Derin Sükut

Günay Maden Bulut

Herkesin sinirlerinin, gerginliğin doruğunu yaşadığı bu soğuk mekanda, ortak bir suskunluğu yaşamaktadır hastalar ve yakınları. Istırabın en keskin olduğu anlarda, hiçbir tesellinin acı dindirmeyeceği bilinir de, herkesin yüreğinde yumak yumak olan acı; koyu bir yasa bürüyerek göz bebeklerini, umudun tükenişiyle bir türlü gelmeyen beklenenin bekleyişinde uzatır gider zamanı.

Genizleri yakan o kesif koku bir umut kırıntısı olmaktan öte, geçip gitmeyen, bitip tükenmeyen, o tükenmesi gereken vakti bitirmek ve de acıların dineceği umut edilen o büyük buluşmaya dek bir şafak çentiklemektir yalnızca.

Her gün yeni tedavi yöntemleri denenir. Ağrılara bir parça morfin sürülür ki, birazdan dayanılmaz olacak, o derin sancıdan önce bir parça güç toplansın.

Gazetelerde boy boy haberler yayınlanırdı. Domatesin lycopersicum hücresiyle geliştirilen tedavi yöntemleri hakkında.

Hekimler kontrolsüzce büyüyen ve asla engellenemeyen, bir hücreciğin milyonlarca deve dönüşümünü ve erken teşhisin önemini anlatırken TV ekranlarında, ailemizden hiçbirimizin ilgisini bile çekmezdi. İçimizden hiçbirine konduramazdık o amansız canavarın bir gün bedenimizi kemiren hücreleriyle aramıza katılımını.

Babam; yıllarca memleketinde gurbeti yaşamış, annem ise uzun kış gecelerinde sekiz çocuğunun sorumluluğu omuzlarında, tek başına hanemize kol kanat germiş bir kahramandı. Sekiz çocuğu ile fabrikanın bulunduğu ilde barınamayacağını anlayan babam, köyümüzden çokları gibi dört arkadaşıyla bir göz odada kalarak, emeklisine dek çalışıp bizleri helaliyle büyütmeyi başarmış. Ayda bir defa geldiği tatillerinde, dolu filesini, omzundaki bir sopanın ucuna takıp, gururla hanemize girişinde yaşadığımız mutluluğu ve annemin hep bir taze gelin edasıyla babamı karşılayışını nasıl unutabiliriz.

Güçlü, kuvvetli Anadolu kadınıydı annem. Tek başına tarlaları eker, biçer, hayvan besler, yağımızı, sütümüzü, yoğurdumuzu, ekmeğimizi bolca üretirdi. Babamın bıraktığı harçlığa hiç dokunmaz, yağını ve sütünü satarak evimizin diğer eksiklerini de görmeyi başarırdı.

En büyük ağabeyimizin parasız yatılı sınavını kazanıp, imam hatip okuluna gitmesiyle annemin-babamın yaşadığı gururu anlatmaya kelimelerim yetmez. Kasabadan oldukça uzak küçücük köyümüzde, ilk mektepten sonra okuyan yoktu. Ağabeyim kısa yoldan mesleğe atılacak, hem bu dünyasını, hem de ahretini kurtaracakmış diye sevinçlerini dillendirir dururlardı.

Babam her birimizin büyüdükçe çoğalan kaygılarını göz ardı ederek;

- Çocuklar bir büyüsün, rahat edeceğiz evvelallah, hanım, derdi.

Ağabeyimin imamlıkla yetinmeyip, şimdi bir lisenin müdürü olacağını o zamanlar hayal bile edemezlerdi. Kızları okutamadı babam. Ama üç oğlunun üçünü de toplumda hatırı sayılır birer meslek sahibi yapmayı başardı. En son kızım ise ağabeylerinin de desteğiyle doktor yapmayı başardığına hala inanamıyordu.

Bütün çocuklarını evlendirdi. Her birine gücü yettiğince düğün, düzen kurdu babam.

Anneme ise bayramlarda aldığı basmalar dışında bir şey almaya imkanı hiç yetmedi.

Senelerce annem, bir vitrin istedi babamdan. O vitrini koyacak doğru düzgün bir odamız bile yoktu oysa. Derme çatma bir köy eviydi işte yaşayıp gittiğimiz. Alt katı ahşap bir bölmeyle bölünmüştü. Alt katında hayvanlar, üst katında bizler yaşardık.

Babam;

-Çocuklar yuvadan uçup gidiyor teker teker. Elimden her iş geliyor nasılsa, emekli olunca ek bir iş tutarım köyde, maaşım da olacak, güzel bir ev yapacağım sana. Sen evlerin en güzeline layıksın hanım. İçinde vitrini de olacak televizyonu da, derdi ya, annemin içten içe kırgınlığı, sitemleriyle yansırdı babama.

Annem elektrikli bir yayık istemezdi babamdan. Tavana asılı bir ipin ucundaki, ağaçtan oyma koca bir silindirin içine, sabah ayazında koyduğu yoğurdu, en az 1 saat, öteye beriye salladıkça çıkan, ayranın tereyağından kopuş çığlıkları, sabah uykularımızda adeta haydi kalk, haydi kalk, diyen bir ninniye dönüşür, uyku ile uyanıklık arasında tatlı bir melodiyle güneşin ilk ışıklarına göz kırpıştırarak uyandırırdı bizi. Annem tereyağının ısınıp, erimesini engellemek için şafak sökmeden doğal kaynak pınara gider, buz gibi su getirip, yayığın içine katardı ki; pınar başlarında cin ve peri söylentilerinden ürperdiğinden, bildiği bütün duaları okuyarak, su doldurduğunu bilirdik. Ancak o saatte bizim uykumuza kıyamaz, hiç değilse birimizi dahi yanında götürmezdi. Her akşam büyükçe olan ablalarım anneme sabah pınara eşlik etmek için uyandırılmayı tembihlese de o, 'Bütün mahlukat Allah'ın emrinde, O beni korumayacak da siz mi koruyacaksınız?' diye çıkışıp, kendinden emin bir tablo çizerdi. Evdeki suyun, borulardan geçerken ısındığını söyleyen annem, köyde herkesin süte, yağa, yoğurda ihtiyacı olduğunda çalacağı nadir kapılardan biri olduğunu bilir, 'bir gariban doyar, eriyip ziyan olan yağımızla' diye, bizi uyarmadan geçemezdi. Köyde kimin ineği henüz doğurmamış, kimin bebeğinin süte ihtiyacı var bilir, her gün birimizin eline bir bidon tutuşturarak köyün en kenar yerlerine kadar yollarken bizi, 'başımızın gözümüzün sadakası bunlar, yolda ziyan etmeden götürün, oyalanıp geç kalmayın' diye ikaz etmeyi asla ihmal etmezdi. Bu da yetmezmiş gibi tarlaya çalışmaya gidecek gelinlerin bebeklerine bakmak, erkekleri gurbete yollanmış taze gelinlere, ailesi yolculuğa çıkmış genç ve çocuklara, arkadaş olmak görevi, mutlaka sekiz kardeşten birimize annemizce verilir, itiraz bile edemezdik.

Bir çamaşır makinesi istemeyi aklından bile geçirmedi annem. Çoğu kere hayvan otlatmaya giderken bir sepete doldurduğu çamaşırlarımızı güneş ışıklarının raksettiği pırıl pırıl çağlayanın dibinde sabunlayıp, tahta bir gübelle gübelleyerek yıkayıp, kumar ağaççıkları üzerinde kurutur, akşam geri getirirdi. Dere kenarında iki dörtgen taşın arasına ateş yakar, üzerine oturttuğu koca kazanın içinde saatlerce kaynayan beyaz çamaşırlarımız, baharda açan erik çiçekleri kadar beyaz olurdu ki, doğal su ve güneş kokulu çarşaflarda uyumanın, rüyalar görmenin hazzı hafızalarımızdan asla silinemez.

Annem ille de bir vitrin isterdi babamdan. Şaziye Teyzeminki gibi aynalısından olsundu. Ağabeyimin ve sonra da bir bir gelin olup şehre göçen ablalarımın ve torunlarının resmini koysundu içine. Alamancı Mustafa Emmimin getirdiği bakır renkli fincanlarını da dizerdi içine. Bir de kendi elleriyle örüp, süslediği rengarenk heybelerini kapağına asar, göz nuruyla işlediği yaygılarından peçeteler düzerdi. Ve sandığında yıllardır sakladığı zarif ellerinin emeği nice çeyizlerini, vitrininde gözlerin beğenisine sunar, evinde kendine has, estetik tek bir köşesi olabilirdi.

Babamın aylık tatillerinde bıraktığı paraları ve de tere yağ, süt, yumurta satarak kazandığı paralan bile biriktirirdi bunun için. Çoğu kere ağabeylerimin okul harçlıkları yetersiz kalınca annem, babama borç verirdi bu paradan. Babam:

- Hanım söz, emekli ikramiyem senin, ne istersen af, derdi.

Çocuklar birer ikişer şehirlere uçunca gurbet yolu anneme, babama da gözüktü. Çocuklara yakın bir yerden çifti çubuğu satıp, küçük bir ev alalım kendimize, dediler.

Babam, cami dönüşlerinde elinde bir bisküvi ya da şekerlemeyle torunlarını sevindirmeyi yeni bir huzur kaynağı edindi kendine.

Çoğu kere torunlara bakmak görevi de, anneme düştü. Hiç şikayet etmezdi annem. Köyünün tezek kokusunu bile bağrında sakladığından da söz etmezdi kimseye.

Babamın ani sancılarıyla başlayan hastane günlerinde, sessiz bir gölge gibi babamın ardında hastane koridorlarını adımlarken sustuğu gibi, hep susardı.

Sadece, doktor kızının, bir meslektaşıyla tahlil sonuçlarına teşhisi koyduğu gün; torunlarından öğrendiği alfabeyle iri harflerle yazılı ON-KO-LO-Jİ'yi gururla heceleyip, sorgu dolu gözlerle kızına bakarken yüksekçe çıktı sesi.

Ve yalnızca bir anne İle yavrusunun anlaşabileceği o derin sükutta buldu cevabını. Her hafta düzenli seanslarda hiç yalnız bırakmadı babamı. Annem de, babam da her şeyi biliyorlardı.

Babamın omuzlarını gün be gün çökerten o hücreleri durduramamak, kutsallığına saygı duyduğum bilim ve teknolojinin acizliğini haykırırken, beni kahreder, kainatın en küçük zerrelerine dahi hükmeden ve en küçük hücrecikleri dahi yöneten Rabb'e sığındırırdı.

Hiçbirimizin, iyi dilek dileme cesaretinde bile bulunamadığımız hastane koridorlarına ve de yuvamıza keskin bir bıçak gibi saplanan o derin sükut, babamın 'O'ndan geldik, O'na döneceğiz; O'nun yolundan ayrılmayın!' diyerek ince bir tebessümle aramızdan ayrılışına kadar sürdü. Artık acılarımız hıçkırık ve gözyaşına dönüşebilmişti nihayet. İnsanın kaygısızca ağlayabilmesi bile ne büyük nimetmiş meğer.

Vefatının 17. gününde, babamın ahbaplarından, mobilyacı Hayri Usta kapımızı çaldı. Baş sağlığına geldiğini düşünürken, tam da annemin bütün hatıra dolu resimlerini koyabileceği büyüklükte bir vitrin takımını içeri getiriyordu işçiler. Hayri Usta merdivenlerden yukarıya

- "Yahu Suat Efendi mobilyanın parasını ödedin, 20 gündür müsait olup arayamadın mı beni?" diye bağırıyordu.

Birazdan, zarif mekanlar üreten Hayri Usta, göreceli, bitmez tükenmez ihtiyaçlarımıza ve çoğu anlamsız arzu ve ihtiraslarımıza, bir ömrün asla yetmeyeceğini ve de bir gün mutlaka kapımızı çalacak soğuk yüzlü ölümün ince bir çizgiyle yaşamdan ayrıldığını yeni bir sessizlikte soluyacaktı.

Tıpkı babamın hasretine fazlaca dayanamayan annemizi, üç ay sonra babamızın yanı başında huzura bırakıp, onlardan kalan son yadigarımız, baba ocağımızı yenilemek üzere sökerken, oda paravanları arasına sıkıştırılmış onluk bank­notları bulduğumuzda, tüm kardeşlerin buluştuğu hüzün bakışlı suskunlukta olduğu gibi...