Gündemin sık sık değiştiği bir ülkede yaşıyoruz. Gücü elinde bulunduranların gündeme aldıkları her şey "gündem" olmaya layık görüldükçe de bu durum böyle devam edeceğe benziyor. Kuşkusuz, gündem tüketimi yalnızca egemenlerin rızalarına bağlı olarak oluşmuyor. Sınıfsal ve hiyerarşik kopuşlarla çalkalanan bir sistemde, bazen vakıa da kendisini gündem olarak dayatabiliyor ama şimdilik bu dayatmalar daha çok egemenlerin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan vakıalarla sınırlı kalmakta.
Değişme o kadar ölçüsüz ve denetimsiz bir şekilde devam ediyor ki, neyin ve kimin değiştiği ya da değişmediği, dolayısı ile de kimin kim olduğu ve kimin neyi değiştirmeye talip olduğu bile tam anlaşılamıyor.
Bu karmaşanın en temel sebeplerinden birisi "derin devlerin herkesin her şeyini belirleme hakkını ve gücünü elinde bulundurmasıdır. Zira kendisini özgürce tanımlama çabalarının tamamı toplumsal tecrit, gözaltı ve malum süreç, hapis veya yargısız infaz gibi sistematik yaptırımlarla yüzleştiriliyorsa burada insanlar taleplerini açıklıkla ortaya koymak yerine eğip bükerek yani yasallaştırarak ifade etmeye zorlanmış olacaktır. Bu durum ise marazi bir kimlik ortaya çıkaracaktır. Buna bir de insanların varlıklarını tanımladığı düşünsel zeminle ilgili belirsizlikleri eklersek bugünkü karmaşanın zeminini tanımlamış oluruz. Bu duruma ilişkin çok sayıda örneğe hepimiz sürekli tanık olmaktayız. Daha yakın zamana kadar kendilerini diğer partilerin değil sistemin alternatifi olarak tanımlayan, kendisini hak, diğerlerini batıl olarak değerlendiren RP'nin lideri bu günlerde diğer partileri ve milletvekillerini kastederek "hepsi değerli hizmetlerde bulunmuş kıymetli insanlardır. Hepsi sütten çıkmış ak kaşıktır.", "ülkede bir rejim meselesi yoktur" diyebiliyor. Aksine, mezkur söylemlerinden dolayı RP'yi "öcü" olarak gören, RP'nin rejim için tehlike olduğunu söyleyerek rejimi sahiplenen çevreler ise "öncelikli sorun rejimi kurtarmaktır" diyorlar. Burada insanın aklına bir dizi soru geliyor tabii olarak: Acaba rejim mi değişti yoksa çevrelerin ölçüleri mi? Yoksa hiçbiri değişmedi de biz mi bunları yeterince tanımamıştık? Yoksa herkes uzanamadığı için mi ciğere pis diyor? Doğrusu bu karmaşanın hem alanını genişletmek hem de sorulara daha net cevaplar alabilmek için Sincan'da yaşanan olayları ve tepkileri incelemek bize bazı imkanlar sunacaktır.
Bilindiği gibi takriben 17 yıldır her Ramazan ayının son cuma günü dünya müslümanlarınca "Kudüs Günü" olarak anılmaktadır. Türkiye'de yaşayan müslümanlar da ümmet bilinciyle bu tür programları her yıl tertip ediyor ve coşkuyla değerlendiriyor. Bu yıl da aynısı oldu yani; "Kudüs Günü" programları düzenlendi. Ne var ki, bu yıl ki programlara karşı "laik cephe"nin tepkisi her yıl ki gibi sıradan olmadı ve tam bir askeri darbe çığırtkanlığına şahit olduk. Bütün laik kesimler emellerine ulaşabilmek için ellerinden geleni ardına koymadılar. Medyası en önemli gündem olarak günlerce şeriat küfürbazlığı yaparken, sistemin beslemesi olan sivil batıcı cenah da "kahrolsun şeriat" sloganlarıyla yürüyüş düzenledi. En sivil ve sistem-dışı cenahta sanılan "sivil toplumcu" entelektüellerden "derin devletin siyasal temsilcisi CHP'ye, "marjinal sol" örgütlerden din istismarcısı sağcı politik partilere değin uzanan bir "cuntacı koro" darbe sloganlarıyla gök kubbeyi inlettiler. Bir kaç istisna dışında, oluşan bu koronun "İslam karşıtı olmak" paydasındaki ittifakının güvencesi olan "zinde güçler" ise sistemin "balans ayarı" ile yetinerek de olsa Sincan'da koroya destek çıktı. Sincan'da teamüldışı bir yol izleyerek "gösteri" yapan tankların bu eylemi herkese olması gereken yerini yeniden hatırlatmış oldu.
Peki, bu "kıyamet tellallığının sebebi ne idi? Bu sorunun cevabını vermeden önce, olayı haber veren yazılı basının manşetlerinden bir kaç örnek verelim:
"Şeriatın gölgesi Sincan'a düştü"
(Yeni Yüzyıl, 2 Şubat 1997;
"İran Elçisinden Öğüt"
(Altlarda RP'ye yönelik olduğu iddia edilen öğüt şöyle haber veriliyor: "Size Fundamantalist (radikal) denmesinden korkmayın")
(Hürriyet 2 Şubat 1997J
"Türkiye İran Olmayacak"
(Cumhuriyet 3 Şubat 97)
"Sincan'da Tanklı Uyan"
(Yeni Yüzyıl, 4 Şubat 1997)
"Sincan Manevrası İktidarı Sarstı"
(Milliyet, 5 Şubat 97i
Diğer gazetelerin de bunlardan geri kalır yanı yok. Peki neden bu kadar vaveyla? Olay şu: Ramazan Ayı'nın son cuma günü RP'li Sincan Belediyesi bir kaç yıldır yaptığı şekilde bir sonucu "Kudüs Günü" programı düzenliyor. Bu programa da RR'li Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, İran Başkonsolosu Rıza Bagerî ile FDD üyesi ve Selam Gazetesi Haber Müdürü Nurettin Şirin konuşmacı olarak katılıyor. Konuşmalarda Kudüs ve Filistin çerçevesinde İslami sorumluluk bilincine vurgu yapılıyor. İsrail'in gayri meşruluğu vurgulanıyor, Filistin'in bağımsızlığı için müslümanlar dayanışmaya çağrılıyor ve işgalci . İsrail'i meşrulaştıran her tür girişim gibi İsrail ile yapılan barış ve işbirliği antlaşmaları kınanıyor. Bu ilkelere inanarak mücadele eden Kudüs ve Filistin Davası'nın bayraklaşmış şahsiyetleri olan şehitler hayırla yâd ediliyor ve resimleri asılıyor. Yani daha önceden düzenlenen "Kudüs Günü" programlarından herhangi birisi gibi bir program bu.
Evet, program öncekiler gibi ama Türkiye'nin siyasal konjonktürü/bağlamı öncekilerden biraz farklı:
Bir kere, TC ile işgalci İsrail arasında Savunma ve Güvenlik İşbirliği alanında peş peşe imzalanan anlaşmalarla çok sıcak bir dönem yaşanıyor. Bu işbirliği Türkiye'nin kendi içişlerinde İsrail istihbarat ve güvenlik güçlerinden yararlanma boyutlarına varmış. Ayrıca, bölgedeki egemen statükoya ve oluşturulmak istenilen bölgesel dengelere sorun oluşturacak İslami Direniş Hareketleri'ne karşı İsrail ile TC'nin işbirliğinin uluslararası istikbar için özel bir önemi de var. Bu konu Türkiye'de tartışma dışı tutulmaktadır. Yani TC ile İsrail bir kader birliği sürecini yaşıyor. Bu çerçeve öylesine etkili bir hale gelmiş ki, bırakın İsrail'in meşruiyet sorunu yaşamasını, İsrail'e yönelik her söz ve davranış adeta TC'nin kendisine yapılmış kabul edilmektedir. Mesela, Türkiye'deki İsrail lobisi niteliğine sahip 500. yıl Vakfı kurucularından J. Kamhi'ye karşı girişilen bir eylem doğrudan TC'ye karşı girişilmiş bir eylem kabul edilmekte, İsrail'i telin eden bir gösteri ve İslami Direniş Hareketleri'ni destekleyen her tavır TC'nin varlığına yönelik suçlar kapsamında mütaala edilmekte ve cezalandırılmaktadır. Bu yıl Sincan'da düzenlenen "Kudüs Günü" programı böylesi bir bağlamda gerçekleşince pek tabii olarak anlamı da farklı olarak algılanacaktır. Yani, işgalci İsrail Devleti'nin kendisine yönelik savaşım veren Filistinli müslümanları "terörist örgüt" olarak tanımlaması, aynı zamanda TC mahkemelerince bu müslümanların TC devletine karşı oluşturulmuş bir terörist örgüt olarak algılanmasına yetiyor. Bu değerlendirme TC rejimi ile İsrail arasındaki işbirliğinin düzeyini ve de İsrailci koronun Türkiye'deki gücünü göstermesi bakımından ilginçtir. Yani resmi çevreler ve sivil uzantıları İsrail'e yönelik bir tehdidi aynı zamanda TC'ye yönelik bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Sincan olayının yankıları bu değerlendirmenin tipik bir örneğidir.
İkinci olarak, TC'de "derin devlet"in temsilcileri tarafından pek de kabul görmeyen bir oluşum (RP) Türkiye'nin en büyük partisi olarak hükümete ortak olmuştur. Bu ise sineye çekilmesi güç bir durumdur. Yapılması gereken şeylerden birisi bu partinin, halkın nazarındaki imajını zedelemek, yükseliş trendini durdurmak ve meşruiyetini tartışılır kılmaktır. Bu girişim aynı zamanda diğer partiler arasında da yakınlaşmalar oluşmasını hedeflemektedir. Yapmak istedikleri şeylerden ikincisi ise, şudur: Eğer RP'ye halkın teveccühü engellenemiyorsa saldırılarla zaten RP'nin bulanık olan kimliğini daha da bulandırarak "geri adımlar attırmayı sağlamaktır. Yani RP'yi olabildiğince kendilerine benzetmektir. Atatürk'ü RP'li ilan etmek, Türkiye'de rejim sorunu olmadığını söylemek, önceden İsrail'le yapılan antlaşmaları yırtıp atacağını söylerken hükümet olarak yeni yeni antlaşmalara imza atmak, yolsuzlukla suçladığı kimseleri bizzat kendi destekleriyle aklamak... vb sonuçlar ise bu konuda ne kadar başarılı olduklarının göstergeleridir.
Gerekçeleri üçe, dörde... çıkarmak mümkün. Ama, bütün bu gerekçelerin ortak noktasına vurgu yaparak "Sincan Vaveylaları'nın varoluş müştereğini belirtmek daha yararlı olur.
"Sincan Vaveylacıları"nın meşruiyeti ne Hakk'a ne de Halka dayanıyor. Onlar "güç"ten güç alıyorlar. Uluslararası istikbar ile olan "İşbirlikçi" tavırları onların meşruiyet temelini oluşturuyor. Sürekli "iç" ve "dış" tehditten bahsederek sünnetçi korkusu veren bu çevre, karanlıkta yürürken korkmamak için bağırarak korkularını da bastırmaya çağırıyor. "Beni dövecekler abi" çığırtkanlığı yapan şamatacılar gibi başta ABD olmak üzere uluslararası istikbardan eylemlerine destek arayanlar marazi bir hal yaşadıklarının farkındalar. "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok' teraneleriyle "başkaları"nın düşmanlığı üzerine kaim olan bir varoluş, "paranoid" bir haldir. Paranoya ise köklü bir tedaviyi gerektirir. Geçiştirirseniz nükseder. 1960,1971, 1980 ve günümüzde doğallaşan ve süreklileşen "müdahaleler" bunun göstergesidir, Bunlara "düşman" lazım. Olmazsa üretirler, halisünasyon görürler. Her fırsatta "irtica kampanyası" düzenlemeleri ise, kendilerini özellikle kimlere "karşı" konumlandırdıklarının dışavurumudur. Sincan işin bahanesi.
Gelelim 'biz'e... Bizdeki "bahane vermeyelim" bahanecilerine: Efendim, "biz" de niye sanki "o adamlar"ın fotoğraflarını asıyoruz ki... Niye sanki "içerde"(!), Güneydoğu'da olanlar dururken iki de bir Filistin'den bahsediyoruz... Sanki salona Türk bayrağı assaydık kıyamet mi koparmış... Mesela, "Türk Büyükleri"nin fotoğraflarını assak ne olurdu ki... Niye "dışarı"(!)dan -herhalde İran demek isteniyor- adamları konuşturuyoruz... Bizde adam mı kalmadı ki... Artık şu slogancılıktan kurtulmanın vakti gelmedi mi ki..."
Hep "birileri" soruyor "biz"e "Biz" de soruyoruz "biz"e soranlara: "Biz"e niye soruyorsunuz? Gelin, "birileri"nden farkınızı sorumluluk yüklenerek gösterin. "Birlik"te ve "bizim" zeminimizde konuşalım. Yani "başkalarının korosuna katılarak değil, 'iman" ve "salih amel" zemininde "hakk"ı ve "sabr"ı "tavsiyeleşelim".