Büşra, sonunda gösterime girdi. Sinema salonunun profili oldukça ilginçti. Filme çok ilgi yoktu. İzleyicilerin büyük kısmını, başları açık kişiler oluşturuyordu; anlaşılan çok merak ediyorlardı. İki başörtülü vardı salonda, onlar da yanımda oturuyorlardı. Başkalarının duyacağını ya da rahatsız olacağını düşünmeden film öncesi konuşuyorlardı; yılsonu balosuna dedesi öldüğü için katılamayacağını söylüyordu biri, diğeri, gömleğinin üzerine arkadaşlarının yazılar yazdığından bahsedip sevgilisinin de yazdığını güle güle anlatıyordu. Filmle ilgili ilk izlenimlerimi online almıştım, film başlayabilirdi.
Teoman’ın “Renkli Rüyalar Oteli” ile giriş yaptı film, karikatürler fon olarak akıyordu. Bu şarkı, kafası bi dünya olan insanları, tüketmekten saflığı yitirmiş, bıkkın, ‘Rayben’li, hayat yorgunu, depresif kişileri çağrıştırır bende. “Sarhoş olsak ya / Tek vücut olsak ya / Yüksek doz aşk alıp / Burada mutlu ölsek ya / Yıllar önceydi / Çok da güzeldi / Şimdi düşününce / Benimsin demiştin ben de senin / Renkli Rüyalar Oteli’nde…” Böyle bir müzik hangi filmi anlatabilir ki deyip, yapıma yine de şans vermeyi denedim.
Dört karakter üzerine kurgulanmış film. İlki, Yaman; Büşra’ya âşık olan “yalnız” yazar. Aslında Nietzsche'nin, Turgenyev'in ve biraz da Heidegger’in İstanbul bayiliğini almış, yapay taşıyıcı modunda bir yazar. Çakma Roleks gibi, kıymetli görünüyor sadece, ama orijinal değil. Piyasa gazetelerinde geçinmek için yazan, motoksikletli, teraslı ve bakımsız bir delikanlı. Yanlış oyuncu. Kırklı yaşlarında biri olsa, Uğur Polat gibi, hiç fena olmazdı. Tayanç Ayaydın, kendisi için XL bir rolü, fazla yapmacık oynamış gibi geliyor.
Alara (Çiğdem Batur); kendini uzak doğu felsefelerine vermiş, ama yemek borusundan aşağı indirmemiş bir kadın. Çağdaş, modern ama içten pazarlıklı. Yaman’ın film boyunca sevgilisi, sonlara doğru ex aşkı.
Ferit (Coşku Cem Akaya); Anadolu kaplanının çakal oğlu. Zenginleşen Anadolu sermayesini ve bu sınıf atlamayı sindiremeyip kendisiyle çelişen muhafazakâr kitleyi tanımlamaya çalışıyor. Bütün konuşmalarını önce ayna önünde yapan, görüntü üzerine yaşayan birisi. Araba, marka takımlar ve çağdaş bir imajın altında, kapalı, yobaz, “ana avrat” küfreden bir karakter. Saadet hanım (Nesime Alış) ile Rahman Bey’in (Hüseyin Özay) oğlu. Hüseyin Özay, Kanal 7’nin ve Samanyolu’nun “sır”lı dizilerinin sık sık kötü rolleri canlandıran kişilerden biri. Ferit’i kadınları dövmenin faziletleri üzerine arkadaşlarıyla sohbet ederken, arabada küfrederken ya da özünün dışına çıkıp hemen günaha girebilecek pozisyonlarda göreceğiz. Filmin tanıtımlarında ondan “ideal koca” olarak bahsedilmesi de ilginç. Ferit’in ailesi Büşra’ya talip, kendisi öylesine.
Büşra (Mine Kılıç); üniversite okumuş, zengin ve muhafazakâr bir ailenin kızı. Film boyunca bir Ipod çocuğu izlenimi verse de yönetmen ve senarist bize onun entelektüel biri olduğunu kabul etmemizi istiyor. Birkaç kelam, 19. yy.’da Avrupa’da vebadan ölen insanlarla barda eğlenen insan görüntüsünün birleştirdiği sahnelerle derinliğini görmemiz bekleniyor. Yüzükoyun yatağa yatıp, başı açık iken, en yakın kız arkadaşı ve sevgilisiyle messenger’daki şirin konuşma görüntüsü daha baskın algılanıyor. Büşra, Hikmet Bey (Mutlu Güney ) ile Melek Hanım’ın (Gülay Deniz) biricik kızı. Gitar çalıyor, arkadaş bulma sorunu var, dünyaya ve siyasal hayata bigane. Gözü kara. Günah, bir teferruat galiba onun için?
Büşra, laik bir gazeteye iş başvurusu yapar ama reddedilir. Burada bir yazarla tanışır, Yaman’la. Olumsuz bir tanışıklıktır bu. Sonra aynı yazarla bir televizyon programında karşılaşır. Yaman, programın bayağılığına meydan okuyup stüdyoyu terk eder, Büşra da arkasından gider; takip eder. Tanışıklık, ilgiye dönüşür ve ilgi de meraka. Merakın da aşka dönüşmesi çok sürmez. Bu süreçten rahatsız olan Alara, Büşra için kötü planlarını uygulamaya koyar. Bir cadı partisine davet edilen Büşra, teklifi geri çevirmez. Kıyafet balosu da olan barda herkes Büşra’nın başörtüsünü kostüm zanneder. Nazi kılıklı adam onun gerçekten başörtülü olduğunu öğrenince cıngar çıkarır, Yaman müdahale eder. Orada sodasına geçici bir süre bilinç kaybına neden olan bir ot atar Alara. Kız kendini kaybeder, kalabalık arasında dans eder, yerlerde sürünür. Yaman, onu eve götürmek için motosikletine bindirir, afişlere yansıyan sarmaş dolaş görüntüler ortaya çıkar. Evin önünde Ferit’le karşılaşırlar. Ferit’le Yaman arasında bir kavga zuhur edecektir, sonraya bırakılır.
Büşra’nın istenme günü gelmiştir. Kız teklifi reddedip, baskılara boyun eğmeyeceğini bastırarak vurgulayıp odasına çekilir. Ferit, bu reddedilmeyi kaldıramaz, Yaman’ın evini basar; yıkılıncaya kadar dövüşürler. Ferit kanlar içinde kalır, Yaman ise siyah elbiseler içinde karizmasından bir şey kaybetmez, rakısını içer. İlginç bir şekilde rakı sofrasına Ferit de katılır, “günahı boynuna” diyerek rakıyı fondip yapar. Sonra Yaman buradan ayrılıp Büşra ile Atatürk heykelinin önünde buluşur, onları üç entel tinerci izlemekte ve herkesi sürpriz bir son beklemektedir.
Filmde “tesettür defilesi” konusu da işlenir. Ferit’le Büşra, bu defilede görüştürülecektir. Podyumun arkasındaki koşturmacanın sonrasında sahneye gelen başörtülü mankenler görünmekte iken bir grup muhalif kadın sloganlar ve dövizlerle defileyi protesto ederler. Güvenlik güçleri müdahale ederken mankenlerin giyindiği yerin brandaları yırtılır ve başında başörtüsü olan bikinili kadınlar görülür. Böylece defilenin nasıl bir aldatmaca olduğu ifade edilir. Yerinde bir eleştiri ama protesto yapan kadınların oraya gelenlerden farklı giyindirilmemeleri bir cehalet gösterisi. Basit.
Hollywood’daki Müslüman imajı nasıl cehaletle doluysa film boyunca Müslümanlarla alakalı büyük bilgisizliklerin yaşandığı gözden kaçmıyor. Yönetmenin ve oyuncuların kendileriyle yapılan röportajlarda ailelerinde ve çevrelerinde başörtülü insanlar olmadığı ve bu kişilerin iç dünyalarını bilmediklerini söylemeleri bunun nedenini gösteriyor sanırım. Adamlar akvaryumda yaşar gibi yaşıyorlar bu ülkede. Beyazıt’ı ev edinip direnen binlerce kadını nasıl görmezler? Bu ülkedeki kadınların %70’i kapalı. Bu kadar büyük bir kitlenin günlük yaşamından haberdar değiller. Film boyunca evlerde geçen sahnelerde, dışarıda başları kapalı olan kadınların başı içeride sürekli açık. Sanki evlerde başörtüsü yasağı var. Yönetmen Alper Çağlar, kendisiyle yapılan röportajda şöyle söylüyor: “Türbanlı bir kız evde nasıl yaşıyor bunu bile tam olarak bilmiyorduk. Mesela türbanlı kız evde ailesiyle yemek yerken türbanını çıkarır mı çıkarmaz mı?” diyor ve sonra tamamen çıkarmaya karar veriyorlar. Ne zavallı bir açıklama böyle. Bu ülkenin odunları bile biliyor, ama bunların dünyadan haberleri yok.
Örtünmeyi yalnızca başı örten bir bez parçası olarak algılayan insanların, başörtülü bir insanı her yere götürmeleri normal. Kız gece vakti erkeklerin dahi tek başına dolaşamayacağı saatlerde birini takip etmek için tek başına yola çıkabiliyor. Barlarda, partilerde vakit geçirip, gece yarısı evine rahatlıkla gidebiliyor. Ama adam akıllı örtünmüş insanlar kadrajın yakınından dahi geçemiyor. Başörtünün yanında iffeti de getireceği, bir zarafetle birlikte ağırlığı da yanında taşıması gerektiğini bilmiyorlar. Büşra (Mine Kılıç) da buna uzak zaten. En yakın arkadaşı mini etekli, çağdaş ve çapkın bir kız olan Selin. Büşra, pasif, tavır almaktan uzak, mıymıntı bir kız. Sözlüsü kendisine simetri olması beklenirken ipsiz, terbiyesiz, psikopatın teki. Yani muhafazakâr olarak algıladıkları camiadan seçtikleri erkek tipi bu kadar.
“Büşra” sinema filmi olmasından evvel, Bahadır Boysal’ın üç yıl önce ürettiği bir çizgi karakter. Orada daha çirkin, esmer ve sinsi. Sadece barlarda değil, daha kuytu yerlere girip çıkan, plajlarda fink atan bir tip. Aşırı dar giyinen rahatsız edici bir karakter. Zaten çizdiği bir karikatürde Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Hanım’ı playboy tavşanına dönüştürmesi bu kişinin art niyetini fazlasıyla ortaya koymaya yetiyor.
“Büşra”, Uzak İhtimal’deki imam ile rahibe aşkındaki saflıktan uzak art niyetli, tuzak bir film. Kız hep “öteki”lerin içine girmeye çalışıyor. Onların gazetelerine, kafelerine, barlarına ve partilerine katılmaya uğraşıyor. Karşı cinse ilk duygusunu açan da o. Yaman’da Büşra’ya doğru en ufak bir taviz, değişim yok. Yaman, onun için gram kendisini değiştirmiyor ama daha iyi bir insan olduğuna inanmamızı istiyor. Büşra’nın kompleksli olamayacak kadar entelektüel gösterilmesi inandırıcı değil; Atatürk heykeli önünde onunla dans etmesi yeterli. Mesut Uçakan olsa, Yaman’ı çoktan Mevlevî dergâhına götürmüştü. Paradokslarla dolup taşan bir film “Büşra”.
Hayatımda gördüğüm en küfürlü yapım. Asla ailecek gidilmemesi gereken, mümkünse hiç görülmemesi gereken bir film. Televizyonda yayınlandığında biplenmekten bir şeyin anlaşılmayacağını da söylemek gerek. Hatta bir sahnede Yaman küfreder, kız “Küfretme, ihlas zikirden önce gelir!” gibi abuk bir cevap verir. Yaman’ın yanıtı ilginçtir: “Küfrettikçe imanım artıyor!” İsmet Özel’in “Küfre yaklaştıkça inancım artıyor.” mısrasından çıkarılan sonuç bu kadar. Sığlık, tahminlerin de altında geziniyor.
Yönetmen Alper Çağlar’ın ilk filmi olan yapımın, başlangıçta, sondan bir kare ile başlaması, ara ara gösterilen ağır çekimleri ve bildik kurmacasıyla vasat bir tekrarlar toplamı olduğu söylenebilir. Hiçbir orijinal çekimi, kurgusu, montajı olmayan film, yönetmen Çağlar’ın vasatlıkta ısrar edeceğinin de ipuçlarını veriyor bize. Daha fazla izlenebilmek için başörtülü bir kızı bir erkekle öpüştürüp sarmaş dolaş gezdirecek kadar haddini bilmez bir yönetmen. “Başörtüsü için mücadele vermiş bir halk, bu görüntülerden rencide olur mu?” diye düşünmeyen bayağı bir insan. Sürpriz son dediysek, söyleyelim de filme gitmeyin: Tinercilerin bacağından yaraladığı Yaman’a kimse yardım etmeyince, Büşra, başörtüsünü çıkarıp oğlanın bacağına bağlar. Herkes başını açtığına şahit olur. Yani, başörtüsü candan kıymetli değildir. 112’yi aramaya, kayışın sarılıp sarılmayacağını düşünmeye gerek yok, “mesaj verilsin yeter” babından bir final düşünülür filme.
Kızın tek bir karede dahi camiye gitmemesi, namaz kılmaması, açık arkadaşı dışında kapalı arkadaşlarından kaçması (filmde gösterilen türbanlı kızlar aslında kendinin aynısı olan tipler), bize olgun, umut verici üç beş adamakıllı cümlenin kurulmaması da filmin eksilerinden. Zaten yetersiz diyaloglar, senaryo hataları ve zayıf karakterlerden mündemiç, düşük oyuncu performansıyla sezonun kötü filmleri arasına başarıyla giriyor “Büşra”.
Alper Çağlar ve Bahadır Özdener bize “aşk”ı anlatıyormuş güya! Tüketim çarkının içinde boğulmuş, gündelik ilişkiler kurbanı olan, makyaj adını verdikleri maskelerin arkasına saklanan, sanrılarının ve zaaflarının peşinde koşan insanlar mı öğretecek bize aşkı?
Bu film için, şu kesimin projesi, şöyle bir toplum mühendisliği ürünü deyip de filmin dar olan çapını büyütmemek lazım. “Büşra”, kendi ülkelerine oryantalist bakış açısıyla bakan üç beş kafadarın, piyasayı tanıyan ve banko iş yapacağını bilen yapımcılarla el ele verip üzerine atladıkları absürd bir karikatürün beyazperdeye taşınmasından öte bir şey değildir. Büşra, bir cartoon’dur. Büyüsü yoktur. Ülkemizde çözülme aşamalarının sonlarını yaşayan ve buharlaşmak safhasına geçmekte olan bir grup türbanlı, Ipod kızının içler acısı hikâyesinden de başka bir şey değildir.