Son bir kaç yıldır, dünya olayları ile ilgili konuşma ve yazılara "Sovyetler'iri çözülmesi/dağılmasıyla birlikte..." benzeri girişlerle başlamak adeta bir moda haline geldi. Gerçekten do, Sovyetler'in dağılması günümüz dünya siyaseti açısından oldukça önemli bir gelişmedir. Bugünün pek çok sosyal ve siyasal olayına etkide bulunmuş bir tarihsel öneme sahiptir. Ancak, Sovyet sisteminin dağılması ve buna bağlı olarak meydana gelen gelişmelerin gereğince anlaşılıp ani aşılamadığı hususunda ciddi endişeler sahibiyiz.
Rusya'nın Afganistan'dan asker çekmeye başlaması, ardından Berlin Duvarı'nın yıkılması; tüm dünyada bir 'yumuşama' ve buna bağlı olarak da 'değişim' rüzgarlarının esmesine sebebiyet verdi. Bu gelişmelerin, insanlığın dünyanın zenginliğini kullanma ve kaderini belirleme hususlarında 'eşit söz hakkına sahip olması' şeklinde anlaşılması için özel bir çaba sarfedildi. ABD'nin tek süper güç olarak kalması, tüm dünyanın 'ortaklaşması' olarak adlandırıldı. Gerçekte ise, gelişmeler, ABD çıkarlarının tüm dünyaya hakim olması demektir. ABD çıkarları ise, insanlığın çıkarlarıyla özdeş değildir. Kendisi için vardır ve insanlığın aleyhinedir.
Yine benzer şekilde, Duvar'ın yıkılması sömürünün bitişi, sömürüşüz bir dünyanın başlangıcı olarak propaganda edildi. Sömürülen ülkelerde yaygın bir şekilde 'ideolojilerin sonu'ndan bahsedilmeye başlandı. Bu yargının, Batı'da çok daha eski zamanlarda ifade edilmesine karşın, Türkiye ve benzeri ülkelerde 80'li yılların sonu ve 9O'lı yılların başında sıkça dile getirilmesi dikkat çekicidir. Öyle ya, sömürünün, haksızlığın karanlığın bittiği yerde; hak ve özgürlük için mücadele eden ideolojilere (veya, ideolojik düşünme tarzına) ne gerek vardı?!! Artık kardeş kardeş yaşanıyordu ya! Duvar'ın sömürüyü veya sömürünün başlangıcını değil, iki farklı sömürgeci dünyanın varlığını temsil ettiği bilinmelidir. Yıkılışı da, bu güçlerden birinin artık tarihten silindiği; üstünlüğün ve onun sömürgelerinin denetiminin de öteki kutuba geçtiğini simgelemektedir. Medyanın aksi propagandalarına karşın, gerçek budur.
Gerçek böyle olmasına karşın, tüm dünyanın çıkarları medyada bir anda ABD ve çetesinin çıkarlarıyla özdeşleştirildi. Bir anda ezilen, sömürülen toplumların menfaatleri; onları sömürenlerin çıkarlarıyla aynılaştırıldı. Bu taktiğe, emperyalizmin muhatap olduğu tehlikelerin aynı zamanda sömürülenler için de bir tehlike olduğu anlayışının yaygınlaştırılmasında da başvuruldu. Bu taktiği "Yanağına tokat atana, sen diğer yanağım çevir." sözüyle özetleyebiliriz. Burada tokadı atan için bir sorun yok. Sorun, tokadı yiyenin, kabule zorlandığı 'tokat yeme' rolünü benimseyip benimsemeyeceğidir. Emperyalizmin kurumları, medya, bu benimsemenin gerçekleşmesi için ellerinden gelen tüm çabayı göstermektedirler.
Emperyalizm, O 'kaçınılmaz gün'ün Gelmesinden Korkuyor!
Emperyalizmin bu propagandalarına rağmen, 'tokat yeme' rolünü reddeden sesler yükseliyor. Bu sesin etkili bir şekilde yükseldiği tek bölge olan İslam dünyası, emperyalizmin korkulu rüyası haline gelmiştir. İslam korkusuyla yatıp, İslam korkusuyla kalkıyorlar. Filistin'de, Cezayir'de, Tunus'ta, Mısır'da, Türkiye'de müslümanlar bu seslerini susturmak için yapılan onca çabaya rağmen susmuyorlar, mücadelelerini daha da yükseğe çıkarmak için çabalıyorlar. Hapishanelere atılıyorlar. İşkencehanelerde direniyorlar. Yargılı ve yargısız infazlarda şehitler veriyorlar. Ama yine de, emperyalist dünyanın korkusu yatışmıyor. Her geçen gün bu korku, onları zulümlerinin şiddetini artırmaya itiyor. Cezayir'de müslümanlara yönelik işkenceler bitmek bilmiyor, ülke adeta bir açık hava cezaevi haline getirilmiş. Bosna'da yalnızca müslüman oldukları için yüz binlerce insan katlediliyor. Türkiye'de 'müslüman olmak' adeta bir suç haline getirilmiş ve anında bu suçun cezası infaz edilmeye çalışılıyor. Türkiye ve ABD'de meçhul birçok öldürme ve bombalama olayı, İslam'ın ve müslümanların üzerine yıkılarak müslümanlara yönelik örtülü bir 'laik terör' uygulanıyor. Dünya sistemi, İslam dünyasının dört bir yanında 'laik diktatörlükler'i tahkim etme çabasının içine giriyor. Bütün bunlar yalnızca bir gerçeği ifade ediyor: Müslümanlar, emperyalist ve müşrik dünya sistemi için giderek büyüyen oranda bir tehlike oluşturuyor.
Bugün yoğun bir şekilde muhatap olduğumuz sistemin, doğrudan 'İslam' karşıtı olmadığını, kendisini dolaylı yollardan ifade etmeyi tercih ettiğini görüyoruz. Sistem, direkt İslam'a saldırmıyor. Müslümanları olumsuz anlamlar yükleyerek yaygınlaştırmaya çalıştığı fundamentalist, terörist, radikal vb. sıfatlarla tanımlayıp saldırıyor. Bu propaganda ile iki şeyi gerçekleştirmek istiyor: Birincisi, İslam'a doğrudan saldırıp, İslam dünyasında kendisine karşı oluşacak düşmanlıkları beslememek ve hatta müslümanları kendine bağlamak; ikincisi, müslümanları birbirlerine düşürerek, gerçekte, İslam dünyasının onuru ve umudu olan insanların dışlanmasını sağlamak. İki isteği gerçekleştiğinde savunmasız İslam dünyası üzerindeki sömürüsünün ömrünün biraz daha uzayacağının hesaplarını yapıyor.
Emperyalizmin fundamentalist, radikal nitelemelerinin içeriği irdelendiğinde, yaygın kullanıma aykırı bir anlama sahip olduklarını görürüz. Bu farklı anlam, her şeyden önce emperyalistlerin kafasında vardır. Meselenin sistem içi (demokratik) muhalefet veya silahlı eylem gibi sistem dışı muhalefet şeklinde basiti estirildiğine şahit oluyoruz. Ancak, emperyalist blokun davranışlarına baktığımızda, durumun daha farklı olduğunu görüyoruz. Emperyalistler, kendi menfaatleri açısından gerekli gördüklerinde sistem için muhalefetle masaya oturabildikleri gibi, gerekli gördüklerinde sistem dışı olarak adlandırılabilecek davranışlar içinde olanlarla da işbirliği yapabilmektedirler. Bunun tersi de söylenebilir. Mesela emperyalist sistem, Cezayir'de müslümanlar demokratik mekanizma sonucu halkın seçimiyle iktidara gelmelerine rağmen, -ağzından düşürmediği- demokrasinin, insan haklarının savunucusu olmamıştır. Dahası, diktacı askerlerin maddi ve manevi destekçisi olmuş, müslümanların ezilmesi için tüm güçlerini seferber etmiştir. Yine, emperyalist sistemin pek çok diktatörlüğe ve emperyalist dünyanın çıkarlarına uygun bir iktidar için savaşım veren silahlı örgütlere destek verdikleri de bilinen bir gerçektir. Öyleyse bu örneklerden çıkarabileceğimiz tek bir sonuç vardır: Emperyalist sistem, hareketlerin şeklini değil muhtevasını değerlendirir. Kendisi için gördüğü yegane tehlike de, İslam'dır. İslam'ın kendi rengini bu hareketlere vermesidir. Gerisi onu pek fazla ilgilendirmiyor.
Bir örnekle bu durumu açıklayalım: Filistin davası on yıllardır sürüyor. Bugün gelinen noktada, dünya emperyalist sisteminin lideri ABD daha düne kadar terörist diye nitelediği, görüşmeyi kabul etmediği FKÖ ile aynı masaya oturabiliyor ve bir uzlaşma zemini arayabiliyor. Burada belirleyici olan, FKO'nün eylem tarzını değiştirmesi değildir. Asıl belirleyici olan nokta, Şeyh Fadlullah'ın şu cümlelerinde çok güzel bir biçimde açıklanmaktadır: "Filistin davası bir zamanlar Filistin'in gerçek hacimlerinde bir davaydı. Zamanla bu dava sahiplerince ihmal edilerek ve çeşitli hatalar yapılarak işgal altındaki topraklar davası haline dönüşmüştür. Bu gerileme ve düşüş devam edecek ve sonuçta İsrail otoritesi altında Filistinliler'in siyasi erk bakımından otonomiye, sahip oldukları bir boyuta indirgenecektir. Bu noktada Filistin'in hakları azınlık haklarıyla özdeşleşecektir. Zira şu günlerde 1967 Savaşı'ndan önceki işgal edilen topraklarda İsrail'in varlığının meşru olduğuna dair Filistinliler ile Araplar tarafından yapılmış açık bir itiraf söz konusudur. Bütün taraflar işgal altındaki toprakları geri istemektedir. Ama Filistin'i istemek onların açısından bir fanatiklik, ütopyacılık ve gerçekçilikten uzaklaşma olarak görülmektedir."
Filistin davasındaki uzlaşmacı yaklaşımlarda çok somut bir şekilde görülebilecek bu sığlaştırmanın benzerini pek çok coğrafyada da görmek mümkündür. Bu yaklaşımın temelinde, insanlığın önüne bir daha yakalanamayacak bir şansın geldiğine inanmanın yattığını görmemiz gerekir. Bu yaklaşım, müslümanları aceleciliğe sürüklüyor. Aceleciliği, politik bir tercih, bir strateji haline getirmek son derece sakıncalıdır. Acelecilik kendi denetimimiz ve belirleyiciliğimizin olmadığı pek çok şeyi yapmaya iter bizi. Şu da bir gerçek ki, bu davranış aslında "Yanağına tokat atana, sen diğer yanağını çevir." anlayışının değişik bir tezahüründen ibarettir. Değişimi ha bugün, ha yarın yakalayacağız derken; her geçen gün bir o yanağımıza bir bu yanağımıza tokat yediğimizi/yiyeceğimizi farketmek zorundayız.
Bugün sistem gerçekte gittikçe zayıflamaktadır. Sistemin, bu zayıflığını propagandayla gidermek arzusunda olduğu görülüyor. Müslümanlar olarak, sistemin ne dediğine (kamuoyunda oluşturulan havaya) değil, ne yaptığına ve ne olduğuna bakmamız gerekir. Sistemin kendini tanımlayışının büyüsüne kapılmamak ve bu avantajlı durumu, mücadelenin hedefini ve anlamını daraltarak kaybetmemek durumundayız. Bu daraltmanın bir çözüm olmadığını da, tarihe bakıldığında yaşanan pek çok olayda ortaya çıktığını görebiliriz.
Türkiye müslümanları olarak, kendimize FKÖ benzerlerinin davranışlarını değil, İntifada'nın tüm dünyaya dayattığı çözümü örnek almalı ve "mermeri delenin; suyun çokluğu değil, aynı nokta üzerine düşen damlaların sürekliliği" olduğu gerçeğinden hareketle aynı nokta üzerine vurmaya devam etmeliyiz. Şunu da kesinlikle unutmayalım ki, biz bu çabada ilk değiliz ve inşaallah sonuncu da olmayacağız. Bu mücadele bayrağını seleflerimizden aldık ve bizden sonra geleceklere teslim edeceğiz. Hayatımız süresince üstlendiğimiz öncelikli görevimiz, gelecek İslami kıyam neslinin cihadlarına bizim başladığımız noktanın daha ilerisinden başlamalarına zemin hazırlamaktır ve bu çizginin -kimden gelirse gelsin, içten veya dıştan- geriletilmesi çabalarına izin vermemektir. Kısacası, geçmişe ve geleceğe karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmektir. Diğer basanlarımız bir kenara bu tek başına iftihar duyacağımız bir basandır.
Allah'ın, yolunda çarpışanlara vaadi haktır ve müslümanlara veli olarak O kafidir.