Bilindiği gibi 1991 sonunda Cezayir'de yapılan ilk çok partili seçimi İslami Selamet Cephesi (FIS) sosyalistlere ve milliyetçilere karşı ezici bir üstünlükle kazanmış, bu da emperyalist güdümlü "düzenin asıl sahiplerini" müthiş bir paniğe ve korkuya itmişti. Egemenler yaşanan İslami yönelişi kırmak amacıyla her türlü baskıya, teröre ve karalamaya başvurmuş, yüzlerce müslümanı gözaltında kaybetmiş, bir o kadarını işkence tezgahlarında şehid etmiş, sudan bahaneler ve iftiralarla birçok beldedeki FIS bürolarını kapatmış ve fakat tüm bu çabalara rağmen müthiş bir ivme ile yükselen çok ciddi ve kapsamlı hareket olma yolundaki İslami uyanışın önüne geçememişti. Fiili bir darbeden başka hiçbir çaresi kalmayan egemenler, Ocak 1992'de seçimlerin ikinci turunu iptal etti ve FIS kapatıldı. Bundan sonra baskı, terör ve cinayet eylemlerini daha bir fütursuzca uygulamaya koyan laik cunta bu 7 yıllık süre içerisinde sayıları 100 bine ulaşan, toplumun her kesiminden insanı kadın çocuk demeden katletti.
Uzunca bir süredir yaşadıkları süreç açısından birçok siyaset bilimcinin ve araştırmacı gazetecinin çalışmalarına konu olan Türkiye-Cezayir benzerliği, işbirlikçi-komprador zihniyetin -Yeni Dünya Düzeni ile tesis edilmeye çalışılan "aynılaştırma" siyasetine de uygun olarak- dünyanın neresinde olursa olsun çok fazla farklılık arz etmediğini ortaya koymaktadır. Bu işbirlikçi rejimlerin karşılıklı muhabbete dayanan sıcak dostluklarının temelinde, Allah'a ve O'nun toplumsal adaletin tesisinde kaynak olarak önerdiği Kur'an'a, adalete, hukuka ve insan olmanın onurunu gereği gibi idrak etmiş ve bu idraki müslüman olma bilinciyle taçlandırmış mü'minlere karşı oluşturdukları ittifak vardır.
İşte bu şer ittifaklardan bir yenisini geçtiğimiz günlerde müşahede ettik. 25 Ocak 1999 tarihinde Süleyman Demirel aralarında Dışişleri Bakanı'nında bulunduğu kalabalık bir heyetle birlikte Cezayir'e iki günlük bir ziyarette bulundu. Cezayir Cumhurbaşkanı Zerval tarafından görkemli askeri bir tören eşliğinde çok sıcak bir biçimde karşılanan Demirel'in bu ziyaretinin yaklaşan seçimler öncesine denk gelmesi düşündürücüdür. Zira, ordunun medya içersindeki sözcüsü konumundaki bazı köşe yazarlarının da belirttiği gibi bu gezi kimilerince "28 Şubat sürecinin başarısız olması halinde Türkiye'nin başına gelecekleri yerinde tedkik gezisi" (26 Ocak 1999. Radika, İ. Berkan) olarak nitelendirilmişti. Yani eğer önümüzdeki seçimlerde ortaya çıkacak tablo zinde güçlerin hoşuna gitmezse halen sürmekte olan örtülü darbe yerini Cezayir'deki gibi fiili bir darbeye bırakabilir. Her ne kadar Demirel Cezayir ve Türkiye'nin şartlarının farklı olduğunu ve bu anlamda karşılaştırılmalarının yanlış olacağını söylese de görünen köy kılavuz istemiyor. Nitekim Demirel'in Cezayir gezisinden önce TRT 1'de 'Politikanın Nabzı" adlı sunduğu programda devletin temel niteliklerine karşı seçim çalışmaları sırasında siyasi partilerden gelebilecek irticai ve bölücü nitelikteki propagandalara karşı, son derece sert, tehditkâr mesajları ve kritik Cezayir ziyareti neyle karşı karşıya olduğumuzu çok iyi ortaya koyuyor.
Resmi ağızlarca kültürel ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine yönelik bir girişim olarak tanımlanan ziyaret aslında iki cuntanın uyguladıkları terör eylemleri konusunda karşılıklı bilgi ve tecrübe alış-verişini kapsıyordu. Görüşmeler sonrasında her iki tarafında verdiği mesajların İslami terör(!) üzerinde yoğunlaşması da buna işaret etmektedir. Demirel, Cezayir cuntasına bir taraftan laik Türkiye'nin demokrasi mücadelesini (on yılda bir balans ayarı yapılan) anlatarak taviz vermeyin, yolunuzda yürüyün mesajını verirken bir taraftan da terörizmin demokrasinin en büyük düşmanı olduğunu söylüyordu. Ne kadar tutarlı(!) değil mi? Daha öncede belirttiğimiz gibi, işbirlikçi zihniyet dünyanın neresinde olursa olsun çok fazla değişmiyor. Allah'ın dinine ve O'nun temsilcisi olan müslümanlara karşı içlerinde büyüttükleri kin ve nefret bütün mantık ilkelerini tahrip etmiş olmalı ki, bu derece tutarsız ve kendi durumlarıyla uyuşmayan önermeleri dillendirebiliyorlar. "Terörizm demokrasinin baş düşmanıymış", peki halkın büyük çoğunluğunun desteğini arkasına almış bir siyasal oluşumun hukuk dışı bir eylem olan askeri darbeyle alaşağı edilmesi, liderlerinin zindanlara atılması, bu yapıyı destekleyen geniş halk kitlelerinin yoğun devlet terörü ile sindirilmeye çalışılması, sistematik işkencelere tabi tutulması ve binlerce insanın katledilmesi demokrasiyle bağdaşıyor mu? Bu soruyu soruyor olmamız demokrasiden medet umduğumuz gibi yanlış bir düşünceyi gündeme getirebilir. Bu sebeple şunu belirtmeliyiz ki biraz olsun sosyoloji bilgisine sahip olan herkesin teslim edebileceği gibi, demokrasi bir burjuva ideolojisidir ve kapitalizmin siyasal söyleminden, bu alandaki yansımasından başka bir şey değildir. Egemenlerce adaletin, hukukun ve insan haklarının en temel ve vazgeçilmez ilkesi olarak tanımlanan ancak işler biraz ters gidince kolayca vazgeçtikleri demokrasiden medet ummak safdilliktir. Özellikle de egemenlerin, müslümanların kanını içmek için kana susamış vampirler gibi her türlü hileye ve desiseye başvurdukları, zulümlerini güçlendirebilmek için kendi aralarında işbirliği anlaşmaları imzaladıkları, tüm güçlerini birleştirerek seferber ettikleri böyle bir ortamda dileyenin içini dilediği gibi doldurduğu demokrasi gibi ne idügü belirsiz ve muğlak kavramlardan medet ummak tam bir zavallılık örneğidir.
Her iki cuntanında görüşmeler sonrasında ortaya koydukları İslami teröre(!) karşı işbirliği yapılması gerektiği yönündeki kararlı açıklamaları her iki ülkede de müslüman halka uygulanan terörün dozunun arttırılacağı ve daha sistematik bir hale sokulacağı gerçeğini içermektedir. Hatırlanacağı gibi bundan sekiz ay kadar önce yine Cumhurbaşkanı Demirel tarafından Tunus'a resmi bir ziyaret yapılmıştı. İşte bugün yapılan Cezayir ziyareti hedefleri bakımından daha önceki Tunus ziyaretiyle tam bir paralellik arzetmektedir. Yapılan bu anlamlı ziyaretlerden, temelleri çatırdayan laik cuntanın ayakta kalabilmek için diğer laik cuntaların tecrübelerinden faydalanma işine ayrı bir önem verdiğini görüyoruz.
Cumhurbaşkanı Demirel'in bu çok önemli ziyaretinde üzerinde durulan diğer bir konuysa, Türkiye'nin Arap Birliği ile olan ilişkileriydi. Bilindiği gibi Türkiye'nin ABD'nin Ortadoğu'daki ileri karakolu durumunda olan terörist İsrail ile kurmuş olduğu ittifak ve Kuzey Irak toprakları üzerindeki olumsuz tasarrufu nedeniyle. Arap Birliği ülkeleri ile arasında oldukça sorunlu bir dönem yaşanıyor. Nitekim Tahran'da yapılan son İslam ülkeleri konferansında Türkiye aleyhine esen olumsuz hava bunun en bariz örneğiydi. Ortadoğu'da yaşanan süreçte TC yine her zaman olduğu gibi uluslararası emperyalizmin saflarında yer almayı tercih etti ve kendisi için çok önemli olan Arap ülkelerini küstürmek pahasına İsrail ile çok açık bir ittifak içine girdi. İşte bu süreç içerisinde Türkiye'nin Arap Birliğine mensup bir ülkenin desteğini alması hayati bir önem arzediyor. Demirel, bu konuyla ilgili gazetecilere yaptığı açıklamada, "Arap Birliği meselesi çok önemli. O cepheden Türkiye'ye yönelebilecek husumetleri karşılamada fevkalade yararlı olur" (26 Ocak 1999, Cumhuriyet) mesajını verdi. Zerval de bu konuyla ilgili yaptığı açıklamada, Ortadoğu barış süreci ve Kuzey Irak'taki durumu ele aldıklarını ve görüş birliğine vardıklarını söyledi. Zerval'in Ortadoğu barış süreciyle ilgili Türkiye'yi destekleyen tavrı eğer devam ederse bunun Arap Birliği'ni nasıl etkileyeceğini, önümüzdeki süreçte ne gibi sonuçları olacağını hep birlikte gözlemleyeceğiz.
Daha önce belirttiğimiz ve çok açık bir şekilde görüldüğü üzere bu ziyaretin önemi sadece iki ülke arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesinde değil, iki ülkenin çok yoğun bir şekilde yaşadıkları meşruiyet sorununu aşmaya yönelik, içeriği hakkında çok fazla bir şey bilmediğimiz ancak tahmin edebildiğimiz işbirliği anlaşmasıdır, içeriği hakkında çok fazla bilgiye sahip olmasak da, genel olarak bizim bu geziden anlamamız gereken emperyalistlerin maşası işbirlikçi uşakların tüm müslüman halkları kuşatan kapsamlı bir direnişe doğru evrilen İslami uyanışı boğmaya, yoketmeye yönelik çabalarını birleştirdiği bu hedef çerçevesinde yardımlaştığıdır.
Yıllardır sürmekte olan yağma sonucu ekonomik olarak tam bir çıkmaza giren ve siyasi meşruiyyetini uyduruk bir ulus-devlet asabiyetiyle kotarmaya çalışan ancak bunda başarılı olamayan laik cunta yaşadığı bu bunalımlı süreci aşabilmek için kendisini bu açmazdan kurtaracak her yolu deneyecektir. Bize düşen ise yaşanan bu süreci doğru tahlil etmek, reel-politiki iyi değerlendirmek fakat ona teslim olmadan onu dönüştürme bilinciyle gerekli olan iradeyi ortaya koymaktır.