Darbe konusu Türkiye siyasi gündeminin her zaman demirbaş maddelerinden birini oluşturmuştur. Bilhassa siyasi tansiyonun yükseldiği ve kriz ortamlarının belirginleştiği dönemlerde darbe ve askeri müdahale tartışmaları gündemin ön sıralarına oturmakta ve başta medya olmak üzere çeşitli kurum ve çevrelerde papatya falı bakarcasına "darbenin olup olmayacağı" tartışmaları yoğunlaşmaktadır.
Kimi kesimlerce bir iktidar formülü olarak benimsenen darbe ihtimali resmi ideolojiyi ne pahasına olursa olsun sürdürme kararlılığına sahip zihniyet açısından özlenen, beklenen bir siyaset tarzı, bir tür "vakayı hayriye" şeklinde algılanmaktadır. Bu kesim içinde darbesever tutumlarını biraz mahçup bir tarzda yansıtanlar, "istemem yan cebime koy" tavrıyla sürdürenler bulunduğu gibi, açık açık darbe tamtamları çalan aydınlar, politikacılar, "sivil toplum" örgütü mensupları ile de bolca karşılaşmak mümkündür. Darbe olgusu Türkiye siyasetinde o kadar içselleştirilmiştir ki, karşı çıkanların tutumlarında dahi bunun yansımaları gözlenebilmektedir. Şöyle ki, darbe karşıtlarının dahi genelde darbenin hukuksuzluğunu, ahlaksızlığını, asla ağza alınmaması gerektiğini vurgulamak yerine ancak, mevcut koşullarda bir darbe ihtimalinin ülkeyi geriye götüreceği, uluslar arası ilişkiler açısından ülkenin saygınlığını azaltacağı gibi tezlerle itirazlarını dillendirmeye çalıştıkları görülmektedir.
Her Konuda Ahkam Kesen Asker Darbe İddiaları Karşısında Suskun!
Genelkurmay Başkanı medyanın konuşmalarını çarpıttığından yakınıyor. Sözlerinin kasıtlı olarak farklı anlamlara çekildiğini, hatta çoğu kez doğrudan kendisi adına açıklama uydurulduğunu söylüyor. Yine çok konuştuğuna dair eleştirilere karşı da "asker olduğumuz için hiç mi konuşmayalım, görüşlerimizi açıklamayalım mı" diye serzenişte bulunuyor.
Askerlerin hangi konularda ve ne tür bir üslupla konuşabileceklerine dair dünyada genel geçer kabul edilen bir takım kriterler olduğu biliniyor. Bu kriterleri Türkiye örneğine taşımanın bir alemi var mı, pek zannetmiyoruz; çünkü arada büyük bir uçurum olduğunu herkes biliyor, görüyor. Zaten kendisini, "nevi şahsına münhasır" bir ülkenin "biricik" konumundaki bir kurumu sayan Türk ordusunun mensuplarının pek usul, kural dinleyecek hallerinin olmadığı da ortada. Ama yine de askerlerin konuştukları ve konuşmadıkları konulara dikkatlice bakıldığında gerçekten garip bir durumla yüz yüze olunduğunu görmemek de mümkün değil.
Türkiye'de askerler hemen her konuda konuşuyorlar, kamuoyunu kendi görüşleri doğrultusunda bilgilendirip, yönlendiriyorlar. Mamafih kendilerine yakıştırılan darbe iddialarına ilişkin olarak ise tek bir söz dahi etmiyorlar. Elbette her aklına gelenin ortaya attığı mesnedsiz iddiaya, ordunun darbe hazırlığı içinde olduğuna dair her söylentiye Genelkurmay yetkililerinin çıkıp cevap vermelerini beklemek mantıklı bir tutum değil. Bununla birlikte kendileriyle doğrudan ilgili olmayanlar da dahil olmak üzere ülke gündemindeki pek çok konuya dair söz söyleyen, açıklama yapan, geceyarısı bildirileriyle cevap yetiştiren bir kurumun medyada bu kadar yoğun iddialara, tezlere konu olan "darbe" tartışmalarına ilişkin tek bir açıklama dahi yapmaması ise kesinlikle dikkat çekici bir tutum.
Örneğin 22 Temmuz seçimlerinden sonra Abdullah Gül'ün partisi tarafından cumhurbaşkanlığı için yeniden aday gösterilip gösterilmemesine ilişkin tartışmalara bakalım. Medyaya yansıyan tartışmalarda kimisi dolaylı, kimisi açık bir şekilde olmak üzere pek çok kişi Türkiye'de önümüzdeki günlerde bir darbe olabileceğine dair görüş belirtti, en azından bu yöndeki iddiaları ciddiye alıp tartıştı. Şüphesiz birilerinin korkaklığının, başka birilerinin de temennilerinin bu tartışmayı büyüttüğü söylenebilir. Ama sonuçta darbe meselesinin bir medya fantezisi olmaktan öte Türkiye gündeminde yer tutan, zihinleri ve siyasi pratikleri meşgul eden bir boyutunun olduğu inkar edilemeyecek bir gerçek.
Peki, tüm bu bulanıklık, kaos, spekülasyon ortamına karşı başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere askeri yetkililerin söyleyecekleri bir sözleri yok mudur? En azından kendilerine atfedilen bu iktidar düşkünlüğü, fırsatçılık, halk iradesine karşıtlık ve kanunsuzluk iddialarını reddetmeleri gerekmez mi? Türkiye eğer gerçekten anayasasında iddia edildiği gibi bir hukuk devleti ve TSK da anayasal bir kurum ise, TSK merkezli bunca hukukdışılık iddialarına karşı, bu kurumu temsil eden kişinin çıkıp "Bize yakıştırılan bu kanunsuz girişim iddiaları külliyen yalandır, meclisin iradesine saygılı, hükümetin emrine tabiyiz." demesi; özü şöyle dursun, en azından sözle dahi olsun bu iddiaları yalanlaması gerekmez mi?
Seçilecek cumhurbaşkanı hakkında dahi anayasada bulunmayan kriterler belirleme hakkını kendinde gören bir Genelkurmay Başkanı var bu ülkenin. Bu Genelkurmay Başkanı vatanseverler adı altında örgütlenmiş çeteci yapılanmalar içerisinde yer alan emekli ve muvazzaf askerler hakkında ortaya konan suçlamaları bile "orduyu yıpratma" şeklinde değerlendirip eleştirebiliyor. Gerçekten hayret etmemek mümkün değil; asker kişilerin dahil olduğu çeteler konusunda yapılan değerlendirmelerle yıpranan ordu bunca yoğunlukta sürdürülen darbe tartışmalarından ne hikmetse hiç yıpranmıyor!
Konuyu anlamak zor olmasa gerek. Darbe sopasının Demokles'in kılıcı gibi siyasi sistemin tepesinde sallanması egemenlerin işine geliyor. Darbenin vaki olup olmaması, mümkün bulunup bulunmaması önemli değil; önemli olan darbe tartışmalarının canlı tutularak güçlü konumdan siyaset vaz etme pozisyonunun devam ettirilmesi. Böylece varlığınız, talepleriniz ya da uyarılarınızın muhataplarınız tarafından her daim dikkate alınmasını temin etmiş oluyorsunuz. Asker çıkıp açık bir biçimde darbe iddialarını reddetse çok iyi biliyor ki siyaset üzerindeki ağırlığı, etkinliği büyük ölçüde zayıflayacak. Oysa bu gündeme dair bir şey söylemeyerek korku salmaya, korkular üzerinden belirleyiciliğini muhafaza etmeye devam ediyor.
22 Temmuz ve Haki Siyasetin Yenilgisi
Türkiye 27 Nisan muhtırasıyla doruğa tırmanan darbeli gündemlerden geçerek bir seçim sürecini tamamladı. Çankaya tartışmalarının tam ortasında yayınladığı bildiriyle Genelkurmay konuya doğrudan taraf olduğunu bildirmiş ve "gerektiğinde" diye başlayan bir hatırlatmayla da alanen darbe sopasını göstermişti. Ne var ki, 22 Temmuz seçimleri biraz da bu sopa gösterme tavrına tepkiyle muhtıracıların arzu ettiklerinin tam tersi sonuç verdi. Nihai tahlilde halk haki rüzgarlara pabuç bırakmamış ve hizaya girmeyi kabul etmemişti.
Darbe tehdidi işe yaramadığına göre şimdi ne olacak? Darbeciler sopa göstermenin işe yaramadığını görüp, bu kez fiili saldırıya mı girişecekler? Yoksa blöflerinin boşa çıkmasından sonra sinip bir kenara mı çekilecekler?
Türkiye'de ordu-siyaset ilişkileri ve daha özelde de askeri müdahale geleneği yakından izlendiğinde halkın askeri vesayeti red yönünde oy kullandığı tüm seçim sonrası süreçlerde ordunun siyasi pozisyonundan bir müddet geri çekildiği görülür. Seçim süreçlerini başlatmaya ya da kesintiye uğratmaya gücü yeten ordunun seçim sonuçlarını belirlemede genelde etkisiz kaldığı bilinmektedir. Seçimler askerin hedefleriyle çelişen bir durum ortaya çıkardığında ise ordu geri çekilme konumuna mecbur kalmaktadır. Bu olguyu "geri çekilme" olarak adlandırmak uygundur çünkü gerçekten de ordunun tümüyle siyasi alanı boşaltması, siyasi düzlemi terk etmesi gibi bir durum değildir yaşanan.
Ne yazık ki, ülkenin yasal mevzuatı, siyasi kırılganlığı, askeri bürokrasinin devletin kurumsal yapısı içindeki ayrıcalıklı ve mütehakkim pozisyonu ve en önemlisi de baskın toplumsal kültür "süngülü siyaset"in tümüyle sona ermesine izin vermemektedir. Halk kitlelerinin seçimden seçime sandığa attıkları oylar da askeri vesayeti bir miktar geriletebilmekle birlikte tümüyle bertaraf edilmesine yetmemektedir. Bu yüzden yüz yüze olunan hal belli şartlar dahilinde ve dönemsel olarak geri çekilme olgusu şeklinde tanımlanabilir.
Geri Çekilme Nereye Kadar?
Geri çekilmenin tarzı ve süresi elbette diğer koşullarca belirlenir. Darbeciliğin, cuntacılığın bir gelenek olarak görüldüğü hiçbir üçüncü dünya ülkesinde silahlı bürokrasinin çok uzun süreler için siyasi tahakküm pozisyonundan uzak kalmaya razı olması düşünülemez. Kendisini ülkenin asıl sahibi ve toplumun tek gerçek temsilcisi olarak algılayan ordu seçimlerle ortaya çıkan "arızi" durumun zamanla düzeleceğinden ve şartların yeniden kendisini işbaşı yapmaya mecbur bırakacağından emindir. Dahili ve harici zeminde yaşanabilecek krizler ise bu süreci hızlandırır.
İçeride ya da dışarıda yaşanabilecek geniş çaplı herhangi bir kriz ordunun yeniden siyasi düzleme adım atmasını kolaylaştırır. Krizlerin -ya da kriz algısının- devam etmesi, süreklilik kazanması ise, eğer güçlü bir karşı siyasi irade mevcut değilse, ordunun yeniden eski pozisyonuna dönmesini kaçınılmaz kılar. Bir tür sarmal görüntüsü doğuran bu işleyişin kırılması ise ancak toplumun güçlü bir karşı bilinç geliştirmesi ve siyasilerin korku odaklı siyaset anlayışına pabuç bırakmamaları ile mümkün olabilir.
Türkiye gibi krizi bol ve ordusu aşırı siyasallaşmış bir ülkede ise şüphesiz bu sarmal çok daha boğucu bir görünüm arzetmektedir. Adeta kesintisiz bir darbe düzeni şeklinde işleyen sistem içinde askeri vesayeti kalıcı bir tarzda geriletmek ve orduyu kışlasına sokmak kolay bir iş değildir. Önceki süreçler hatırlanacak olursa, Türkiye'de artık siyasi sistemin hukukdışı dayatmalarla şekillendirilmesi dönemlerinin kapandığı, ordunun asli görevi olan savunma ile meşgul olduğu, darbe tartışmalarının tarihe karıştığı gibi iddialar zaman zaman yoğun biçimde gündemleşmişti. Ne var ki, çok kısa sürelerle tüm bu iddiaların buharlaştığı, "eski tarz siyaset"in yeniden ağırlığını hissettirdiği de hatırlanacaktır.
22 Temmuz'da alınan ağır mağlubiyetle birlikte "süngüsü düşmüş" ordunun biraz gözlerden uzak kalmaya, gündeme taraf olmaktan kaçınmaya çalışması tabidir. Bilhassa laik cephenin aldığı ağır seçim yenilgisinde ordunun ajitatif tutumunun belirleyici olduğuna dair yaygın kanaatlerin serdedildiği bir vasatta askerlerin ortalıkta fazlaca görünmesinin hiç akıllıca olmayacağı gayet açıktır. Dolayısıyla seçimlerle birlikte oluşan moral bozukluğunun ve çözümsüzlük görüntüsünün en azından kısmi de olsa aşılması için zamana ihtiyaç duyulur. Bununla birlikte fırsat bulunduğu anda ordunun yeniden mütehakkim pozisyona oturmaya çalışacağını görmek için ise müneccim olmaya gerek yoktur.
Askeri Vesayeti Zayıflatacak Köklü Adımlar İhtiyacı
Anlaşılması gereken şudur: Aşırı bir şekilde siyasallaşmış ordunun iktidar üzerindeki ayrıcalıklı ve etkin konumunu kendiliğinden sona erdirmesi beklenemez. Aynı şekilde seçim sonuçlarına bakarak halkın iradesine boyun eğmesi ve siyasi süreç ve gelişmelere müdahil olmaktan külliyen vazgeçmesi de sözkonusu olamaz. Ama seçim yenilgisini görmezden gelip, baskıcı, mütehakkim pozisyonunu aynen sürdürmeye devam etmesi de mümkün olamaz. Bu durumda ordunun yapacağı şey, daha önce çeşitli kereler yaşandığı şekliyle bir miktar geri çekilip, tekrar öne çıkmayı kolaylaştıracak gelişmelerin yaşanmasını beklemek, uygun zemin kollamak olacaktır.
Öyleyse siyaseti ve toplumu askeri vesayetten bağımsızlaştırmak diye bir derdi olanların "geri çekilme"yi kalıcı kılmak için mutlaka atmaları gereken birtakım adımlar olmalıdır.
Öncelikle 22 Temmuz seçimlerinin sonucu doğru tanımlanmalıdır. Silahlı bürokrasinin seçim sürecinde giderek ivme kazandırdığı fakat seçim sonuçlarıyla tam bir hayal kırıklığına dönüşen militarist söylem ve tutumlar topyekün mahkum edilmelidir. Seçim sonuçlarının 27 Nisan muhtırasıyla belirginleşen militarist dayatmaya bir tepki olduğuna ilişkin değerlendirmelere karşı, asker sözcülüğüne soyunan çevrelerin ısrarla 22 Temmuz tablosunun cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlarla bir ilgisinin olmadığını iddia etmeleri boşuna değildir. Bu şekilde askerin siyasetteki konumunun sorgulanmasını engellemeye ve ordunun yıpranmasının önüne geçmeye çalışmaktadırlar. İşte tam da bu noktada 22 Temmuz'un militarizme karşı halkın tepkisi olduğunu vurgulamak daha bir önem kazanmaktadır.
Bu yaklaşımla bağlantılı olarak 22 Temmuz seçimlerinin meydana getirdiği ortam hızlı ve etkin biçimde değerlendirilmelidir. Hükümet çevrelerinin pragmatist bir tutumla "oligarşik iktidar güçleriyle dalaşmayalım; daha önümüzde beş yıl var, yedi yıl var, yavaş yavaş işleri yoluna koyarız" mantığı sonuçsuz kalması mukadder bir mantıktır. Seçim sonuçlarının yol açtığı şokun etkisiyle militarizmin geri çekildiği şu vasat hiç vakit kaybetmeksizin hızlı adımlarla yol alınması gereken bir vasattır. Erteleyici yaklaşım ise oligarşik güçlere hem tekrar toparlanmaları için zaman, hem de özgüven kazandıracaktır. Nitekim 2002 seçimlerinden sonra yaşanan süreç ortadadır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde neredeyse anayasayı değiştirebilecek bir meclis çoğunluğuyla seçimleri kazanan AK Parti'nin toplumsal mutabakat, uzlaşma, kurumlararası diyalog ve benzeri yaklaşımlarının neticesinde alınan yol bir arpa boyu mesabesinde olmuştur.
2002 sonrası süreçte başta yasal mevzuatla ilgili olarak gerçekleştirilmeyen ya da gerçekleştirilmeye cesaret edilemeyen pek çok düzenleme daha fazla zaman kaybetmeksizin hayata geçirilmelidir. TSK İç Hizmet Kanunu'nun meşhur 35. maddesinden, Genelkurmay Başkanlığı'nın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmasına; Anayasa Mahkemesi'nin kompozisyonun yenilenmesinden, anayasanın resmi ideoloji dayatmalarından arındırılmasına kadar bir dizi kördüğüm olmuş konuda hükümet ve meclis süratli adımlar atmalıdır.
Ahmet Necdet Sezer geçen dönem AK Parti hükümeti için hem ciddi bir takoz ama bir yandan da kullanışlı bir mazeret kaynağı olmuştu. Sezer'in oturduğu koltukta artık AK Partili bir ismin oturacak olması ise hükümetin elini müthiş kolaylaştırmakta ama aynı zamanda da sorumluluğunu alabildiğine artırmaktadır. Artık adım atmamanın, statükoculuk yapmanın korkulardan başka ileri sürecek bir gerekçesi kalmamış gibidir. Korkuları aşmanın ise biricik yolu vardır: Kararlılık ve cesaretle üstüne gitmek.
Türkiye siyasetinin köklü bir hastalığı olan darbecilik illetinden kurtulabilmenin en önemli adımı korku siyasetinin kaale alınmadığını netlikle kavramak ve çekinmeden muhatapların yüzlerine haykırmaktan geçer. Pragmatik kimliği gözönünde bulundurulduğunda AK Parti'den bu çerçevede cesur ve ilkeli adımlar atmasını beklemek biraz fazla iyimserlik olacaktır. Bu noktada Müslümanlar olarak hem geniş halk kitlelerine örneklik teşkil edecek boyutta, hem de siyasilerin mazeretçiliklerini boşa çıkartacak nitelikte bir siyaset geliştirme sorumluluğumuz olduğunu kavramalıyız. Darbeci güçler ve eğilimlerle ciddi bir hesaplaşma muhalif kimlik sahibi tüm kesimlerin ve bilhassa da Müslümanların önceliği olmalıdır.