Dergimizin bir önceki sayısındaki yazımıza devamla Zafer Toprak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” kitabını değerlendiriyoruz. Toprak, Cumhuriyet’in 1930’lu dönemine ilişkin değerlendirmelerinde Osmanlı’dan miras kalan geleneğin yetersizliğini ve çağ dışılığını öne çıkarır. Mustafa Kemal’in, hem dünyaya bakışı hem de iktidar siyaseti İslam dininin çağ dışılığına dayanır. Din, hayatın dışına taşınmalıdır. Buna paralel olarak İslam dininin sunduğu geniş kardeşlik ve ümmet perspektifi silinmeye çalışılır.
Bir yandan dini dışlar gözükürken bir diğer yandan Kur’an’ın kutsallığını, Mu efsanesi ve Güneş Dil Teorisi etrafında kullanacağı enstrümanlar arar. Dine duyulan husumet o kadar derindir ki Araplara diş biler, Moğolları aşağı görür. Türk milleti dışındaki oluşumları büsbütün küçümser, tam olarak anlamadığı gibi saptırır da. Zafer Toprak’ın kitabı üzerinden döneme ışık tutmaya çalışmak bu nedenle daha bir anlamlı olmaktadır.
Toprak, ‘ırk’ meselesine ilişkin yaklaşımlarının odağına, ‘etnisitenin’ 1930’lar Türkiye’sinde henüz bugünkü anlamında kullanılmadığını alarak II. Dünya Savaşı’nın o habis ırkçılığı ile malul olmadığını öne sürer. Cumhuriyetin ikinci on yılında yükselişe geçen ve adına biyoloji veya fizik antropoloji denen yaklaşımların kültür ve etnik temele henüz sahip olmadığını belirtir. Bu yaklaşımda kemik sayımlarıyla insanları tasniflere tâbi tutmanın etnik ayrımcılık sayılamayacağını hatırlatır.
Fizik antropolojisinin temel dayanağı adına ister ‘etnisite’ ister ‘Türk’ ya da ‘Pers’ densin düpedüz bilimsellik adı altında toparlanan çabalar son tahlilde ‘Türk’ ırkını üstün gören bir ana başlık altında toplama çabasıdır. Belirleyici olan bu taviz vermeyen üstünlük saplantısıdır. Tam bu noktada, çağın antropolojisini devşirmeye yönelik uyarlamaların sarıldığı bilimsel temelin zayıflığı kadar, var olan tezleri okuma ve uyarlama biçimleri başlı başına sorunludur. Milli dava olarak görüldüğünden oluk oluk paralar akıttığı için mevcut durumdan “Devlet eliyle bilim desteklendi!” diye kıvançla söz eden ve sunan Kemalist tarihçiler, fiyasko mertebesindeki sonuçlarla yeterince açık bir şekilde yüzleşmemektedirler. Ortada bugün dahi Türkiye’de bu geleneği sürdüren arkeoloji bölümlerinin en azından bir kısmı, Hititlere endeksli bir medeniyet rüyası ile hâlâ avutmaktalar öğrencilerini. Nesiller boyu armağan bu olsa gerek!
Etnisite
Etnisite ve ırk kavramlarını hem o dönem Cumhuriyet elitleri hem de bugün dönemi değerlendiren yazar ve araştırmacıların çoğu, bağlamına oturtmakta zorlanmaktadır.
Toprak, eğer Ernest Renan’ın 1883 yılında Journal Des Debates dergisinde de yer alan ve geniş etkiler yaratan ırk iddialarını derinlemesine inceleseydi, onun Aryan ve Kafkas ırkını ayrıcalıklı bir yere koyarak Araplar üzerinden Müslümanların da tarih sahnesindeki katkılarını nasıl yok saydığını dikkate alabilirdi. Renan’ın tezleri yayımından itibaren çeşitli Müslüman entelektüel müdafaanamelerin hedefi oldu. Teze cevap veren müdafiler, Arapların kültür ve din mirasına sahip çıktı, çünkü ırk temelli ayrımcılık, medeniyetleri seçkin ve seçkin olmayan bloklar haline getirerek uygun görmediğini ırk hiyerarşisinin değirmeninde öğüttüğünü görüyordu. Araplar, İslam medeniyetinin lokomotifi olduğuna göre Müslümanların geri kalmışlığı buradan açıklanabilirdi. Cumhuriyetin zihin mühendisleri, antropolojik tezlere sarılırken, esasında Renan’ın ırk teorisinin bile gerisine düştüklerinin farkında bile değillerdi. Atatürk’ün de Afet İnan’ın da kişisel ajandalarında İslamiyet’i salt bir Arap milliyetçiliği projesi olarak görmek vardı. Teşhis konulduysa çare belliydi: Türklüğe dair ne varsa, kavim, ırk, kafatası (morfoloji) üzerinden milliyetçilikti bu çare.
Bu noktada Tahsin Mayatepek’in yurtdışından sahiplenerek servis ettiği Muefsaneleri üzerinden ezoterik (bâtıni) izahların aslında Kur’an-ı Kerim’de mevcut olduğuna kadar gitti iş. Mu efsanesi, Pasifik Okyanusu’nda Türklerin atalarının yaşadığını varsayar ve Mu kıtasının bir gün ansızın batarak 64 milyon kişiyi okyanusa gömdüğünü öne sürer. Toprak, efsaneye ilgiyi şöyle anlatır: “Atatürk yaşamının son iki yılında Mu kıtasına ilgi duydu. Türk Dil Kurumu da bu kervana katıldı ve Güneş-Dil Teorisiyle birlikte Mu kıtasını araştırmaya koyuldu… Günümüzde birçok ezoterik site Mu kıtası efsanesini ve Atatürk’ü sürekli gündemde tutmaktadır. Bu arada, bu konu ile ilgili kitapçı raflarında Türkçe en az üç kitap yer almaktadır. Türkiye’de 30’lu yılların ikinci yarısında Mu kıtası efsanesi kültür etkinliklerini ve tarih anlayışını ne ölçüde etkilemiştir? Atatürk’ün bu denli önem verdiği ve çevirileri yapılarak daktilo yazımı kendisine sunulan Mu kıtası kitaplarının Türkiye’de ulusal kimlik arayışında yeri nedir? Mu efsanesi Türkiye’de dil ve tarih çalışmalarını hangi doğrultuda etkilemiştir? Tüm bu sorulara verilecek yanıtlar dönemin romantik ruhunun ne denli kapsayıcı olduğunu bizlere gösterecektir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir:Atatürk Mu kıtası üzerinde epey durmuş, zaman harcamıştı. Churchward’ın üç kitabı, sırasıyla Mu Kıtası (Kaybolmuş Mu Kıtası), Mu'nun Çocuklarıve Mu’nun Mukaddes Sembolleri, Atatürk tarafından dikkatle okunmuş, altı çizilmiş, işaretlenmişti. Özetlenecek olursa, 30’lu yıllarda Atatürk’ün ilgilendiği efsanevi Mu kıtası, yani Güneş İmparatorluğu, günümüzden yaklaşık on iki bin yıl önce şiddetli yer sarsıntıları sonucu battığı varsayılan kıtanın adıydı. Eski çağlardan günümüze ulaşan “tabletler”den elde edilen bilgilere göre Mu’lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı. Nitekim anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Büyük Uygur İmparatorluğu’ydu. Mu dininin öğretimini Naa-Kal adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir yöntemleri vardı. Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğuş inanışına dayanıyordu. Atlantis’teki din de Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildi. Bu kıtada “Ra” sözcüğü güneş anlamına geliyordu. Daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, “O” diye hitap ettikleri Tanrı’yı simgelemekte kullanılıyordu. Mu imparatoru da ‘Mu’nun güneşi’ anlamında Ra-Mu adıyla ifade ediliyordu. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır’a da taşınacaktı. Dört ırktan oluşan Mu’lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı. Mu’lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler. Telepati, durugörü, çift bedenlenme, yıldızlararası seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu’lularda olağan olarak mevcuttu...” (s.490)
Bir yandan altını oydukları dini, hurafelerin ışığında kurgulayıp -pişkinlik bu ya- kendi tezgâhlarından yeniden sunmaktan çekinmiyorlardı. Toprak, ana hatlarıyla Muefsanesi üzerinden kadim medeniyet arama çabalarını uluslararası akademik havzaya oturtarak izah etse de efsanenin dine dair ortaya koyduğu sığlık ve çelişkilere artık dayanamaz:
“Aslında bu iddiaların herhangi birini destekleyecek arkeolojik veya antropolojik bulgu yoktu. Mu dinine, kolonilerine, Uygur İmparatorluğu kolonisi fikrine ve Mu kıtasının batma şekline ilişkin iddialar da çeşitliydi. Mu varsayımını savunanlar arasında da ortak bir fikir oluşmamıştı.” (s. 490)
Islahat ve Cumhuriyet Tepkisi
İslami ıslahat ve ihya çabalarının gerçekten alternatif sunmayı hedefleyen aşağılık kompleksinden genel anlamda uzak tutumları vardır. Dünün Cumhuriyet elitleri, bugünün Kemalistleri çeşitli coğrafyalardaki ıslahat çabalarını yok sayan, en azından basite alan görüşlere prim verirler. Toprak da Cumhuriyetin seçeneklerinin azlığını savunurken, büyük bir genellemeyle şu analizi yapmaktadır: “Mutaassıp tarihçiler bin yıldan fazla süren ‘İslamlık-Hristiyanlık’ davalarının doğurduğu husumet duygusuyla, bu davalarda yüzyıllarca İslam’ın öncülüğünü yapan Türklerin tarihini kan ve ateş maceralarından ibaret göstermeye çalışmışlardı. Türk ve İslam tarihçileri de Türklüğü ve Türk uygarlığını İslamiyet ve İslam uygarlığıyla kaynaştırmışlardı; İslam öncesi binlerce yıla ait dönemleri unutturmayı ‘ümmetçilik’ siyasetinin gereği ve din gayreti vecibesi bilmişlerdi.
Burada enteresan bir durum, Osmanlı’nın millet sisteminden tek bir Osmanlı çıkarmak isteyen Osmanlıcılık akımının zamanında Türk adının anılmamasını, hatta yazılmış olduğu sayfalardan kazınıp silinmesini ilke edinmişti. Bütün bu olumsuzluklar, doğal olarak okul programlarına da yansımış ve Türklüğün çadır, aşiret, at, silah ve savaşla eşanlamlı tutulması ananesi okul kitaplarına kadar girmişti. Böylece Türk tarihi inkâr edilmiş ve unutturulmuştu. Yeni kurulmakta olan Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin aslî görevi işte bu boşluğu doldurmak ve Türk tarihinin gerçeklerinin ders kitaplarında yer almasını sağlamaktı. Bu arada, tarih yazımında son zamanlarda arkeolojinin son derece önemli bir rolü vardı. Anadolu, Mısır, Mezopotamya, Orta Asya, Kuzey Hindistan, Kuzey Çin ve Güney Sibirya’daki arkeolojik bulgular Türk tarihine yepyeni bir yön kazandırmaktaydı. Ancak bu alanlarda Türkiye’nin daha uzun bir yol kat etmesi gerekiyordu.”(s. 245)
Görüldüğü gibi bir başka milliyetçi forma bürünmüş Osmanlılık akımının bu sürümü de ümmetçi kucaklaşmanın önüne set çekmektedir. Toprak’ın tarih okuması, bütün bu olmazlar-olamazlar zincirine, Arap halkasını eklemekte gecikmiyor. Kısaca ümmet birlikteliği Arapların da katkı eksikliğinde zaten gerçekleşmediğine göre, Cumhuriyet sözüm ona en mümkün bir projeyi hayata geçirmiş oluyordu.
Ulus-devletlerin mayasındaki biriciklik için paleontolojik, dilbilim ve elde ne varsa araç olarak kullanılması sürecinde Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz yalnız değildir. 1930’lardaki devlet, artan hızla bu insan vücuduna ait tarih öncesine dayalı kalıntıları çoğu önceden tasarlanmış sonuçlara dönüştürmek isteyen bu büyük havuzdan besleniyordu. Batı’da ‘Homo Europe’ ve ‘Homo Alpin’ adlarıyla bilinen tipolojilerin, farklılıklarını Almanların Aryan ırkına karşı sentezci derinlikle koruma çabaları hayli ivme kazanmıştı. İşlenecek malzeme ve bilimsel teoriler havada uçuşuyordu ve devlet sadece işine geleni elekten geçireceği bir sisteme yatırım yapmaktaydı.
Zafer Toprak ise şu notu düşer:
“Eugene Pittard’ın Avrasyacı tezleri Avrupa’nın özellikle Cihan Harbi ertesi geçirdiği çöküntüyle yakından ilgiliydi. O güne kadar antropoloji Avrupa dışı insan topluluklarının ilkelliklerini Darwinist bir açıdan açıklıyordu. Antropolojinin doğuş nedeni özünde sömürgecilikle bağlantılıydı. Avrupa dışı ilkel insan topluluklarını inceliyorlardı. Oysa Eugene Pittard, tezleriyle antropolojinin içini dışına çeviriyor, ırkçı tezlere karşı bir tez geliştiriyordu. Bunu yaparken de tezini antropolojik ‘bilimsel’ bulgulara dayandırıyordu. Öte yandan Eugene Pittard’ın tezleri Almanya’da geliştirilen ‘arî ırk’ safsatasını da sorguluyordu. Irkların saflığı değil, karışımı uygarlığı yükseltiyordu.”(s. 168)
Sarı ırk davası Japon faşizminin adı olurken, siyasal olarak Cumhuriyet dış siyaseti buna belli bir tavır almaya çalıştı. Öte yandan, sarı ırkın Avrupa medeniyetlerine katkısı ve dolgu malzemesi olmak yolundaki açıklamaları, Cumhuriyet antropologları tarafından ‘Türklük’ unsuruyla yer değiştirerek içeriye maharetle uyarlanır:
Türk ırkına güzellemeler yapılarak Avrupa dolikosekafel insan ırkına sentezci bir tarih anlayışı marifetiyle, hem Arapların hem de halkın haksız şekilde ötekileştirildiğini görürüz. Bu yaklaşımın trajik yansıması bununla da sınırlı değil. Sarı ırk, ‘yellow peril’ tezi sadece Mançurya medeniyeti değil Avrupa medeniyetinin oluşumunda arî ırk katkısını öne sürmekteydi. Asya’nın sarı ırk halkası yerine, Türk adı yazılarak var olan tez sahiplenildi. Batıya mütemadiyen göç yoluyla ‘Alp’ insanını oluşturduğu iddia edilen süreç, sarı ırk yerine bir tür hokus pokus ile ‘Türkler’ ile açıklanmaya başlanınca adeta bir fırça darbesi ile resim tamamlanıyordu. Ne Arapların bu ırk tasavvuru ile ayrıma tâbi tutulması ne de Japon faşizminin omuzlarında yükselen sarı ırkın Avrupa’ya katkısına dair güzellemelere düşülmesi sorun değildi. Moğol ırkı gibi ‘öteki’ addedilen ırkların aşağılanması artık doğal sonuçtu. Ötekileştirme bir kere başladı mı durmuyordu.
Eğitim ve Sarı Irk
Eğitimde Kemalistlerin iki temel yaklaşımı öne çıkar. Birincisi, Darwinizm’i okullara sokarak akılcı ve profan müfredatı dayatmak. Charles Darwin’i gerektiği gibi anlamak ve eleştirmeye yeltenmek şöyle dursun, beyin yıkayıcı ve en doktriner haliyle bir üstten bakış durumu. İkincisi, Darwinizm’i de aşan tek bir tür ve ırkın üstünlüğü yerine daha sentezci medeniyetler açıklamasına sarılmak. Toprak, bu sentezci çabanın amaç olduğunu söylüyor ancak Cumhuriyet kadrolarının Türk arî ırkını veya ulus-devlet propagandasını kafalara çakma durumunu atlıyor ve bir sonuca dönüştüremiyor. Eugene Pittard ile Afet İnan arasında makasın bundan dolayı zamanla açılması sözkonusu. İnan’ın ve Atatürk’ün Güneş Dil Teorisine bağlılıklarını gevşetmeleri ulus devlet inançlarının azalmasından değil, araçlarının kendilerini taşımayacak hale gelmesinden kaynaklandığı düşünülebilir. Atatürk’ün de 1937 yılı itibariyle ‘Güneş Dil Teorisi’ ve ‘Mu Efsanesi’ gibi ezoterik temelli muhayyel külliyattan uzak durmasının vakıaya mı işaret ettiği yoksa tarihçilerin “O da sonunda anlamıştı zaaflarını!” tarzı bir yumuşatmadan mı kaynaklandığı araştırılabilir. 1930’larda Darwinizm müstemlekeci söylemin elinde koyu hegemonyaya dönüşürken, Nazilerin arî ırk dayatmasına Cumhuriyet kadrolarının Pittard eliyle sentezci bir cevap yetiştirmeleri görece bir olumluluk olarak serdediliyor. Oysa bütün bu arî ırk söylemini sulandırdığı için övülen sentezci söyleme paralel Türk denilen ırk ne pahasına olursa olsun parlatılıyordu.
Devlet eliyle gerçekleştirilen hamlelerin bu alanları çalışan akademinin büyümesinde ve hacim kazanmasında etkisi büyük olabilir ama o oranda da temelsiz ve tartışmalara kapalı bir eğitim sistemi lanse edilmek istendiği açıktır. Bugün bile Darwin tezlerinin, erken Cumhuriyet döneminde sırf ders kitaplarına girmesi dahi bilimsel atılımmış şeklinde gösteriliyor. Girdi de nasıl girdi? Darwin’in önemli bir köşetaşı bilim insanı olarak ders ve diğer okuma kitaplarında yer alması, anlaşılması, tartışılması özellikle belli seviyelerde elbette gerekir. Ama Toprak’ın yaklaşımı bu isimleri başka bir şeyi adeta tartıştırmamak, konuşturmamak adına öne sürmek olunca sorun büyük demektir. Kaldı ki Cumhuriyet’e şapka çıkaran çağdaş aydınların hemen hiçbiri bugün ne Batı’da ne Türkiye’de verilen Darwin temelli öğretilerdeki eksik ve yetersizlikleri irdelemez. Çoğu için dinin susturulduğu yerde Darwinizm’in kafalara çakılmasıdır sanki esas olan, Darwin değil.
‘Darülfünun’ Bir Vardı Bir Yoktu
Eğitim alanında Osmanlı Türkiye’sinin ilk modern üniversitesi olarak Abdülmecid döneminde kurulan (1845) bu üniversitenin kapanma ve açılmalarla çileli bir yolculuğu oldu. Darülfünun’un reformlarla iyileştirilmesi Osmanlı Devleti’nin 1860’lardan beri gündemindeydi. Fakat Şeyhülislam Tahsin Fehmi gibi isimler, üniversitelerdeki yeniden inşa hamlelerini engellediler.
Darülfünun, 1933 üniversite reformlarıyla kapatıldı. Üniversitelerde birden fazla ekol yerine egemen söylemlerini dikte eden milli eğitim anlayışı yine sorunluydu, kalıpçıydı ve dardı. Darülfünun’un geleceğine ilişkin Darülfünun matematik müderrisi Hüsnü Hamid, 1925 tarihli kitabında gelmekte olana dikkat çekiyordu:
“İnkılabcılar, Darülfünun’un ehemmiyet ve mevcudiyetini takdir ediyorlar. Ve ona mevki vermek istiyorlar. Fakat bazı inkılabcılar Darülfünun’u yakından tanımıyorlar. Bir kısımları da inkılabcılık zihniyeti ile düşünerek bir cümlede ilmin bütün feyz ve bereketiyle taşmasını istiyorlar. Ve bazıları da muhtelif taaruzların menba ve vechelerini, vekayiin ve meşguliyetlerinin kesreti arasında tayine fırsat bulamıyorlar. Velhasıl, pek kalil bir kısmı da Darülfünun’un günün birinde belki siyasete karışarak ma’kus bir cereyana alet olacağını zannediyorlar. Fakat bu doğru değildir. Bugünkü Darülfünun, itiraf etmek lazımdır ki böyle iddialardan çok uzaktadır. Ve yarın yine uzak kalacaktır.” (Darülfünun, İlim ve Demokrasi, Müderris Hüsnü Hamid Bey’in Bildirisi, dergipark.org.tr)
Hüsnü Hamid’in gelecek tahmini daha doğrusu temennisi boşa çıkacaktı. Darülfünun makûs cereyanına alet olmamıştı belki ama fişini çekenlere karşı da bir şey yapamadı.
Toprak, kitabında 1930’ların ruhunun antropoloji ile bir kırılma yaşadığını ifade ederken, Pittard’ın L’Histoire et Races kitabının basım tarihinin 1923 olduğunu unutmuş gözüküyor. Neden esasında Batı’da ortaya çıktığı dönemde belli bir etki bırakan bu tez adeta tozlu raflardan alınarak parlatılıyor? Cumhuriyet’in din ile zımni ve açık mücadelesinin buradaki payı nedir?
1932 yılında Afet İnan bir konuşma yapıyor. Bu konuşmada sadece Peygamber’e (s) değil aynı zamanda doğa ve yaratılış üzerine akla ziyan tespitlerde bulunuyor. Toprak’ın heyecanlı olarak nitelediği Afet İnan’ın bu konuşması genç bir yüksek lisans öğrencisinin ayranı kabarmış düşünceleri değildi. Yine Toprak’ın altını çizdiği gibi Cumhuriyet kurumlarının, başta Türk Tarih Kurumunun ortak ürünüydü. Yani İnan’ın sunumundaki bu ifadeler, en hakiki mürşit olarak, dine karşı bir mızrak olarak kullanılmaya çalışılan kimi bulgulara sarılmaktaydı. Ancak bu sözlerin hem sığlığı hem de hamlığının sorun yaratacağı görülmüş olmalı ki İnan 1937 yılındaki sunumda yaratılışın Allah’a ait olmadığına dek varan saldırgan ifadeleri yazılı metinlerden çıkardı. Tıpkı Atatürk’ün el yazısı ile Afet İnan’a yazdırdığı şu satırlar gibi:
“Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükseltilmesine hasretmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah'a kendi millî lisanında değil, Allah'ın Arap kavmine, gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı.” (s. 289)
İlkin ders kitabına geçmesi istenen bu sözler uzun yıllar rafta kaldı.
Antropoloji, din ile mücadele enstrümanlarından biriydi. Güneş Dil Teorisi, dil alanındaki emekler ve Toprak’ın jeolojik çalışmalarla desteklenmeye çalışılan tez olarak sunduğu 1930’ların kültür ve bilim çatısı altında toplanan yumakta büyük sorunlar vardı.
Afet İnan, brakisefal tezi dolikosefal üstünlüğünü dengelemek ve nihayetinde sentezci bir tarih kabulüne kilitlemek istedi. Ancak zamanla dolikosefallerin Afrika nüfusuyla karışık bir ırk olduğunu, bu nedenle safiyaneliğinin zedelendiğini bile söyledi. Bu durumda brakisefal ırk mensubiyeti katışıksız ‘Türkler’ tanımına oturuyordu. Sümerlere atfedilen dolikosefallik ve brakisefallik iki türlü kullanıldı. Dolikosefal kabul ağır basınca, brakisefal olduğu savlanan Türklerin ortak kafatası özelliğine ağırlık veriliyordu. Sümerler, Frigyalılar ve Lidyalılar da dolikosefal özellikler kadar, brakisefal morfolojiye sahip gösterilince Anadolu bütünüyle sanki bir ‘arz-ı mevut’ gibi şekillendiren bir beşik rolü görecekti. Sanki küçük Avrupa!
Toprak konuya şöyle değinmektedir: “İnsanlık tarihinde, günümüzden düne doğru giden dinsel yaşamı incelemek, insanlığın geçirdiği devrelerdeki yapısını da anlamaya yarayacaktı. O güne kadar bulunan belgelere göre, en eski din izleri neolitik devir ile başlıyordu. Bu tür izler büyük bir gerçeği ortaya koyuyordu. Yapılan araştırmalar sonucu, Cilalı Taş devrinin ilk din izleri güneşten alınan ilhamla doğmuştu. Güneş, toplumsal yaşamda en gerekli kurumu, dili yaratmıştı. Dil, toplumsal yaşamın bir gereğiydi. Din dahi ona uymuştu. Ve her ikisinin ilk kaynağı, Afet Hanım’ın deyişiyle ‘menşe’i, güneşin kudretiydi.”(s.450)
“Kuramıyla ‘Türk Dil Ekolü’nün temeli olan Güneş-Dil Teorisi’nin dağınık ve yöntemsiz çalışmalarına son vermiş, seziş ve buluşları antropoloji sahasına çekerek sistemleştirmişti. Türk ‘jenisi’nin, yaratıcılığının ürünü olan Güneş-Dil Teorisi’ni “Büyük Şef Atatürk”ün dehası aydınlatmıştı. Türk şeref ve istiklâlinin kurtarıcısı olduğu kadar Türk ilminin yapıcısı olan ‘Büyük Şef’, Türk Dil Ekolü’nün kuruluşunu adım adım izlemişti. O nedenle Güneş Dil Teorisi’nde Kemalist Türkiye’nin yarattığı toplumda ve edindiği zihniyette belirgin bir biçimde var olan berraklık gözleniyordu. Güneş-Dil Teorisi’yle Türk dili ilk hamlede ‘İslâmistik’ kaydından kurtuluyor, diğer bağımsız diller arasında saygın bir konum elde ediyordu.”(s.465)
İslam kaydından kurtulmak istenmesi Cumhuriyet’in Kemalist elitlerinin ülküsü. Arapları 19. yüzyılın ırk temelli açıklamalarıyla tahfif edip Türk ırkı inşa etmek işte böyle bir şey. Hele Arapların İslam’ın, dil ve medeniyet ile taşıyıcısı misyonu da varsa…
Bilim ile bilimsel safsata arasında ince çizgiden söz edebiliriz ama aynı zamanda bir içiçe geçmişlik de olduğu muhakkak. Safsatalara bulanmaya varan tezlerini, Kemalistler bilimden doğal sapma olarak telif edebilirler. Bu sapmaların dozuna ve yönüne bakınca, 1930’ların Cumhuriyet kadrolarının kanıtsal bilimden ucuz efsanelere dalarak yolunu şaşırmış şekilde bir arayışlar serüvenine girdiği ve bu girdaptan kurtulamadığı görülüyor. Irkçı ve milliyetçi söylemlere malzeme taşımaktan başka amaç taşımayan ideolojinin baskın rengi taklitçiliğidir. Taklitçilik İslami ıslah geleneğinde bile yer yer yaşayan bir illettir, fazlası ise zillettir. Ancak Kemalistlerin yaşadığı ve yaşattığı trajedi ıslah çabalarındaki bağ ve devamlılık niteliğine vurdukları darbede saklıdır asıl. Modelleri başarısız, yöntemleri özgürleştirici değildir. Bu ise sadece tarihe değil, güne dair de bir realitedir.