Çürümüş Sistem Gerçekliğinde Beka Arayışı Trajedisi

Musa Üzer

Eskiden memlekette mafya, çete, uyuşturucu, kara para, şantaj, rüşvet, tecavüz, infaz, haraç merkezli gelişen olaylar tanımlanırken “çürümüş sistem” tespitinde bulunulurdu. Özellikle başta İslami kesim olmak üzere muhalif siyasal kesimlerin yaptığı bu sistem analizi siyasal-sosyal gerçekliği resmeden önemli bir tanımlama idi. Fakat bir müddettir post-modern zamanların ruhuna uygun tarzda kamuoyuna yansıyan Sedat Peker açıklamalarının ortaya çıkardığı görüntü tam da bu profile denk düşmesine rağmen çürümüş sistem tanımlaması pek duyulmuyor. Çünkü şaşkınlık, yaşanılanlara anlam verememe hali özellikle iktidarı destekleyen geniş kesimlerde baskın tavır. Şaşkınlıktan tanımlama evresine geçilemiyor. Öyle ya iddialar AK Parti’nin iktidarda olduğu dönemi ihtiva ediyor. Vesayetle mücadele yapılmamış mıydı, çeteler, mafya temizlenmemiş miydi? Şimdi bu iddialar neyin nesi?

Madem tutarlılık, Müslüman şahsiyetin en önemli vasıflarından biri o halde önce tespit ile başlayalım: Bir tripod, bir kameradan yansıyanlar “çürümüş sistem” ifşasıdır! Söylenenlerin yanlışlığı ya da doğru olup olmamasından evvel yansıyandır, bizatihi ilişkinin kendisi, varlığıdır dikkate alınması gereken. İktidarı destekleyen çevrelerde, dindar mahfillerde yaşanan şaşkınlık ise masum bir halet-i ruhiyeden öte zaaf ve yanlışlığın kendisine işaret etmekte. İktidarın fütursuz bir şekilde özellikle son birkaç yıldır bütün alanlarda sergilediği çürümüşlük görüntüsünü görmeyen, fark etmeyen veya gördüğü halde susalar için sergilenen yanlışlar dizisi bugün şaşkınlık olarak karşımıza çıkıyor.

Hangi düşünsel kodlar, ideolojik varsayımlar, zihinsel değişimler ve öncelikler içerdiğine; yanlışların işleyiş ve tezahürünü sağlayan ilişkiler ağına ve bunu meydana getiren yapısal işleyişe; hasılada ortaya çıkan kültürel dünyaya odaklanmadan sadece tekil olay değerlendirmesi yapmak doğru değil elbette. Yani sadece Sedat Peker’e odaklanan ya da onun niçin böyle yaptığı sorusuna cevap arayan, hadiseyi sadece Soylu’ya, Ağar’a indirgeyen yaklaşım yanıltıcıdır. Çözüm olarak bir kişi odaklı geliştirilen yaklaşımlar da aldatıcıdır bu bağlamda.

Kirli Düşüncenin Tezahürü Olarak Özcülük Hastalığı

Memlekette her ne olursa olsun, kıyamet kopsa dert etmeyen, Erdoğan ve iktidarın eleştirisine hiçbir şekilde yanaşmayan kişi ve çevrelerin olup bitenleri izah sadedinde “Bu işler böyledir!” ya da “Erdoğan pis işlerini yaptıracak böyle kişileri bulundurmak zorunda!” biçiminde ortaya attıkları yaklaşım ise aslında dert etmemenin ötesinde mevcudu meşrulaştırma görevi görmekte. Daha trajik olan yaklaşım ise “Ne zannettiniz, burası İslam devleti mi oldu?” sözünde kendinde bulmakta. ‘Devekuşu’ maalesef İslami kesimde varoluşsal bir duruma işaret eden sembol bir varlık. Hangi varlık biçimiyle ne zaman nerede muhatap olacağını insan kestiremiyor. Kuş mu, deve mi, ne zaman, nerede, kime karşı kuş, kime karşı deve? Hazretleri yakalayabilmek bir türlü mümkün değil!

Olay ve olguları saf, arı duru bir şekilde ahlak ve adalet perspektifinden değerlendirme yerine değişik angajmanlar temelinde bütün meselelere yaklaşım biçimi son gelişmede de kendini gösterdi. Ama artık mızrak çuvala sığmayacak! Hak ve adalet noktasında kaçırılmış trenden bari çok daha fazla uzaklaşmamak için en azından son Peker örneğinde ortaya çıkan çürüme olgusuna İslami kesim net tavır göstererek suskunluk zevalini yırtabilse keşke ya da olup bitenleri meşrulaştırıcı yanlış referanslara yaslanmaktan vazgeçse…

Cari Sistemin Tarihi Çetecilik Tarihidir!

Modern devlet tarihte hiç olmadığı kadar yeni bir iktidar biçimi ortaya çıkardı. Hem kurumsal anlamda hem de içerik itibariyle farklı bir olguya tekabül eden iktidar çarkı değişik birçok denklemi de beraberinde getirdi. Siyaset, bürokrasi, yargı, sermaye, medya denkleminde yer alan başka bir olgu ise mafya-çete denilen ilişki ağı oldu. Hukuk dışı ilişkiler, faili meçhul cinayetler, infazlar, uyuşturucu üretimi ve ticareti, kumar, hayali ihracat, kara para aklama, rüşvet, yolsuzluk, baskı ve zor ile tasfiyeler, mala çökme, sermayenin tekelleşmesi başta olmak üzere birçok çirkin işin örgütlenmesini ifade etmekte bu ilişkiler. Hukuk devleti olma iddiasındaki bütün devletler mafya olgusuyla hesaplaşmayı önemli bir mesele olarak gördüklerinden ciddi mücadeleler, ağır bedeller ödeyerek sorunu minimalize ettiler.

İçinde yaşadığımız cahilî sistemin de kuruluş sürecinden itibaren hukuk dışı örgütlenmeler ve politikaları temelden benimsediğini görmekteyiz. İdeolojik olarak bâtıl olması haricinde Kemalist sistem kuruluşundan itibaren çete-mafya ilişki ağlarını kullanışlı birer aparat olarak gördü. Somut manada M. Kemal’in Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’i Giresunlu çete reisi Topal Osman’a öldürtmesi örneğinde olduğu gibi daha ilk yıllardan bu ilişkiyi görmek mümkün.

Uluslaşma politikasının gereği olarak sermayenin el değiştirmesi siyaseti neticesi uygulanan Varlık Vergisi uygulaması ve 6-7 Eylül olayları ile de ‘mala çökme’, sermayenin ulusallaştırılması kirli tarihini görmekteyiz. 1974 müdahalesi sonrası Kıbrıs’ta Denktaş önderliğinde oluşturulan yapıda ise bu mafya ağırlığını ‘Türk Mukavemet Teşkilatı’ özelinde daha yoğun bir şekilde görmek mümkün. Türkiye’de 90’lı yıllar siyaset, bürokrasi, sermaye, infaz, uyuşturucu trafiği, mafya ilişkilerinin ayyuka çıktığı bir dönem oldu. Her alanda çürümenin yaşandığı bu dönem sistemin çökmesine yol açtı. Sembol bir olay olarak Susurluk’ta meydana gelen trafik kazası çürümüş sistem gerçeğini ortaya koyuyordu. İlginç olan Erbakan’ın hükümet olduğu bir dönemde, 3 Kasım 1996’da meydana gelen kazanın ilişkiler denkleminin hiçbir yerinde dindarlar yer almıyordu. Hatta denilebilir ki bilakis o sürecin de mağduru oldular.

Bu Şarkı Böyle Bitmemeli!

2002’de Erdoğan liderliğinde AK Parti’nin iktidarı sonrasında ise vesayetle mücadeleden mafya da nasibini aldı. Hukuk devleti olma yolunda atılan her adım kaçınılmaz olarak mafyatik oluşumlar ve devletin buna izin veren yapısını tasfiye çabasını beraberinde getiriyordu ki Erdoğan iktidarı bunu belli bir dönem başarı ile gerçekleştirdi. Yolsuzluklar, yasaklar ve yoksullukla mücadeleyi temel parametre olarak belirlemek haliyle asalak sürüsü gibi bütün rant alanlarına, iktidar çarklarına çöken bu unsurların temizlenmesini gerektirirken sonuçta ortaya çıkan hasıla aynı zamanda ekonomi-politik olarak ülkenin sıçrama yapmasını sağladı. Bütün bu olumlu tabloyu sağlayan hukukilik önceliği ve ısrarı ile Türkiye’nin görünümü kısa sürede müspet anlamda değişti.

Fakat Fethullahçıların ihaneti sonrası başlayan çatışma ile birlikte siyasal-sosyal yapıda değişim politikaları akim kaldı. 17-25 Aralık ile başlayan ve 15 Temmuz’a uzanan süreç başta Erdoğan olmak üzere AK Parti’nin dengesini sarsarken ray değişimi de beraberinde geldi. Erdoğan’ın o döneme kadar tasfiye etmek için mücadele ettiği ideolojik-politik kesimler yeni müttefikler olarak sahne almaya başladı. Bütün bir süreci belirleyen ideolojik hat ise 2015 yılında ilan ettiği ‘yerli ve milli’ formülü ile sağlanmış oldu. Bu ideolojik kurgu ile birlikte hem Kemalist sistemin aktörleri, vesayet rejiminin muhafızları ile ittifak ilişkisinin zemini oluşturulurken başka bir ilişki daha iktidar çarkına dâhil edildi. Eski sistemin kirli unsurları, eli kanlı aktörleri favori kahraman yerli ve milli oyuncular olarak sahnedeki yerlerini aldı.

Kemalist sistemin ta kuruluş sürecinden itibaren politik bir aparat olarak kullanmak için inşa ettiği, kurgusal “dört tarafı düşman ile çevrili, kurtuluş mücadelesi, beka savaşı” söylemini güncelleyerek hamasetle örülü bir şekilde kullanmayı çok seven Erdoğan’ın açmış olduğu ‘yolun fedaisi Reis’ prototipler siyah takım elbise, beyaz gömlek, rugan ayakkabılarıyla sahneyi doldurdu. Sedat Peker bu sürecin en iyi bilinen aktörü olarak şehir şehir gezdirilirken, en yakınındaki sarıklı, cübbeli adamlar profiliyle etkilenen, hitap edilen toplumsal kesimin kim olduğu sorusu da cevaplanmış oldu. Hem ideolojik olarak hem de tarihsel gerçekler bakımından tamamen uydurma, keyfî bir tanımlama olan yerli ve milli saçmalığı Peker haricinde Ağar, Çiller, Perinçek gibi kirli siyasetin mümtaz temsilcilerine iktidarda pay verirken büyük pastayı MHP kaptı. Bahçeli de hemencecik yerli-milli pastanın eksiği Çakıcı mumunu tamamlayarak zehr-i şirini memlekete ikram etti.

Beka İçin Öncelikli Görev ‘Beka Savaşından’ Kaçınmak

Peki, yerli ve milli siyaseti ile kirli aktörler, mafyatik unsurlar arasında nasıl ve niçin bir ilişki bulunmakta? Birincisi yerli-milli, beka savaşı gibi söylemler ideolojik-politik olarak neyin öncelendiğini göstermesi açısından belirleyici. Örneğin sabah akşam hükümete bağlı medyada bu yönde propagandanın yapıldığı memlekette hukuk, adalet, insan haklarında azami dikkat, şeffaflık, hesap verilebilirlik-verebilirlik olguları yangında ihmal edilmesi gereken ilk unsurlar olurken devlet denilen insanın uydurduğu modern canavar her şeyin üstüne karabasan gibi çöker. İktidar çarkının yamyam işleticileri fırsat bu fırsat diyerek bütün iktidar alanlarını çürütürken ideolojik mistifikasyon yoluyla hipnotize edilmiş kitleler aşk ile kendinden geçer. Dolayısıyla ilişkinin ikinci sebebi; çirkinlikleri örten, çarkı döndürmeye yarayıcı bir aparat olması.

Bütün bu olumsuz tablonun sebebi ise Erdoğan’ın yaptığı tercih. Burada temel birkaç soru yatmakta: Erdoğan Fethullahçılarla kavgadan galip çıkmak için bu kirli ittifaka mecbur muydu? Kestirmeden, kolay bir şekilde verilecek “Yapacak başka çaresi yoktu!” cevabı aynı zamanda siyasal ufuksuzluğun, kavgayı, mücadeleyi her şartta yürütebilmeye olan inançsızlığını göstermekte. Galip gelmenin her ne olursa olsun bulunduğu pozisyonu korumak olduğunu zanneden düşünce doğal savaşın hangi ilkeler üzerinde, ne şekilde, nasıl, kimlerle verildiğine odaklanmaz.

Mümtazer Türköne’nin danışman iken Çiller’e Susurluk skandalı sonrasında Abdullah Çatlı için söylettiği, “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için şereflidir!” sözü dindarların geneli için Erdoğan’ın iktidarı, devleti için güncellenmiş olmakta. Erdoğan’ın şahsına olan aşırı güvenin neticesinde özcü bir şekilde cari sistemin kimliği, kültürü ve siyasi, sosyo-ekonomik, hukuki alanlardaki yanlışların başta Erdoğan olmak üzere bütün dindar camia üzerinde çürütücü etkisi yok sayılmakta; ‘imtihan hakikatine’ rağmen.

Sedat Peker’in anlattıklarıyla ilgili Erdoğan’ın rolünün ne olduğu sorusu ise ikinci problem olarak ortalıkta dolaşmakta. Yerli-milli kültürün siyasal jargonunun tezahürü şöyle seyretmekte: ‘Reis’in bütün bu olup bitenlerden elbette haberi yoktur, olmamalı… Sanırım, galiba, kesin…' Kendi içinde paradoks taşıyan bu iddia “Erdoğan yoksa biz mahvolduk!” iddiasını yalanlamakta, çünkü var iken çoğu şeyden haberi yok. Yok, eğer var ise bu defa işler daha fena. Her türlü saçma, mantık dışı iddiayı duymaya artık alıştığımız memlekette fantastik son iddia ise şu: “Aslında bütün bunlar Reis’in kontrolünde yapıldı, bu vesile ile Soylu, Ağar, Çakıcı, milliyetçi baskıyı tasfiye edecek.” Keşke başta İsviçreli bilim adamları olmak üzere dünyanın bütün bilim adamları korona için bulmaya çalıştıkları aşı çalışmasını iflah olmaz idrak yolları enfeksiyonu tedavisi için de yapsalar… Oysa acı olan gerçek bu süreçten zararlı çıkan başta Erdoğan olmak üzere bütünüyle iktidardır. Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan süreç karşısında aynı tavrı sergilemeye devam ederse zarar aşamasından iflas noktasına geçiş durumu gerçekleşir ki bu tablo daha hazindir.

Hangi Siyasal Kültüre Talibiz?

Erdoğan’ın bu şekilde bir siyaset ve problemleri çözme tavrı sergilemesi elbette sadece yerli-milli meselesi ile açıklanamaz. Modern ulus devletin iktidar kültürünün ve cari sistemin genetiğine işlemiş Kemalist siyasal kültürün etkisi ile birlikte Erdoğan’ın tarihsel referansları da burada rol oynamakta. Milliyetçi-muhafazakâr siyasal muhayyilede bir özlem olarak başat rol oynayan ‘Osmanlı sultan kültürü’ de bu noktada olumsuz tavrın sebepleri arasında sayılabilir. ‘Dünyayı dize getiren, yedi düvele meydan okuyan güçlü sultanın’ küçücük hakikatleri görmesini, değişim iradesi ortaya koymasını beklemek safdillik oluyor. Hadi sultan görmedi, ona bazı gerçekleri söyleme vazifesi taşıyan koca koca âlimlerin yapılanlara fetva veren yaklaşımları da yine olumsuz geçmişle mütenasip kötü tecrübeleri yansıtmakta.

Tekil ve tesadüfi gelişen bir durum değildir olup biten. Görmek isteyen için Kürşat Ayvatoğlu’ndan Sedat Peker’e bir süreklilik olduğu görülecektir. Bugünü ortaya çıkaran, Tolga Ağar rezilliklerine sessiz kalan bir toplumsal vasattır. Dünyaya adeta insani bütün değerlere düşman olmak için gönderilmiş olan Perinçek gibi bir oksijen müsrifinin iktidarın talimatıyla her akşam ekranlara çıkartılması dahi bazı gerçekleri görmek için yetmedi mi? Varoluşları İslam’ın değerlerine düşmanlık olan yargı elemanlarının ve güvenlik-istihbarat adamlarının lohusalı başörtülü hanımları cezaevine tıkmasına rağmen cinayet, infaz, tecavüz, uyuşturucu, mala çökme, rüşvet, kara para aklama başta olmak üzere her türlü melanetin orta yere döküldüğü rezalete sessiz kalmalarına sessiz kalmak bütünü tamamlamakta.

Psikopat ruhlu, boğazlarına kadar çirkinliğe batmış kişileri kanaat önderi, hareket lideri diye şehir şehir gezdirip insanların can kulağıyla dinlemesini sağlayanlar hakikat planında esas olacak kavganın ne olduğunu gözden kaçırdılar. Machiavelli başta olmak üzere pragmatizm siyasetini teorize edenlerin temel yaklaşımı ahlak denilen olguya siyasal edimlerin çeperinde yer vermemek idi. Bu durum öne çıkarılan şeyin bizatihi ‘hedef’ olmasına yol açarken buna giden ‘her yolun mubah’ olmasını sağlamakta. Oysa varlıkta da yoklukta da muhalefette de devlette de bütün müminler için amellerinin nirengi noktası ahlakiliktir. Gerçek kazanç ahlakilik mücadelesini kazanmadır. Dolayısıyla iktidar kültürü ve mücadelesinde adeta bir efsane gibi anlatılan Erdoğan’ın pragmatizmi meselesi bütün bu olup bitenleri anlamada kilit kavramlardan biri iken aynı zamanda problemin kaynağına da işaret etmektedir.