1930'lu yıllar Türkiye'de tek parti yönetiminin güçlendirildiği yıllardır. Önceki dönemde iktidarlarına karşı çıkan oluşumları ve muhalif potansiyele sahip güçleri çeşitli yöntemlerle sindirmeyi başaran M. Kemal önderliğindeki CHP kadroları artık, otoritelerini kurumsallaştırma peşindedirler. Bu dönemde Avrupa'da gelişen Nazi ve Faşist hareketleri TC yöneticilerini alabildiğine heyecanlandırmakta ve onlara ilham kaynağı olmaktadır. Bu etkilenme Nazizm ve Faşizm uygulamalarının Türkiye'de "Şeflik" yönetimi adı altında taklit ile tatbiki ve parti devlet içiçeliğine yönelik düzenlemelere gidilmesi şeklinde yansımalarını bulur. 1936 yılında CHP Genel Başkan Vekili İ. İnönü yayınladığı bir genelgeyle bu içiçeliğin nasıl gerçekleşeceğini ortaya koyar. Bu düzenleme ile örneğin parti genel sekreteri içişleri bakanlığı, parti il başkanları ise bulundukları şehirlerde valilik görevlerini üstlenmekte, böylece parti örgütü devlet hiyerarşisine taşınmaktadır. Ne var ki, bu karar memurların siyasi cemiyetlere girmelerini yasaklayan Memurin Kanunu'na aykırılık taşımaktadır. Söz konusu aykırılığı gidermek için yine bizzat İnönü, Memurin Kanunu'nun değiştirilmesi teklifinde bulunur, fakat teklif Cumhurbaşkanı M. Kemal tarafından reddedilir. M. Kemal konuyu tetkik için görevlendirilmiş CHP'li yetkililere aynen şunları söyler:
"Ben bu maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere girememesinden maksat, onların benim partimden başka bir partiye intisap edememesi demektir; bu bakımdan bu madde hatta faydalıdır ve katiyyen değiştirilmemelidir." (Bkz. Oğuz Unsal. Türkiye'de Demokrasinin Doğuşu, Milliyet Yay., İst., 1994, s. 87)
Aradan 60 yıldan fazla bir zaman geçti. Avrupa'da Faşist hareketler yıkıldı; soğuk savaş dönemleri geçildi; Doğu bloku büyük bir patırtıyla devrildi. Ama M. Kemal'in bu söyledikleri TC için bugün de gerçekliğini aynen koruyor. Bu sözlerin arka planında yatan mantık, halen TC'ye egemen mantık olarak hükmünü sürdürüyor. Şekli olarak tek parti diktatörlüğü, Şeflik yönetimi, ortadan kalkmış görünüyor. Fakat sistem aynı esaslar ve ruh haliyle devam ediyor. Birbiriyle rekabet halinde irili ufaklı bir dizi parti görüntüsüne, hatta zaman zaman halkın parti enflasyonu şikayetlerinde bulunmasına yol açacak tarzda ortada yığınla tabelanın mevcudiyetine karşın gerçekte tek bir parti var: Devlet partisi."
Yasalar her türlü legal oluşumun zorunlu olarak resmi ideolojiyi benimsemesi ve ona bağlılık içinde olmasını sıkı sıkıya denetim altına alıyor. Yasaların "kapsama alanı" sadece partilerin tüzel kişiliğinin alanına giren tüzük ve kararlara yönelik olarak değil, parti yetkililerinin her türlü sözlerini ve faaliyetlerini de kuşatıyor. Henüz serdedilmemiş söz ve eylemler, hatta niyetler bile gerek görüldüğünde suç olmaktan kurtulamıyor.
RP olayı devlet partisinin otoriter tahammülsüzlüğünün son örneği. Terakkiperver Fırka'dan, Demokrat Parti'ye, DEP'e kadar farklı zaman kesitleri ve siyasi düzlemlerde şekillenmiş sayısız oluşumu bastırmak için kullanılan kaba ve saldırgan taktikler yine devrede. Yeni bir "gerekçe skandalı'' yaratılıyor. Kapatma gerekçesi olarak Sincan Davası sanıklarını ziyaret, "yasadışı başörtüsü eylemine destek vermek" gibi suçlamaların altı çiziliyor. Benzeri "müthiş gerekçelerle birlikte, her türlü tartışmayı zaid kılan bir şekilde "odak" olma nitelemesinde bulunuluyor. RP, irticai bir odak olma suçlamasıyla kapatılıyor. "Odak" kavramı devletin çok sevdiği bir kavram. Belli duyarlılıkların harekete geçirilmesi, ısıtılması ihtiyacının hissedildiği ortamlarda devletçe bolca kullanılıyor: "Vatanımızı bölmek, parçalamak isteyen bölücü, gerici odaklar", "dış odaklar", "hain odaklar" gibi. Buna hukuki bir nitelik kazandırılması ise devleti alabildiğine rahatlatacak bir gelişme. Böylece istenildiği anda, her türlü "zararlı" faaliyeti sona erdirmek için sadece bu gerekçe yeterli olabilecek. 70 yıldır kendisini içeriden, dışarıdan, neredeyse kımıldayan yapraktan tehdit altında hisseden bir sistem için bulunmaz hint kumaşı adeta.
Hukuksuz Düzen ve Darbe Hukuku
RP'nin kapatılması bilindiği üzere tekil bir olay olmayıp, devam eden bir sürecin, 28 Şubat'ta adı konulan fiili darbe sürecinin bir sonucu. Fethullah Gülen'in okullarının dahi gündeme getirildiği bu süreci, düzenin yeni hamlelerle pekiştirmeye çalışacağı kesin. İHH'nın maruz kaldığı muamele ve RP'nin kapatılışının ardından, önümüzdeki günlerde düzenin Kanal 7'yi susturma operasyonuna girişmesi süpriz olmayacak. Böylelikle, çok seslilikten egemenlerin sadece ve sadece "Kemalist koro" oluşturmayı kasdettikleri bir kez daha anlaşılacaktır. Bunun için şimdilik birtakım yasal engeller mevcut görünüyor. Fakat bu tür engellerin aşılması TC için hiç sorun değil.
Hukuk, hukuk devleti ilkelerinin hükümfermâ olduğu ülkeler için bir anlam taşıyor, kimi dönemlerde açık kimi dönemlerde ise örtülü dikta düzeninin geçerli olduğu ülkeler için değil. Bu kategorideki ülkeler için anlamlı olan şey "değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez" buyruklar ve tabii ki bunların egemenlerin çıkarları doğrultusunda ve konjonktüre göre yorumlanması.
TC'nin "konjonktürel hukuk" uygulaması o kadar garabet bir durum ortaya çıkartıyor ki, biraz ciddiyet olsa utancı sistemin efendilerinin yedi ceddine yeter de artar bile! Yakın bir örnek Eşber Yağmurderli vakıası. E. Yağmurdereli'nin tutuklanması, tam sistemin kendini Avrupa Birliği ile ilişkilerde balayı yaşandığı zehabına kaptırdığı bir dönemde gündeme gelmişti. Hatırlanacağı gibi Lüksemburg Zirvesi arafesiydi ve TC Zirve'den ümitli olduğunu gizlemiyordu. Bu ortamda E. Yağmurdereli oldukça ilginç bir usul ve "gerekçe" üretilerek tahliye edildi ve Batı'ya şirin görünme sahtekarlığı geleneği sürdürüldü. Ne var ki, Lüksemburg Zirvesi, TC için tam bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı ve AB ile ilişkiler kopma aslında bunun da sahtekarlığın bir başka boyutu olduğunu vurgulamak gerekli noktasına geldi. Ve birdenbire "hukukçular" E. Yağmurdereli'yi hatırladılar! Tekrar tutuklama müzekkeresi çıkarıldı.
Türkiye'de hukuki mevzuatın genel hukuk ilkeleri baz alınarak tedvin edilmiş olmadığı ve yazılı hukuk kurallarının da her zaman konjonktürel bağlamda yorumlandığı bilinen bir gerçek. Saçma olan şey bu gerçeğe gözünü kapamak ya da kapıyor görünmek. Aynen kapatma davası sürerken RP yöneticilerinin yaptığı gibi. Partilerinin kapatılacağının kesinleştiği durumda bile RP yöneticileri mahkemeye güvendiklerini, partinin kapatılmayacağını, hukuken bunun mümkün olmadığını tekrarlayıp durdular. Muhtemelen kendileri de bu söylediklerine inanmıyorlardı ve tutturdukları bu söylemle propaganda yaptıklarını zannediyorlardı. Fakat mahkemeye yüzlerce sayfalık savunma verme, hatta bununla da yetinmeyip ardı ardına ek savunmalar yağdırma tavrı neyin ifadesiydi?
Yassı ada yargılamalarından beri politikacıların darbeciler karşısında ortaya koydukları edilgen, aciz tutum darbe politikalarının asıl güç kaynağıdır. Bir tek kere dahi bu yargılamaların meşruiyetini sorgulama cesaret ve basiretini gösteremeyen, bilakis mevcut hali olduğu gibi kabullenip kendilerini darbecilerce belirlenmiş zeminde savunmaya, egemenleri suçsuzluklarına ikna etmeye çalışan zavallı politikacılar kervanına RP'liler de katılmış ve mukadder sonuçla karşılaşmaktan kurtulamamışlardır.
Zillete Boyun Eğenlerin Geleceği Olmaz!
RP farklı davransaydı sonuç değişir miydi? Muhtemelen, değişmezdi. 28 Şubat sürecinin, RP'yi tasfiye etmeye başından itibaren kararlı bir süreç olarak şekillendirilmiş olduğu gözden kaçırılmamalı. Ne var ki kapatılmayı engellemese de, farklı bir tutum takınmakla RP en azından bunca aşağılanmanın, hor görülmenin, tabanının şahsiyetinin bu kadar ezilmesinin önüne geçebilirdi. Kaldı ki RP takındığı şahsiyetsiz tavırla bundan sonra da benzeri muamelelerle karşılaşacağının işaretlerini vermiş, egemenlerin işini kolaylaştırmış oldu.
Fakat belki de asıl soruyu şöyle sormak daha anlamlı olacaktır: RP farklı davranabilir miydi, direnebilir miydi? Hayır! Çünkü, RP direnebilecek bir kimlik temelinde şekillenmiş bir oluşum değildir. İnsanların İslami endişeler ve duyarlılıkla RP etrafında kümelenmeleri, RP'yi İslami kimlik sahibi bir hareket kılmaya yetmediği gibi, İslami bir tavra sevketmeye de yetmemiştir, yetmez de. RP'nin geldiği nokta; sahih kimlik ve ölçüler doğrultusunda değil de, eklektik anlayışlar temelinde örgütlenen ve ne idüğü belirsiz "maslahat" kavramı çerçevesinde politikalar üreten hareketleri bekleyen akibeti ortaya koymaktadır. Sorumluluk sahibi ve samimi yönelişler içinde olan herkesin şüphesiz bu tecrübeden çıkartması gereken dersler mevcuttur!