Referandum arifesindeyiz. TBMM’den geçen kısmi anayasa değişikliği paketi halk oylamasına sunulacak.
2007 ve 2010 referandumları, muhtemelen Nisan 2017’de yapılacak cumhurbaşkanlığı ya da başkanlık sistemi ile ilgili referanduma zemin oluşturdu. Bu süreç abartıldığı boyutuyla Türkiye’nin bekası için kaçınılmaz tek çözüm değildir. Ama sistem içinde, cumhuriyetin ilanından beri ötelenen ve aldatılan çevrenin, yani halkın ve Müslümanların önünü açmaya dönük gündem oluşturabilen önemli bir açılımdır.
Sistem içi tartışmalara katılmayarak veya protesto ederek ya da boykot uygulayarak reel siyasi akışa tepki gösterenleri bir kenara bırakarak konuya bakmalıyız. Bu referandumda Türkiye toplumunun ve Müslümanların, ümmet coğrafyasının ve İslami oluşumların lehinde veya aleyhinde olacak boyutlar vardır. Bu çerçevede müzakere ve tartışmalar kaçınılmazdır
Cahilî işleyişi ifade eden reel siyaset alanında lehimizde ve aleyhimizde olanı tartarak temas kurma yükümlülüğünün Kur’anî işaretleri ve Siret-i Resul örnekliği üzerinde birçok kez durduk. Ancak “Bu tür anayasa çalışmalarıyla tağuti sistem yenileniyor!” diyenler, çevre için alan açmaya çalışan fıtrata ve adalete yönelimli siyasileri itham ederken, IŞİD benzeri söylemlerle tekfir ya da iftira anlamına gelecek karalamalar yapıp yapmadıklarını bir kez daha gözden geçirmelidirler. Tabii ki bu uyarımız, sistem içinde insanlığın ve ümmetin maslahatı için yapılıp edilen işlerde mâsiyet boyutu görüldüğünde, bu tür seyyieleri vahyî ölçülerimiz ve akl-ı selimimiz ile eleştirmeyeceğimiz, gerektiğinde tavır almayacağımız anlamına da gelmez.
Göz önünde tutmamız gereken bir algı biçimi de şu olmalıdır: Batıcı vesayeti aşmak için yapılan ve çoğu zaman da desteklediğimiz kanunlar, haşa “Allah’la hesaplaşmak” için değil, hakka ve halka karşı işlenen cürümleri daha çok azaltabilmek için gerçekleştirilen düzenlemelerdir. Yoksa Müslimler olarak cahilî değerleri seçmek için bir “evet” veya “hayır” tartışmasının içinde değiliz ve olamayız da.
2007 Referandumunda öne çıkan konu cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiydi. Halktan yüzde 68.95 oranında evet oyu alındı. 2010 Referandumunda ise Kemalist ve askerî vesayetin baskısı altındaki Anayasa Mahkemesi’nin yapısıyla ilgili değişiklik ön plandaydı. Zulmü azaltmak yönünde yüzde 57.88 oranında oy alındı. Bu süreçlerde gücünü sezdiğimiz ama alandaki hâkimiyetini yeterince bilemediğimiz Gülenci Hizmet Hareketi de sonradan anladığımız kadarıyla kendi marjinal hedefleri doğrultusunda bu iki referandumda da “evet cephesi” için var güçleriyle çalışmıştı.
Geçtiğimiz ay yetkili-sorumlu başbakan ile yetkili-sorumsuz cumhurbaşkanı arasındaki çift başlı yönetme erkinin bütünleştirilmesi, askerî yargının feshi, yargının ve yasamanın biçimi üzerine Meclis’te 18 maddelik kısmi bir anayasa düzenlemesi kabul edildi.
Yürütmedeki çift başlılık 1961 Anayasasından bu yana vesayet güçlerinin denetlediği bir mekanizma olarak algılandı. Ayrıca tüm demokrasi ve laiklik söylemlerine rağmen vesayet güçleri, 1923’ten bu yana seküler bir dinî paradigma haline getirilen “Atatürk milliyetçiliği” müfredatı içine hapsettiği yargının ve yürütmenin şekil unsurlarına kadar müdahale edebiliyordu.
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesinden 2007 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar devletin başı olan cumhurbaşkanının kim olacağı tartışmalarını hep sivil ve askerî oligarşik yapı belirlemeye çalıştı. Bu dayatma 1989’da sivil bir inisiyatif olarak Meclis’te Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle kısmen kırıldı ama sivil iradenin istemlerine karşı ana muhalefet eksenini ise hep TSK hiyerarşisi belirledi. Ki bu oligarşik yapının icraatları karşımıza 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi ve 27 Nisan 2007 E-Muhtırası olarak çıktı.
Yeni yapılan düzenlemeye göre yürütme, belli şartları yerine getirerek seçimlere katılan ve oy çoğunluğu ile kazanan sivil cumhurbaşkanına göre belirlenecek.
Yargı ve yasama organları üzerinde ise vesayetin gizil inisiyatifi ve yönlendirmesi yerine, yeni kurulacak cumhurbaşkanlığı sistemi ile meşruiyetini halkın çoğunluk oylarından alan cumhurbaşkanının rolü daha çok ön plana çıkacak. “Yargı cumhurbaşkanına bağlanıyor” dense de yargı kurumlarına atamalarda eski statükonun birbirine eklemlenerek gelen oligarşik belirleyiciliği durdurulacak, atamalarda inisiyatif daha çok halkın büyük çoğunluğuna dayanan cumhurbaşkanına geçecek.
Tabii ki yargı atamalarındaki inisiyatif konusunda “Eski statükonun birbirine eklemlenerek gelen oligarşik belirleyiciliği yerine, halkın büyük çoğunluğuna dayanan cumhurbaşkanına geçmesinden daha adil ve daha katılımcı bir çözüm olamaz mı?” sorusu da sorulabilir. Ama unutulmaması gereken husus, henüz rejimin laik ve Atatürkçü normlarının sahnesinde olunduğudur; bu tartışmanın doğal hukuk dairesi içinde veya vahyin şer’i ölçüleri içinde yapılmadığı veya yapılamadığıdır.
Kısmi anayasa değişimiyle ilgili tartışmalarda cumhuriyet aynı cumhuriyet; ama CHP’li ana muhalefet başkanı öfkeyle kalkıyor ve “rejim değişikliği”nden bahsediyor. Yetinmiyor, 8 Ocak’ta Parti Meclisi toplantısında Fethullah Gülen veya küresel sermayenin tetikçi medyası ve medyacıları gibi 15 Temmuz Darbe Girişimiyle ilgili darbenin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bilinen ve kullanılan bir komplo olduğu iddiası anlamına gelecek şu vurguları yapıyor: “15 Temmuz kontrollü darbe girişiminden sonra, 20 Temmuz'da gerçek darbe yapıldı. 20 Temmuz’da hiç kimsenin unutmaması lazım. Parlamentodan OHAL yetkisinin alındığı tarih.” Bu beyan ya yalan ya ahmaklık ürünü. Eğer beyan doğruysa 15 Temmuz Darbesi Girişimine karşı 7 Ağustos günü yapılan 5 milyonluk Yenikapı mitinginde CHP Genel Başkanı’nın ne işi vardı?
CHP, değişikliğin ne getirip ne götüreceği konusunda kamuoyunu makul bir dille aydınlatmak veya uyarmak yerine, adeta FETÖ gibi vesayet aktörlerini harekete geçirecek ajitatif bir dil kullanıyor. 18 maddelik anayasa değişimiyle ilgili tartışmaların iki ucuna da baktığımızda konunun 15 Temmuz Darbe Girişimi ve direnişi ile de doğrudan irtibatı belirginleşiyor. FETÖ ile irtibatlı ya da irtibatlı olmayan vesayet güçleri kullandıkları çarkların direksiyonundan uzaklaşacakları bir sürecin farkındalar ve mantık dışı tepkiler gösteriyorlar. Ancak ideolojik merkez karşısında imkânları kısıtlanan ya da yasaklanan çevreye alan açmaya çalışan bu değişimin taşıdığı riskler de eleştirilecek boyutları da var.
Çevrenin Merkeze Karşı İki Hattı
“Çevre” ve “merkez” ayrımını, Şerif Mardin’in kullandığı Batılı sosyolojinin kalıplarıyla yani “eklemlenme, moderniteyle kucaklaşma, ötekinin yerini alma” şekliyle değil de kimliksel aidiyetler açısından ele almalıyız. Halk desteğine dayanarak Türkiye’nin hukukileşmesi yolundaki adımlarını, çevrenin merkezde yer almaya başlaması olarak değil; çevrenin, ideolojik merkezin oligarşik gücünü geriletmesi olarak okuyabilmeliyiz.
Ayrıca çevrenin kazanımlarına da Müslümanlar açısından tabii ki iki hat olarak bakabilmeliyiz. Bir hat, reel siyasetin içinde merkezde kendine yer açan ve merkezdeki oturuşunu halka ve hakka hizmet için gerçekleştirmeye çalışanların çizgisidir. Diğer hat ise kimlikleri baskılayan merkezin eklemleyici fonksiyonuna karşı ilkeleriyle sosyolojik merkezin dışında, yani çevrede sivil olarak varlığını ikame etmeye; özgürlük, ıslah ve inşa çabalarını kendi öz gücüne dayanarak ve merkezle menfaat bağlantılarından bağımsız olarak yerine getirmeye çalışanlardan oluşmaktadır.
Çevre açısından bu iki hat birbirinin rakibi değil, tutarlılık bağlamında birbirinin imkânıdır. Reel siyasetin pragmatizmi içinde faaliyet gösterenler sahih planda kimliksel inşayı başaramazlar. Ancak çevrenin imkânlar, haklar ve özgürlükler bakımından nefes almasına; kendini tedrici olarak yeniden inşa etmekte öncülük yapacak özgün güçlere alan açabilirler. Çünkü reel siyaset hak temelli kimlik inşası ve ihyası yeri değildir. Reel siyasetin ölçüleri, İslami olarak değil, İslami söylemlerimizi ötekileştiren egemen cahilî statü tarafından belirlenmiştir.
Reel siyaset alanında önemli olan çevreye ne kadar yer açıldığı, özgürlük alanlarının ne kadar genişletildiğidir. Çevre adına hareket ettiği iddiasında bulunan bütün kitle partileri bir imkândır. Ama bu seyirde araçlaşan kitle partilerinin (AK Parti örneğinde olduğu gibi)elemanlarının da reel siyasette ne kadarının resmi ideoloji söylemleriyle, ne kadarının menfaatleri ve ekonomik lobiler için, ne kadarının da çevreyi imkânlı kılmak amacıyla mücadele ettikleri her daim takibe, tartışmaya ve uyarıya açık bir konudur.
Reel siyaset içinde rol alan çevre temsilcilerini uyaracak veya çevrenin, Müslümanların, ümmetin dertlerinin giderilmesi için reel siyasetin icaplarına göre değil, hak ve özgürlüklere göre baskı unsuru oluşturacak hat ise bağımsız duruşu, kendine yeter olmayı, ıslah ve inşa hedefini birincil gaye edinmeyi gerekli kılar. Hakkın ve salim aklın sesi olmaya çalışan bu bağımsız güç, öz gücünü reel siyasetin kulvarlarına göre değil, İslam’ın evrensel sabitelerine göre belirlemeye, tanıklaştırmaya, yaygınlaştırmaya; ümmeti ve insanlığı tedricî olarak uyandırıp dönüştürmeye çalışır. Çevrenin ortak ve tarihî değerlerinden bahsetmek, sınırları aşan gönül coğrafyamızdan bahsetmek reel siyaset içinde bir özlem veya söylemdir ama ideal siyaset veya ilkeli bir var oluş için hayatın, mücadelenin ve özneleşmenin ta kendisidir.
Çevre adına veya çevre içinde rol almaya çalışan reel siyaset hattının misyonu ve eklektisizmi, ilkesel varoluş hattından birçok konuda kopar. Birisi öncelikli kimlikleri farklı bileşenlerle birlikte, yaşanılan sistemde dayatan realitenin baskı, zulüm ve yasaklarını aşma ve yürünecek yolun üzerindeki dikenleri temizleme mücadelesini öncelerken; öteki ise ortak İslami değerlerimizle yeni bir medeniyet inşasına yürüyeceğimiz ilkelerin yaşanılır ön örnekliklerini sergilemeye ve sahih şahitlikler yapacak dava adamı yetiştirmeye ve uyarılarıyla reel siyasette yürüyenlerin vicdanı olmaya çalışır. Bu iki hat birbirinin rakibi değil, diyalog ve müzakereyi önceledikleri oranda birbirinin tamamlayıcısı, uyarıcısı konumundadırlar. Ama ilkeleri eklektik ve tevilci olmak zorunda olan reel siyaset hattı, bağımsız İslami oluşum ve irfan mekteplerinden uzaklaştığı ya da yabancılaştığı oranda, fikrî paydaşlığını merkez ideolojiyle kurmaya başlar. Bağımsız İslami oluşumlar ise duruşlarını bozup çevrenin partisidir diye, partici olmaya başladıklarında da öz güçlerini dağıtmış ve reel siyaset içindeki dostlarının “haklısına haklı, yanlışına yanlış” deme gücünü de yitirmiş olurlar.
Reel siyaset içinde olup da adaletle davranmak zorunda olduklarımızdan beklediğimiz en önemli konu, I. Dünya Savaşı’ndan bu yana seküler ulus toplumlara ve sınırlara bölünmüş mekânlarımızı, hiç değilse Mekke dönemi Müslümanları bağlamında Habeşistan şartlarına dönüştürebilmeleridir. Bağımsız kimlikli Müslümanlara düşen ise ümmeti yeniden diriltecek olan şura temelli bir birliktelik ve tanıklıkların cazibe üretecek nitelikli modellerini oluşturabilmeleridir.
Dağılmış ümmet yapımızı uyandırmak ve yeniden diriliş için yaşadığımız küresel süreçte ön yargısız, ıslah adabı ve edebi içinde bakıldığında görülecek olan vakıa, bu iki hattın birbirine olan ihtiyacıdır. Bu iki hattın birbirine karşı yapıcı diyalogu ve özeleştiri sürecinin işlemesi önemlidir. Bu ihtiyacı kavramayan çevredeki bağımsız kimlik kaygısı içinde olanların fıkıhsızlığı gibi; bu ihtiyacı hissetmeyen reel siyasetin de artık sosyolojik merkeze tutunmaya çalıştığından ve çevreyi unuttuğundan veya aldatmaya başladığından bahsedebiliriz.
Süreci kazanmak da riske sokmak da ortak değerlerimize hizmet etmek kaygısı taşıyanların ihtiyarındadır.
İki Hattın Ortak Kazanımları
Türkiye’de iç ve dış vesayetten kopma mücadelesinin resmi ideolojiye karşıt olan çevre içinde farklı eğilimden taşıyıcıları hep oldu. Bazılarının karşıtlığı duygusal ve geçici, bazılarınınki ilkeseldi.
“Ümmetten bir ‘millet’ yarattık” mottosunu içselleştiren ilerlemeci solcuların ve liberallerin, Türkçü ve Kürtçü ulusalcı muhaliflerin vesayet rejimine karşı çıkışları ilkesel değil, geçici veya duygusal ve pragmatiktir. Zira ümmeti Batılı paradigma istikametinde parçalamaya çalışan ulusçuluğu benimsemiş olanlar veya aynı paradigmanın seküler felsefi akımlarını içselleştirenler, zaten ilerlemecilik kılıfına sarılan tepeden inmeci vesayet teorisini de içselleştirmektedirler.
Türkiye Müslüman toplumu veya Anasır-ı İslam, tarihî süreç içinde zaafa düşse de onun tarihî akış içinde sahiplendiği ortak değerleri hâlâ uyanışın ve dirilişin tek evrensel kriteridir. Bu ölçüler Müslümanlara seküler değerlerden arınma ve hicret yolunu gösterirken; seküler temelli ulusçuluk dâhilher türlü cahiliyeye ilkesel olarak “La”, “Hayır” deme sorumluluğunu da getiriyor. Dolayısıyla Müslümanlar için iç ve dış vesayete karşı durmak geçici veya duygusal bir pozisyon değil, ilkesel bir tavırdır, ibadettir.
Sistem içi mücadele hatlarında olanların mağlubiyet psikolojisini aşma çabaları, 15 Temmuz2016 direnişi ile özgüven yükselişine dönüştü.
Varoluş sürecinde özgünlüğü ya da reel siyasette yol açmayı önceleyen iki hattın mensupları da15 Temmuz gecesi ortak tavır içindeydiler. Sentezci kimliklerden arınamamış ama yabancı güçlerin ve vesayetçilerin paryası olmaya da razı olmayan onurlu insanlar da 15 Temmuz’da barikatların bileşenlerinden oldular ve mağlubiyet psikolojisini aşan direnişçi tutumlarıyla özgüven ruhuna katkı sağladılar.
1856 Islahat Fermanı darbesi ve Osmanlı yapısının çözülmeye başlamasından bu yana ordunun 160 yıllık darbeci ve layüsel yapısı 15 Temmuz Direnişi sayesinde ciddi anlamda güç kaybına uğradı. TSK, Erdoğan tarafından OHAL imkânıyla hukuki denetim altına alındı. Anayasa Kısmi Değişim Paketi ile de TSK’daki otonomik yargı sürecinin feshedilmesi gündemde.
Kazanım Sürecinin Riskleri
Merkez olmak veya merkeze doğru yürümek, “dışlanmış çevre”den kurtulma kompleksini ifade eder. Ama merkeze karşı çevreye alan açma özgüveni ise yerel ve küresel vesayete karşı hak ve adalet temelli yeni bir alternatif arayışının istikametidir. Anayasal mevzuatı değiştirme sürecinde “Artık biz merkeziz, biz devletiz” diyen yaklaşımın “Dünya 5’ten büyüktür” mottosunu ne kadar kavradığı sorusu bir teyakkuz halini gerektirir.
Çevreden gelip iktidardaki konumları için “Artık devletiz” diyenler, “Tabularla dolu mevcut sistemdeki değişimi durduracaklar mı?” ya da “İçinde asabiyet umdeleri taşıyan Anayasa’nın ilk dört maddesine dokunmamak konusunda kararlılar mı?” sorularına muhatap olacaklar ve tabii ki hak, adalet ve çevredeki özlemler boyutuyla eleştirel sorgulamaya tabi tutulacaklardır.
Eklektik ve mazeretçi bir kimliğin ifadesi olduğunu düşündüğümüz “muhafazakâr demokrat” söylem de riskler taşıyor. Bu söylemin taşıyıcıları, kimlik edindikleri bu söylemi oy aldıkları tabanın ortak değerlerinin ölçüleriyle müzakere etmeye mütehammil olmalıdırlar.
Kökü Lozan Antlaşması dayatmasına dayanan kanuni düzenlemelerden bağlı olduğu darbe anayasalarına kadar reel siyaset alanı hak ve özgürlükler açısından mayınlarla doludur. Reel siyaset alanının, çevrenin kimliği, hakları ve idealleri doğrultusunda değerlendirilen ve dönüştürülmesi gereken bir geçiş aracı olduğu görülmelidir. Reel siyaset alanında olup da bu gerçeği kavrayamayanların vesayetle mücadelesi de ilkesel değil, duygusal ve konjonktüreldir.
Başbakan Binali Yıldırım’ın 15 Temmuz’dan sonra birliktelik görüntüsü vermeye dönük “Darbeciler Atatürkçü değildir.” ifadesi, cumhurbaşkanlığı sistemiyle ilgili anayasa paketinin rejim değişikliği ile ilgili olmadığını vurgulamak için Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın muhalefeti iknaya dönük “Atatürk anayasasına geri dönüyoruz.” şeklindeki açıklaması AK Parti kurmayları arasındaki perspektif sıkıntısını ortaya koymaktadır.
Bu tür tezviratlar MHP’yi ittifak çizgisinde tutmak için söyleniyorsa, “Kanımız aksada zafer İslam’ın!” söylemine sahip bir gelenek için bu beyanlar mizah konusudur. CHP Kemalizmi için de “Dersim katliamı” diyen ve “İstiklal Mahkemeleri zulmü”nden bahseden bir Cumhurbaşkanı’nın arkasında duran AK Parti temsiliyeti açısından da bu beyanlar sadece takiyye veya iki yüzlülük olarak algılanır.
Reel siyaset içinde birliktelik görüntüsü arayışını anlamak mümkün ama birliktelik adına sığınmacılık refleksleri, ayrıca İslami olanı veya İslamcı damarı küçümseme yaklaşımları hikmetsiz ve zararlı komplekslerdir.
Erdoğan’ın taşıdığı vesayetten kurtulma misyonunu kavramak konusunda yetersiz ve süreci iyi okuyamayan veya reel politikanın pragmatizmine kendini fazla kaptıran bu tür yaklaşımlara da yine Erdoğan çekidüzen veriyor. Anayasayı kısmi değiştirme paketi sonucunda eğer halk oyu ile seçilirse yürütme konusunda daha fazla inisiyatif alacak olan Erdoğan’ın “tek adam olacağı” korkutması ile yapılan “diktatörlük” vurgularına atıfta bulunanlara verdiği cevabı, aynı zamanda Atatürkçülük tezviratlarına kapı aralayan arkadaşlarını da düzeltici mahiyette. Erdoğan, 12 Ocak tarihli beyanında şunları diyordu:
“İkide bir tek adam tek adam diyorlar. Ne tek adamı ya? Bu ülkede bunun kaynağında siz varsınız siz. Bu ülkede CHP'li başkanların valilik yaptığı dönemleri biliriz biz. Eğer daha da geriye giderseniz asıl tek adamcılığı orada görürsünüz. Ben o kadar eski defterleri açmak istemiyorum. Ama gerekirse o defterleri de açarız.”
Bu vurguya baktığımızda “Erdoğan’ın daha fazla iktidar sahibi olmak istemesi tek adamlık kompleksi veya insanları biate zorlama ihtirasından mı yoksa çevre, Türkiye toplumu, Türkiye ve İslam dünyası ile ilgili endişelerinden mi kaynaklandığı” sorusu, reel siyasetin çıkmazlarını aşmak için inisiyatif alma algısını daha fazla ön plana çıkartıyor.
2007 ve 2010 referandumlarıyla vesayetçi yapıyı geriletme hamleleri başkanlık sistemi tasarımıyla devam ettirilmek isteniyordu. Ama Meclis’te yasal mevzuat sınırları içinde bu tasarıyı fiiliyata geçirecek sayısal bir imkân da görülmüyordu. 15 Temmuz Darbe Girişimi MHP’yi hem kendi yapısal geleceği hem ülke bütünlüğünün bekası anlayışı içinde AK Parti’ye yakınlaştırdı. Anayasa’nın layüsel ilk dört maddesine dokunmamak şartı ile kısmi anayasa değişim paketine MHP destek verdi.
Reel siyaset alanına zorunlu ilgimiz, ıslah ve inşa sorumluluğumuzun merhaleleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bağımsız İslami oluşum ve mücadele hattı için geleceğe yürüyüşümüz, ideal ilkelerle ama reel olanı da basiret ve hikmetle okuyarak gerçekleşmelidir.
Erdoğan’ın yürüyüşüne destek verenler, onun taşıdığı vesayetten kopma misyonuyla kendilerini paralelleştirdikleri kadar, belediye başkanlığı yaptığı 1994’ten bu yana halka hizmet başarısını takdirle karşılayanlardır da.
Muhtemel Nisan 2017 Referandumunda muhalefet “tek adamlaşma” söylemini ön plana çıkartacak. Ama muhalifler “Atatürk ilke ve inkılâpları”nı parti tüzüğünden cumhurbaşkanlığına, mebus ve memur olma yeminine kadar dayatan tek kişi ideolojisinin totaliterliğini aşmaya çalışan insanın diktatör olduğuna kitleleri nasıl inandıracaklardır? Ya da bu ideolojik dayatma yemini ile iş başına geçmek zorunda kalan bir cumhurbaşkanının,“Andımız” mantığı ile oluşan vesayet yapısına nefret duyan kitleler karşısında tarafsızlık ilkesine uymasını nasıl ayarlayacaklardır?
Erdoğan’a vakıasız fıkıh ve yanlış bir tarih algısı içinde “halife” imalarında bulunan romantiklerin veya reisçilik baltasıyla müzakere, hikmet ve özeleştiri bağlarına saldıran tetikçi trollerin Türkiye’deki normalleşme sürecinin tekerleğine çomak sokmaları da başka bir insafsız tablo. Tabii ki bu kara tablolar karşısında da uyarılar ıslah adaplı ama yüksek sesle yapılabilmelidir.
Şüphesiz 18 maddelik Anayasa değişim paketi üzerinde yapılacak eleştiriler var. 18 yaşında mebus olma maddesi, Meclis’te mebus sayısını 600’e çıkartma hamlesi psikolojik rüşvet boyutunu hatırlatıyor. Cumhurbaşkanına, yardımcılarına ve bakanlara Meclis’te sözlü soru sorulamaması, ayrıca yürütmeye Meclis soruşturması açılabilmesi konusundaki oy oranlarının yüksekliği ile Meclis’in denetimine sınırlamalar getirildiği algısını öne çıkıyor. Paketteki 12. Madde ile “sıkıyönetim” ve “kısmi ve genel seferberlik” halleri kaldırılırken kararname çıkartma yetkisini de üzerine alarak OHAL ilanında tek yetkili kişinin cumhurbaşkanı olmasının bazı şaz durumlar ve sonradan seçilecek cumhurbaşkanının “ne”liği ve “kim”liği açısından tedirginlik oluşturucu.
Ancak Kemalist vesayetçi yapıya ses çıkarmayan muhalifler MHP kitlesini “Bu değişimin arkasında özerk bölgesel yönetimlere geçmek var!” tarzında spekülatif niyet okumalarıyla tedirgin etmeye çalışırken, İslami kesime de “şura” ayetini hatırlatarak başkanlık-cumhurbaşkanlığı sistemine destek vermeme yönünde zemin oluşturmaya çalışıyorlar.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Haber Türk’te Fatih Altaylı ile yaptığı canlı yayında şöyle buyurduğunu Milli Gazete’nin manşetinden okuyabiliyoruz: “Anayasa değişikliği İslam’a aykırı!” Milli Gazete bu fetvayı Kılıçdaroğlu’nun şu sözlerinden çıkartıyor: “İnanç açısından da doğru değil, demokratik açıdan da doğru değil. … Efendim İslam’da istişare vardır, esastır. Oturur konuşursunuz. Burada öyle bir şey yok. Her şey bir kişiye bağlı.” Böylece CHP lideri bu atraksiyonuyla SP’yi ağa düşürüyor ve onlar da “Hayır” cephesinde yer alacaklarını açıklıyorlar.
Eski İslamcısından, Milli Görüşçüsünden, MHP tabanındaki Akşener-Gülen çizgisinin etkisindeki Türkçüsünden, FETÖ ile ilgili mağduriyet yelpazesinden “Vesayet çizgisinin ‘Hayır’ cephesine ne kadar oy devşirilirse o kadar iyi” diyen bir statüko savunucusu hareketle karşı karşıyayız.
ANAR’ın anketine göre halkın yüzde 78’i farklı derecelerde de olsa anayasa değişikliği konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarını söylemektedirler.
Şüphesiz daha katılımcı bir anayasa; çevre adına konuşacakların önünün açılacağı daha güçlü ve yetkili bir Meclis istemi; daha şeffaf ve yapıcı eleştirilerle zenginleşen değişim süreci konularındaki serzenişler ve yıkıcı olmayan eleştiriler beklenen sorunların habercisi. Kimlik dayatması açısından 2005’te hazırlatılan anayasa taslağını bile aratan bu yeni düzenleme tabii ki yeni dönemde yeni revizyon ihtiyaçlarına gebe.
Zaten hukuktaki norm koyma kuralını ele alan doğal hukuk da öyle demiyor mu? “Toplumun ihtiyaçları değiştikçe normlar da değişir.” Bize düşen değişimi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirebilmektir.
Bu süreçte iktidar pozisyonuna bakışımız da çevrenin haklarını teslim edip etmemesi ve istikbale adil bir ortam hazırlayıp hazırlayamadığı noktasındandır. Reel siyaset içinde beklediğimiz resmi ideolojinin siyaset sahnesinde hakkı ve adaleti gözetebilecek basiret erbaplarının mahir açılımlarıdır. Örnekliğimiz ise bir beklenti. Mekke dönemi cahilî şartları içinde açık ilkeleri ve kimlikleri ile sistem içi araçlardan da yararlanarak 14 asırlık bir ümmetin nüvesini mayalandıran sosyal gerçeklik modelini, bugünkü küresel kuşatma altında yeniden nasıl sosyalleştirebileceğimiz ve ilkelerimizle birlikte imkânlarımızı nasıl seferber edebileceğimizdir.
Asıl olan bu stratejik hattın istikametinde olabilmektir. Bu çağrıya kulak kabartan reel siyaset hattı, bu istikamete yol açtığı veya açabildiği oranda gönül coğrafyalarımızdan destek bulacaktır. Zira ümmeti uyandırma, ıslah ve yeniden inşa hattının, reel siyasette çevrenin önünü açacak çizgiye/hatta göstereceği hayırhahlık ve yardım güdüsünü, Rabbimizin “adaletli olma” ikazıyla irtibatlandırabiliriz.