Marmara depremi, ülkenin uzun süredir yaşamaktan kanıksadığı siyasal depremin yer üstündeki tezahürü oldu sanki. İçten içe gelişerek kronikleşen problemler bir anlamda gün yüzüne çıktı. Depremin sonuçlarına yönelik değerlendirmeler, muhalefetini kuş dili ile yapmaya alışmış halka bir devlet anlayışını sorgulama fırsatı verdi. Bu yönüyle deprem daha derinlerdeki bu sorunların sanki perdeleyicisi olarak kullanıldı. Ezilmekten sadece enkaz altında kalmayı anlayan müstezaf çoğunluk, onurundan, şahsiyetinden, ahlakından, gırtlağından her gün, her zaman bir şeyleri götüren, ancak yüzyılların verdiği bir maharetle "yavuz hırsız"lığı da pek güzel beceren müstekbir bir azınlık karşısında Godot'yu (ya da Mehdi'yi) beklemekten başka bir tavır geliştirmekten aciz!.
Çünkü tavır sahibi olmak ancak dönüştürme iradesini gösterenlere mahsus bir erdemdir. Dönüştürebilmek için doğru tanımlayabilmek, bunun için ise doğru anlayabilmek gerekiyor elbette. Tabii tüm bu düşünsel mesai ancak fiilen vakıya dahil olmakla mümkün. Neticede bu bütünselliğin bir an önce yakalanabilmesi ve müstezaf çoğunluğun da buna dahil edilebilmesi, öncü bir kimliğe, toplumsal muhalefeti örgütlü hale dönüştürebilmeye ve bu mesaiyi doğru hedeflere yönlendirmeye gelip dayanıyor.
28 Şubat Türkiyesi'nde halkın öncülüğünü yapması gereken (en azından bir zamanlar bu iddiada bulunan) kesimler dar ufukları ve ait olduklarını söyledikleri değerlere olan güvensizlikleri yüzünden tüm performanslarını(!) yüzeydeki politik manevralara harcıyor, siyaseti belirleyen asıl güçlerden ise bihaber akıntıya kapılmış gidiyorlar. Cahili değerlerine cahili bir asabiye ile sahip çıkılan ülke; içine yuvarlandığı "istiğna" durumunda yalnız bırakılıp "dönüşü olmayan bir saate" yaklaşıyorken müstağni kimlikler, ticarette, ilim sahasında, sosyal hayatta, ailede ve nefislerde yerleşiyor, cerahat tutuyor.
Depremi bir tür rehabilitasyon bahanesi olarak, son yıllarda yıpranan sinirlerini teskin malzemesine dönüştürenlerin, söyleyebilecekleri fazlaca birşeyleri olmasa gerek, bazı istatistikleri gevelenmekten mâada... Marmara depreminin sonuçları, bölgenin sorunları vs. hakkında konuşmak, yapılanları, yapılamayanları, gaspedilen hakları, peşkeş çekilen trilyonları ifşa etmek muhakkak çok önemli bir çabadır. Ancak bunun bir adım ötesinde yapılması gerekenler var ki tablo tamamlanabilsin. Biz yukarıdaki tabloyu göz önünde bulundurarak Adapazarı özelinde daha geniş bir açıdan bakmaya çalışacağız.
Yeni Dünya Düzeni denilen ve artık zikretmekten usandığımız düzmecenin dünya genelinde işlediği tezler ve empoze ettiği kuralların TC'ye düşen kısmı; tüm ekonomik ve mali kontrol mekanizmalarını ortadan kaldırarak global (tekelci) sermayenin finansal bahçesi, ucuz hammadde ve işgücü cenneti, Ortadoğu'daki IMF bürosuna dönüştürmeye yönelik programlar olarak somutlaşıyor.
Özal'ın 24 Ocak kararlarıyla başlattığı, liberalizm demogojisi ile yürütülen ve 90'larda özellikle "Dışa açık ekonomi ve özelleştirmeler" çerçevesinin de yoğunlaştırılan talan politikaları bunlar... TC egemenleri 20 sene önce kafalarına geçirilen çuvalın rengi konusunda (kırmızı, yeşil vb.) fırtınalar koparırken makro ekonomik belirleyenler global sermayeye uyum (itaat) mekanizmalarını tek tek devreye sokuyor. Bu sistem üzerinde politikalar halkın taleplerine değil, uluslararası (artık ötesi demek daha olur) tekelci sermayenin çıkar ve taleplerine göre belirleniyor. Hatta bırakın vatandaşın taleplerini ülkelerin dahi pozisyonları bu Global güce gösterdikleri itaat ve hizmete göre şekillenmektedir. Ancak sokağa indiğimizde görüyoruz ki birey bu küresel sömürüden sadece nasibine düşene itiraz ediyor. Zira ideolojik olarak da aynı gücün hegemonyası altında; her gün biraz daha bireycileşiyor, bireycileştikçe sömürü karşısında daha güçsüz kalıyor ve güçsüzlüğünü sömürünün egemenlerine sığınarak (önce itaat ederek, sonra saygı duyarak ve belki bir müddet sonra severek) gidermeye çalışıyor. Korkunç bir paradoks!... Bizimse lafı bu kadar uzatmamızın sebebi Adapazarı ve deprem özeline inmeden önce, kelamımızı bir şikayet ya da haber vermenin daha ötesinde bir yerlere taşıma bu paradoksu tutabildiğimiz yerinden parçalama isteği sadece.
Adapazarı'nda deprem öncesiyle deprem sonrası arasında ekonomik ve sosyal haklar bağlamında bir iyileşme, hatta herhangi bir değişim beklemek pek gerçekçi değil. 'Peki, en azından eskisi gibi olamaz mı?' sorusuna ise verilecek cevap, eskinin de sürekli bir kötüye gitme halinden başka birşey olmadığını hatırlatmak olsa gerek. Deprem öncesinde TZDK Traktör Fabrikası, Tüvasaş Vagon Fabrikası ve Şeker Fabrikası diğer kamu iktisadi kuruluşlarında olduğu gibi gelirleri kamu bankalarında düşük faizle bloke edilip bu mevduatlar özel bankalara peşkeş çekilirken özel bankalardan kendi mevduatlarını yüksek faizle kredi olarak almaya mecbur bırakıldılar ya da yabancı ve özel sermaye karşısında rekabet edemez duruma gelecekleri politikalara terk edildiler. Neticede KİT'ler zarar ediyor çığlıkları altında Adapazarı 18 Ağustos'u karşıladı... Deprem sonrası değişen sadece özelleştirmelerin argümanlarına bir de "zaten ağır hasarlılar" gerekçesi eklenmiş oldu ve trilyonluk tezgahlar çürümeye terk edildi. Deprem öncesinde, Tekellerin Küresel Anayasası olarak adlandırılan M Al (Çok Taraflı Yatırım Anlaşması)'nin ulusal ölçekli kurumlarından olan Serbest Bölge (Free Zane)'nin Adapazarı'nda uygulama alanı bulması söz konusuydu, deprem sonrasında ise yeni şehir bu serbest bölgenin hudutlarında olacak şekilde organize ediliyor. EGS Holding'in Karadeniz sahil bölgesinde 80.000 dönümlük doğa harikası bir arazi üzerinde yapılması planlanan serbest bölge başvurusu Bakanlar Kurulu tarafından 15.12.1998'de kabul edilerek Resmi Gazete'de yayınlanmıştı zaten. Depreme kadar kamuoyuna yoğun bir propaganda ile ne vazgeçilemez bir nimet olduğunu anlattılar. Proje gerçekte ise insanı dehşete düşüren hükümlerle ortaya çıkıyor. Bunlardan bazısı şöyle:
-Fiyat, kolite ve standartlarla ilgili olarak kamu kurum ve kuruluşlarına kanunlarla ve diğer mevzuatla verilen yetkiler serbest bölgelerde uygulanmaz.
-Bu bölgelerde vergi, resim, harç gümrük ve kambiyo mükellefiyetlerine dair mevzuat hükümleri uygulanmaz.
-İşletmeci kuruluşlar ve kullanıcılar yatırım ve üretim safhalarında Bakanlar Kurulu'nca belirlenecek teşviklerden yararlandırılabilir.
-Türkiye'deki tam ve dar mükellef gerçek ve tüzel kişilerin, serbest bölgedeki faaliyetleri dolayısıyla elde ettikleri kazanç ve iratlar, Türkiye'nin diğer yerlerine getirildiğinin kambiyo mevzuatına göre teşviki halinde gelir ve kurumlar vergisinden muaflar.
-Serbest bölgelerde faaliyet gösterecek iş yerlerinde yabana uyruklu yönetici ve vasıflı personel çalıştırılabilir.
-Geçici madde 1. Serbest bölgenin faaliyete geçmesinden itibaren on yıl süreyle 2822 sayılı Kanunun Grev ve Lokavt ile arabuluculuk hükümleri uygulanmaz. (10.3.1993 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan yönetmelikleri.)
Ayrıca Dışişleri Bakanlığı'nca teşvikler ve avantajlar yazısında da; "Serbest bölge faaliyetlerinden elde edilen kazanç ve gelirler hiçbir izne ve vergiye tabi olmaksızın yurtdışına veya Türkiye'ye transfer edilebilir." "Diğer birçok ülkelerdeki serbest bölgelerden farklı olarak, özellikle ekonominin girdi ihtiyacının ucuz ve düzenli olarak temin edilebilmesi açısından Türkiye serbest bölgelerinden Türkiye'ye yönelik mal satışlarına ve takas ticaretine kısıtlama getirilmemiştir." denilmekte. SB'ler hakkında söylenecek daha çok fazla şey var. Bu yazıyı ilgilendiren kısmı ise deprem öncesi Adapazarı'na biçilen Karadeniz Serbest Bölgesi'nin hinterlandı olma rolünün, şu anda da değişmeden devam ettiği. Bu rol SB'ye ve daha doğrusu tekelci sermayeye ucuz yer, işgücü, nakliye, enerji ve hammadde sağlamaktan ibaret. Şu anda yine tarım alanı üzerine kurulmakta olan yeni Adapazarı için yükseltilen; küçük ve orta ölçekli sanayici ve esnafa destek, tarıma teşvik, KİT'lerin kurtarılması, istihdam vs. gibi dilek ve temenniler egemenlerde bir makes bulacağa benzemiyor. Bu yeni binalar yapılmayacak, yollar bir daha asfalt olmayacak, altyapı bitmeyecek anlamına gelmiyor elbette. Bütün bunlar elbette olacak ancak efendiler her şeyi düzene koyduktan ve aciz belediye teşrif ettikten sonra.
Ve belki şehir girişinde şöyle bir tabela asmak gerekecek o zaman.
Adapazarı: Giriş serbest, çıkış grekoromen.