Dar Vakitte Hidayet

İbrahim Alan

"Herhangi bahsi, sizden daha iyi yazabilenlerin bulunduğuna eminseniz, kırın kaleminizi, yazmayın."

Andre Gide

Giovanni Papini, kara mizahın sınırlarını zorladığı Gog adlı kitabında, modern insanın ihtiyacını karşılamak üzere bir roman fabrikası kurar. Seri üretimle standart mallar üreten fabrikada, halkın ihtiyacı ve eğilimi ölçüsünde roman üretimi yapılır. Papini'nin bu kurmacası, günümüzdeki roman karnavalını en güzel dile getiren ironi belki de. Genel çerçevede kitabın, özelde ise romanın, tüketim maddesi haline geldiği zamanımızda, kitap piyasasının bulvard1 romanlarla dolup taştığını gözlemlemekteyiz. Tek kullanımlık, gençlerin ilgi duyacağı türden (aşk ve çarpık ilişkiler başta olmak üzere) konuları ele alan romanlara alternatif olarak, İslamî çevrede de "hidayet romanı" şeklinde kavramlaştırılan, kökten değişimleri konu alan romanlara, her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Amacımız bu romanların pencerenin iç tarafından bakıldığında nasıl durduğunu görüntülemek.

Roman olarak ortaya sürülen bu tür kitapların birinci sorunsalının, romanı ayakta tutan dil ve kurgu öğelerinden yoksunluğu olduğu görülüyor. Kısa vadede pratik çözümler üreten bu kitapların, edebiyat adına laf yığınları üretmekten başka, sıradan okuyucunun artı hanesine en ufak bir katkı sağladığını söylemek mümkün değildir.2Huzur yazarı Tanpınar'ın bugün kanon haline gelmiş romanlarının, yakın bir zamana kadar ilgiye muhtaç olduğu bir ülkede, bahsi geçen türden romanların 500.000 gibi bir baskıya ulaşması, 6 dile çevrilmesi, bu konunun ciddi bir mesele olarak ele alınmasını gerekli kılmaktadır.

Aslında edebî ürünlerin "iktidar" kavramıyla birlikte ele alındığında ne gibi sonuçlar doğurduğunu Terry Eagleton'un Edebiyat Kuramı'ndan bu yana bilmekteyiz. Eagleton, XIX. yüzyılda İngiliz edebiyatının yükselişini, dinin başarısızlığı karşısında yeni bir bağ tesis etme çabası olarak yorumlar ve edebiyatın her dönemde ideolojik temellerinin olduğu görüşünü savunur. Çağdaşlarının büyük ölçüde tepkisini toplayan şey bu fikri değildir tabii ki. Edebiyatla ideolojiyi neredeyse koşut göstermesidir. Din ile ideolojinin ortak yönünü, ikisinin de ortak paylaşım alanlarıyla kitleleri yönlendirmesi olarak düşünürsek edebiyat da Eagletonca bir tavırla, ideolojinin aracı olmaktan öteye bir anlam taşımaz. Bunu bir adım daha ileriye götürerek "Eğer kitlelerin önüne birkaç roman atılmazsa, tepkilerini kendilerini barikatlara atarak gösterebilirler."3 diyen Eagleton, romanın toplumları uyuşturucu ve sakinleştirici yönüne vurgu yapar. Popüler kültürün ürettiği her şey gibi edebi ürünler de günümüzde büyük ölçüde bu işe yaramaktadır. Roman, ideolojinin ifade vasıtası durumuna geldiğinde ne gibi sonuçların ortaya çıkabileceğini bir örnek üzerinde incelemek istedik.

İskender Pala'nın Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk romanı, bir kitabın peşindeki serüveni anlatması bakımından biraz vakti geçmiş bir tarz olduğu yönünde eleştiriler almıştı. Halit Ertuğrul'un Kendini Arayan Adam isimli romanı da kısa sürede büyük değişimleri işlemesi bakımından aynı türdeki benzerlerinin bir kopyası durumunda.4 Pala, üslubuyla işi kotarmıştı romanında. Fakat Halit Ertuğrul'un anlatım bozukluklarıyla, kırık dökük bir dille, ele aldığı konunun kavramlarına yabancılığıyla ve Türkiye meselelerine çocuksu yaklaşımlarıyla bunu pek başardığı söylenemez. Halit Ertuğrul, otuza yakın kitap kaleme almış ve bazı kitapları ciddi rakamlara ulaşmış velud (?) bir yazar. Modern bir Ahmet Mithat Efendi olmaya hevesli. Fakat Ahmet Mithat'ın sağlam bir kültürel birikime sahip olması ve kullandığı dile hâkimiyeti onu ayrıcalıklı kılmaktaydı.

Kendini Arayan Adam, mesleğe yeni başlayacak olan genç bir öğretmenin Hatay'da bitmesi planlanan yolculuğuna dair anılarından oluşmaktadır. Daha ilk sayfalarda Ahmet Mithat kendini gösterir ve okuyucuya "güle güle git", "Allah yolunu açık etsin" şeklindeki temennilerin hangi amaçla kullanıldığını açıklar. Ve ardından maddeler halinde, öğretmenlik mesleğindeki başarıların sırlarını sıralar. İlginçtir, beş maddelik tavsiyelerin içinde, kahramanımızın "şahsına ve ilmine saygı duyduğu" büyüğünün, öğretmenlerin "nabza göre şerbet vermeyi" (s. 10) çok iyi kavraması gerektiği yönündeki tavsiyesi de vardır.

Kayseri'de bu yolculuğa bir "eski tüfek" dahil olur. "O Adam" diye nitelendirilen şahıs (Salih Gökkaya) hayatını Marksizm'e adamış, bu uğurda her tür tehlikeyi göze almış, liderlik yapmış, dünya çapında komünist liderlerle görüşmüş, ideolojisine sadık biridir. Gençliğinde "Lenin" diye anılan "O Adam", önce otobüste yolcuları eğlendirmek için şarkı söyler ve ardından "komünizm propagandası"na başlar. Otobüste, toy delikanlımızın dışında kimse bunun farkına varamaz. Kahramanımız, engin bir feraset ve hayat tecrübesiyle kötü niyetin farkına varır. "O Adam"ın böyle bir niyetinin olduğunu şu sözü ele verir: Tam bir huzur içinde, her türlü ihtiyacın karşılandığı, hayatların garanti altına alındığı bir rejimden mahrum olunduğunu söyler. Propaganda tam buraya gizlenmiştir işte. Hâlbuki kahramanımız 80 öncesinin paranoyakça tavrından sıyrılarak, söylenenleri dinlemiş olsa, "O Adam"ın bir gerçeği, yani bu tür bir yaşamın mümkün olmadığını, hayatın sıkıntılarla dolu olduğu gerçeğini dile getirdiğini görecektir. Veya romanda "O Adam"ın sözlerinden sadece böyle bir sonuç çıkmaktadır.

Eski tüfek "zehirini boşaltmaya" devam ederken otobüs, Toros Dağları'nı tırmanmaya başlar. Kahramanımızın namaz kılma ihtiyacı duyduğu bir anda, keramete bakınız ki, otobüsün iki arka lastiği patlayıverir. Delikanlı bu hadiseyi daha sonra bir büyüğüne anlattığı vakit, büyüğü ona: "İyi ki otobüs infilak etmemiş, tekerler o küfrün ağırlığına nasıl dayansın? Elbette patlar." der. Eski tüfek Salih Gökkaya, aslında pek çok yönüyle örnek alınması gereken biridir verilmek istenen mesaja göre. Candan bir arkadaş imajı vermesi, kendini çok iyi gizlemesi, kelimeleri özenle seçmesi, samimiyeti, giyimi-kuşamı, takip ettiği metod tebliğ açısından dikkate değer noktalardır. Burada roman kahramanının kendi özgün kimliğini oluşturma çabası yerine, ithal kimliklerle yamalı bir bohça yapmaya çalıştığını görürüz.

Kahramanımız Meyve Risalesi'yle önce Marksizm'in felsefî temellerini sarsar. Ardından Tabiat Risalesi, metafizik meselelerde "O Adam"ın daha önce hiç düşünemediği aklî ve mantıkî yorumlar getirir. Haşir Risalesi'yle son noktayı koyar. Felsefede "Sokrates alayı"5 denilen yöntemi kullanarak karşısındakine bilmeyen ama öğrenmeye çalışan biri imajını verir. Aslında bütün felsefî meselelere hâkimdir ama belli etmez. Belli ki ürkütmemesi gerekir. Hayatını Marksist ideolojiye adamış ellilik ihtiyar, toy kahramanımızın aktardığı inciler karşısında teslimiyet bayrağını çeker. "Müthiş bir şey! Duymadığım doğrular" şeklindeki hayret nidalarıyla karşılık verir. Eski tüfek, Osmanlıca ibareleri çok iyi bilmektedir (sıkıysa bilmesin) ve "kuru bir inada ve katı bir taassuba" sahip değildir. Yani işlenmeye elverişli bir oyun hamuru halindedir yıllanmış komünist. Konuşulanların hepsi duymak istedikleridir. Çünkü en ufak bir itiraz, kabullenmeme olmaz. Aslında "O Adam" kolay lokma değildir ama, delikanlı olağanüstü yeteneklerle mücehhezdir.

Yolcuların hepsi aç insanlardır: "Haydi ne duruyorsunuz! Sohbetinize başlasanıza." der gibi durmaktadırlar. Delikanlı, sorulan sorulara Risalelerden uygun cevaplar verdikçe, asrın Kur'an tefsirinin kıymetini daha iyi anlamaktadır. Cenab-ı Hak, Marksist zihniyetli biri karşısında "kudsi hakikatlerin haysiyetini" kahramanımızın şahsiyetinde muhafaza etmek istemiştir. Bing Bang ve evrim teorisini ve daha pek çok biyoloji, astronomi ve fizik yasalarını Risale-i Nur'dan yaptığı alıntılarla açıklamaya çalışır. Bir elmada bulunan C vitamininin faydaları, elmanın geğirtmesinin sıhhate yarar taraflarını bir bir anlatır. Ardı arkası kesilmeyen tabiattaki sırlar üzerine ansiklopedik bilgiler sürer gider.

Adana'da eve taşınan yolculuk bir üçüncü kişinin katılımıyla devam eder. On saate yakın süren sohbet üzerine yazar neden gerekli gördüğü hakkında fikir yürütemediğim şu açıklamayı yapar: "O hadise (O Adam'la yapılan sohbet) ne bombalı bir saldırı, ne insan hayatına taarruz, ne toplulukları ve kahveleri tarama ve ne de hükümet ve devlete karşı isyandı." Nedir bu, damdan düşer gibi? Öyle olduğunu kim iddia etti ki! Yani okuyucunun aklına durup dururken böyle şeyler gelmesi imkânsız. Ben safdilce bir yaklaşımla, başka sayfalarda olması gereken cümlelerin karışmış olabileceğini düşündüm.

Eski tüfek, sohbetler sonucunda Risale-i Nur'un "örneği bir daha gösterilemeyecek mükemmellikte bir tefsir" olduğu kanaatine varır. Bu konuda tabii ki sezgilerine güvenmektedir. Çünkü başka hiçbir tefsiri görmeden bu fikre ulaşmıştır hakşinas komünist. Birkaç saatlik sohbet esnasında bütün felsefesi, inancı, dünyası yıkılan Salih Gökkaya, bir anda saf değiştirmekle kalmaz, Türkiye'deki Marksistlerin vahim durumu hakkında değerlendirmeler yapmaya başlar. Kısa süreli flash dönüşlerin deniz köpüğü gibi uçucu olduğunu yok sayamayız. Bunun en tipik örneğini Hz. İbrahim kıssasında görüyoruz. Yaptıklarından dolayı Hz. İbrahim'i suçlayanlar bir an kendilerine dönerler ve "Doğrusu asıl zalim olan sizlermişsiniz." (Enbiya, 64) diyerek birbirlerini suçlamaya başlarlar. Ama bu değişim çok kısa sürelidir ve hemen ardından suçlamalar Hz. İbrahim'e yöneltilir.

İngilizce, Rusça, Fransızca ve Arapça bilen Salih Gökkaya, kahramanımız sayesinde imanla şereflenir. Yolları ayrılır ve aradan belli bir süre geçtikten sonra mektupla yazışmalarından Salih Gökkaya'nın Amerika'da bir profesörün de dar zamanda imana kavuşmasına vesile olduğunu öğreniriz. Hatta Salih Gökkaya tecrübelerine dayanarak (?) şu tavsiyede bulunur: "Risale-i Nur neşrini birinci plana almalıdır. Yoksa kâinat bu zulme dayanamaz. Kıyametin kopmasına fetva verdirmiş oluruz." (s. 120)

Yazarın, 80 öncesi dönemin siyasi buhranlarını, siyasilere has, sokak dilinde kullanılan türden "bizim insanımız" (s. 16); "beyin yıkama" (s. 17), "gençleri zehirleme" (s. 25) gibi kavramlarla izah etmeye çalıştığı görülmektedir. Düşüncelerini Risale-i Nur'dan alıntılar yaparak desteklemeye çalışan yazar, bazen işin ucunu biraz kaçırır ve roman yazdığını unutarak, makale havasına girer ve yaptığı alıntılara kaynak gösterir. (s. 61, s. 84)

Kitabın sonuna alınan roman üzerine değerlendirmeler, deterjan reklâmlarında rastlanan "Denedim ve çok kullanışlı olduğunu gördüm. Mutluyum." türünden şeyler. Kendini Arayan Adam, misyonerlerin gönderdikleri Hz. İsa filmi kadar yavan ve sıradan bir tebliğ aracı olmanın ötesinde bir değer taşımıyor dersek herhalde haksızlık etmiş olmayız. Yazarın, Halide Edip gibi, romanı yazıp bitirdikten sonra tekrar okumaya fırsatının olmadığı görülüyor. Yoksa bariz anlatım bozukluklarının farkına varmamak imkânsız: Birazını da bize vermekten kızmadın değil mi? (s. 22), Bir koltuk arkamda oturan O adam… (s. 28), Herkes nefesini tutmuş vaziyette onu dinliyorduk. (s. 29), Özel sohbet etmek için (s. 39), Halkını itaati altında bulundurmak (s. 66), "Komünizm rejim" (s. 98), "Ve ardından yaşlar gözlerine dolup geldi." (s. 101)

Edebiyat adına okuru, seviyesiz romanlarla oyalamaktan ne gibi bir fayda umulduğunu anlamak oldukça güç. Çala kalem yazılmış ve belli bir estetik değerden uzak bu romanların benzer örneklerini yıllardır, tanıdık isimler bol miktarda üretmektedirler. İşin kötü tarafı seviyenin giderek düşmesi ve üretimin -artan teknolojik gelişmelerle bağlantılı olarak olsa gerek- hız kazanması. Papini, romanında, bu gidişi abartarak, uçuk bir tavırla, fabrikasyon mal imaline benzetmişti. Ama işin daha da kötü tarafı galiba, Papini'nin bu ironisini gerçekleştirme yolunda ilerlemekteyiz.

Dipnotlar:

1- Ucuz satılan ve toplu halde basılan romanlar. Ünlü edebiyat kuramcısı Terry Eagleton bu tür romanları "zıpçıktı roman" olarak adlandırır. Edebiyat Kuramı, Ayrıntı Yay., İst., 2004, s. 34.

2- Enis Batur'un edebiyat adına ortaya koyduğu, yüzün üzerindeki kitabının ne tür gevezeliklerle dolu olduğunu M. Mukadder Yakupoğlu, Doğu-Batı dergisinde, "Entelektüel Edebiyatın İflası: Enis Batur ve Acı Bilgi" başlığıyla ele almıştı. Sayı 22, Şubat-Mart-Nisan 2003.

3- Edebiyat Kuramı, Ayrıntı Yay., İst., 2004, s. 43.

4- Hece (Türk Romanı Özel Sayısı), Sayı 65-67, Mayıs-Tem. 2002, s. 457-458.

5- Sokrates Alayı: Bu yöntemde, karşıdakinin bilgilerine önem vermekle işe başlanır ve ustaca ortaya atılan sorularla muhatap, bilmedikleri konusunda itirafa mecbur bırakılır.