geçen sürede bölgeye düzenlenen harekâtlara geçiyor: 1926 Harekâtı (Koç Uşağı Tedibi), 1930 Plümer Hareketi. Nitekim elimizdeki raporun, köylerin yakıldığı, uçakların bombardıman yapmak suretiyle destek verdiği bu harekâtlardan ve sonrasındaki tedbirlerden “kesin netice” elde edilemediği için yazıldığını anlıyoruz: “Bu müddet zarfında Dersim’in ıslahı için zamana göre iyi ve etraflı esaslar düşünülmüş ve fakat maksat ve gaye istihsal olunamamıştır.” Cumhuriyet döneminde devletin Dersim’e nüfuzunun derinleştiğinin altı çizilirken özellikle askere alınmalar ve bakaya durumları üzerinden bir değerlendirme yapılır. 1930-31 yıllarında Dersim’de askere gidenlerin sayısında artış olduğu tespit edildikten sonra şunlar söylenir: “Dersimlileri vatani vazifelerine alıştırmak için bir asırdan beri başlayan gayret ve mesainin ancak Cumhuriyet devrine nasip olduğunu gösterir bir neticedir. Dersimli üzerinde daha dikkatli ve daha esaslı bir surette işlenir ve ordu safları haricinde silah görmeyecek bir vaziyete getirilirse, Dersim’in icabet kabiliyeti en yüksek bir dereceye varabilir.”
Dersimlilerin dinî kimlikleri tanımlanırken özellikle Şiilik üzerinde durulduğu da gözden kaçmıyor. “(...) Şu halde ‘Dersimliler Türk ise niçin dilleri Türk değildir?’ diyenlere karşı, ‘Dersimliler Türktür fakat ana yurtlarında Şiiliğe bulaşmışlar, dillerine yarıya kadar Farisî kelimeler almışlar, uzun müddet İran harsı ve dilinin tesiri altında kalmışlar ve nihayet Selçuk saraylarını istila eden Türk devletinin kuyudatına kadar giren bu dil, Dersimlinin kalbine kadar işlemiş. Kendilerine Şiiliği talim eden seyitleri ve babaları aslen kendi nesillerinden olmadığı için, Kızılbaşlık aleyhtarlığı ile yapılan devlet takipleri, kendilerini büsbütün Türk âlemi ile temastan kestirmiş ve sindirmiş, bu suretle her gün bir az daha Farisî diline yaklaşmışlar ve nihayet yedi sekiz asır içinde, kısmen yine dillerini unutmamaya, hatıralarını ve karakterlerini muhafaza etmeye muvaffak olmuşlardır. Kürt değildirler. Kürtlükle alakaları yoktur. Asılları ve nesilleri Türkmen olan Zazadırlar. Dilleri de Kürtçe değil, Zazacadır’ [denebilir]. Sünni olanlar hakkında ise şunlar söyleniyor: Sünniler devlet tekâliflerini ifa ederler ve hükümete mutidirler.”
Müzmin asiler olarak kodlanan Dersimlileri nusuh yani nasihat ve lütuf ile uslandırmanın mümkün olmadığını işleyen rapor, onların yemin ile verecekleri teminata bile güven duyulmaması gerektiğini telkin eder. Kitapta, dönemin Anadolu Müfettişi Umumisi Müşir Şakir Paşa’nın 1899’da yazdığı raporda ise meselenin temellerine ilişkin şunlar yer alır: “Tedabiri şedide, masarifi külliye ihtiyarı ve birçok adamın itlafı gibi devletçe marzı [rıza ile ilgili] olmayan netayiçten başka bir netice vermez. Bunun için bu sefer de şiddet iltizam olunursa, evvelkileri gibi akim kalacağından şüphe edilmemek lazımdır. Fikrime göre, evvela marazın sebebini tahlil lazım. Sebebi şekavet, fakır ve zarurettir. Ceraimin takipsiz kalması, cehaleti umumiye, itikadatı batıla ve mazannenin [ermiş sanılan] icrayı şekaveti derecei ibahada [mübah] göstermesi ve şu suretle şekavetin nazarı halkta mevaddı adiyeden olduğu telakkisinin uyanması, Dersim derdinin başlıca sebepleridir.” Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya’nın 1931’de yazdığı raporda da ilginç tespitler yer alır: “Bu havali ve buraların hali zati devletlerinin tamamıyla malûmudur. Yalnız maruzatıma bir mukaddime olmak üzere arz etmek istediğim keyfiyet artık Dersim meselesinin kati surette hallinin devletçe, milletçe ve bilhassa hükümetçe tehiri caiz olmayan muzur, tehlikeli ve zaman geçtikçe halli müşkülleşecek ve zararı artacak bir vaziyet almış olmasıdır.”
Çalışmasını ‘ıslah’ın esaslarını ve safhalarını belirterek bitiren raporu yazan komutanın, hangi aşiretten kimlerin, nerelere ve ne suretle sürgün edileceğini belirten lahikası yanı sıra bölgeye düzenlenen bazı harekâtların krokilerini barındırması da rapor kitabın önemini daha da artırıyor. Ayrıca Dersim’in bir koloni gibi ele alınmasını salık veren Türk camiası içinde Kürtlük’ün eritilmesi ondan sonra da tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmasını savunan raporun monolojik söylemi ile yazının girişinde yer alan bir başka Dersim hikâyesi ile birlikte değerlendirilmesi bu politikalardaki süreğenliği çok güzel bir biçimde ortaya koyması nedeniyle de üzerinde durulmaya değer doğrusu.
‘Kurtuluş Savaşı’ komutanlarından Org. İzzettin Çalışlar'ın kitaplığından çıkan ve torunu İzzeddin Çalışlar tarafından gün yüzüne kavuşturulan raporun yakın tarihe bakışta devlet söylemini anlamak bakımından çok önemli veriler içerdiğini belirtmek gerek.