Korkulan oldu ve gerilimli sessizlik bir kere daha yerini patlayan bombalara, silah seslerine bıraktı. Vaziyet uzunca bir süredir yoğunlaştığı görülen kara bulutların, çakan şimşeklerin, gök gürültüsünün ardından gelen şiddetli yağışı andıran bir görüntüyü yansıtmakta. Adım adım belirginleşen bu halin ortalığı kasıp kavuran bir sele dönüşmesi ihtimali ise kaygıları daha çok artırmakta.
Oysa liberalinden solcusuna, ulusalcısına, hatta entelektüel seviyesi bir hayli yukarılarda seyreden ‘İslami kesim’den birtakım aydınlara kadar memleketin okumuş yazmış çevreleri arasında HDP’nin ciddi bir başarı elde edip barajı geçmesi ne kadar da iyimser rüzgârlar estirmişti! HDP’nin aldığı yüksek oy oranının ‘Kürt siyaseti’nin Türkiyelileşmesine katkı sağlayacağı, Mecliste güçlü bir oranda temsil edilen bir hareketin silahlı mücadeleyle arasına mesafe koyacağı, dar manada milliyetçi kulvara sıkışmayıp geniş kitlelerin özgürlük ve haklarının savunuculuğunu üstleneceği vb. tezler bolca dillendirilmişti.
Hepsi boşa çıktı. Daha seçim gecesinden itibaren Kandil’den ardı ardına gelen talimatlarla Selahattin Demirtaş’ın şahsında herkese yeri net biçimde hatırlatılmış, asıl patronun kim olduğunun altı çizilmek suretiyle herkes gayet kaba bir dille hizaya girmeye çağrılmıştı. Ve kısa süren iyimserlik hali meydan okumalarla, tehdit mesajlarıyla gerilen atmosferde patlayan bombaların, silahların ardından yerini yeniden çatışma ve savaş görüntülerine bıraktı.
Vaziyetin can sıkıcı olduğu açık ama şaşırtıcı olduğu, sürpriz olduğu söylenebilir mi? Hayır! Yaşananları dikkatli bir gözle izleyenler ve bilhassa da muhatapların kimlikleri ve niyetlerinin farkında olanlar açısından hiçbir şekilde beklenmedik bir gelişme ile karşılaşıldığından söz edilemez. Had safhada sorunlu ve ilkesiz bir kafa yapısı ve bunun ortaya çıkardığı ölçüsüz pratiklerle karşı karşıya olunduğu ortada.
İlke ve Değer Tanımayan Bir Anlayış
6-8 Ekim 2014’te olanları hatırlayın! Kobani’nin IŞİD’in eline geçmek üzere olduğuna dair haberler üzerine bir anda Diyarbakır’dan İstanbul’a kadar ülke sathında sergilenen ‘sistematik çılgınlık’ hali nasıl bir zihinsel ve örgütsel yapılanmayla karşı karşıya olunduğunu ortaya koymaya yeter.
Aynı kafa yapısı olanca acımasızlığı ve ölçüsüzlüğüyle bir kere daha sahnede. Suruç’ta IŞİD tarafından gerçekleştirilen katliamın hesabını sormak adına yapılan eylemlere bakın! Ceylanpınar’da evlerinde enselerinden kurşunlanan polisler; sırf dinî hassasiyetleri ve görünümlerinden ötürü IŞİDçi diye yaftalanıp çocuklarının gözü önünde öldürülen Müslümanlar; trafik kazası ihbarıyla tuzak kurulup öldürülen güvenlik veya hasta var anonsuyla çağrılıp kaçırılan sağlık görevlileri; kundaklanan tırlar, araçlar, belediye otobüsleri vs.
Ve dillerde her zamanki gibi barış kavramı! Orwell’in 1984 adlı ünlü eserinde resmettiği gibi kavramları ters yüz etmeyi esas almış bir tutum mevcut. Savaş barıştır! Tahakkümse özgürleştirme!
Beklendiği üzere olan biten her şeyden, ölümlerden, acılardan Hükümet sorumlu tutuluyor. Malum kafa yapısına göre gelişmeler başkanlık hayali suya düşen Erdoğan’ın ve iktidarı yitiren AKP’nin içeride dışarıda savaşa sarılması olarak yorumlanıyor. Sol, liberal, laik, ulusalcı geniş bir yelpaze içeren hükümet karşıtı çevrelerin tüm kamuoyunun, dünyanın gözleri önünde yaşanan bu görüntülere ilişkin yorumu işte bu kadar basit, sarih ve tartışma götürmez! Doğrusu bu kafa yapısının olan bitene koyduğu şu teşhis bize yüz yüze olduğumuz zihniyet sorununun, bugünlerde bolca karşılaştığımız vandalizm manzaralarının figüranlarıyla ilgili bir hastalık, sokakla sınırlı patolojik bir rahatsızlık olmadığını, derin bir kimlik ve karakter sorununa tekabül ettiğini net biçimde göstermekte.
Bütün milliyetçiliklerde olduğu gibi Kürt milliyetçiliğinin yol açtığı bir çürüme olgusu ile yüz yüzeyiz. PKK hareketinin öncülüğünü yaptığı bu oluşum tam bir ifsad olgusuna tekabül etmektedir. Düşünsel bulanıklık, kavramsal sefalet ve eylemsel sapkınlık adeta bir girdap oluşturmakta ve geniş kitleleri içine alıp yutmaktadır. Bünyesinde barındırdığı tüm zaaflarına rağmen insani değerler ve İslami hassasiyetler açısından belli bir seviyeye, niteliğe, saygınlığa sahip bulunan geleneksel kimliği parçalanan Kürt halkına yoğun propagandalar ve dayatmalar eşliğinde tutarlılıktan, adaletten ve erdemden uzak yeni bir kimlik giydirilmektedir. Ve bu cahilî sürecin ortaya çıkardığı tüm göstergeler can sıkıcı, yürek yakıcıdır.
Şüphesiz konjonktürel gelişmelerin etkisi ve küresel güçlerin de beslemesiyle ivme kazanan Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkardığı kirlilik halinden şikâyet etmemiz bu coğrafyada on yıllardır zalimce, ahlaksızca dayatılan Türk, Arap veya Fars ulusçuluklarının meydana getirdiği haksızlıkları yok saydığımız, bu zulümleri hafife aldığımız anlamına gelmiyor. Bilakis şu anda şikâyet edilen olgunun bu dayatmaların bir sonucu olduğu ve böylesi bir arka plana dayandığı tartışmasızdır. Bu itibarla Kürt milliyetçiliğiyle hesaplaşırken, onu lanetlerken öncelikle resmi ideolojik zırha bürünmüş egemen milliyetçi ideolojilere ve onun toplumsal hayatın neredeyse her zerresine sinmiş yansımalarına tavır almak gerektiği açıktır. Ve bu yapılmadan Küt milliyetçiliğine tavır alma çağrılarının da anlamsızlığa mahkûm olduğunun ve sonuçta egemen milliyetçiliği güçlendirmeye yönelik haksız ve beyhude bir yaklaşım olacağının da altını çizelim.
Mamafih kısa bir süre öncesine kadar, çözüm süreci örneğinde görüldüğü üzere resmi ideolojik dayatmaların terk edilmesine ve Kürt kimliğinin inkârına yönelik geleneksel devlet tutumunun aşılmasına yönelik çabaların geliştiği bir zemin söz konusuydu. Buna karşın PKK ne yapmıştır? Gerek konjonktürel fırsatlardan istifade mantığıyla gerekse de milliyetçi körlüğün etkisiyle olumlu bir noktada işletmek yerine süreci sabote etmeye yönelik girişimlere hız kazandırmış ve çözüm yerine inatla çatışma sürecini tetiklemiştir.
Çözümsüzlüğe Gerekçe Üretmek
Peki, ‘Dolmabahçe Mutabakatı’na yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkışı, “Kürt sorunu bitmiştir!” sözü, Öcalan’ı ziyarete yönelik kısıtlamalar vs. tüm bunlar Hükümet kanadının işi yokuşa sürdüğünün göstergeleri sayılmaz mı? Şüphesiz Hükümetin de bu süreçte bir dizi yanlışı, çelişkili yaklaşımları ve bilhassa da seçim sürecinde belirginleşen zikzakları olmuştur. Bunları yok saymak mümkün değildir. Ne var ki düğümü koparan şey bu olmamıştır.
Örneğin Dolmabahçe Mutabakatı diye anılan açıklamadan sonra Erdoğan’ın hiçbir anlam verilemeyen sözleri eleştirilmiştir haklı olarak ama sürece asıl darbe indiren şeyin Kandil’den yapılan “Silah bırakmayız, kongre toplayıp silah bırakma diye bir gündemimiz yok!” şeklindeki açıklamalar olduğu kuşkusuzdur. Nitekim çözüm sürecini başlatan AK Parti Hükümetini TC tarihinin en faşizan hükümeti, Erdoğan’ı baş düşman ilan etmenin, sistematik biçimde hedef almanın, her fırsatta savaş naraları atıp, tehditler savurmanın tarafları getireceği yer belliydi.
Suruç olayı ve sonrasında tırmanan çatışma olgusunun sorumluluğunu Hükümete yükleyen, içeride ve dışarıda girişilen operasyonları savaş kışkırtıcılığı olarak yorumlayan, en azından karşılıklı tırmandırma olarak değerlendiren çevreler gördüklerinden ziyade görmek istedikleri üzerinden tavır belirlemektedirler. Öncelikle Suruç’taki patlamadan dolayı AK Parti Hükümetini sorumlu tutmanın iler tutar bir yanı yoktur. Bu tutum olsa olsa daha önce Kandil’den yapılan “IŞİD’in gerçek halifesi Ebubekir Bağdadi değil, Tayyip Erdoğan’dır!” düzeysizliğinin devam ettirilmesidir.
Kaldı ki, çatışmalar Suruç hadisesiyle başlamamış, sadece hız kazanmıştır. Suruç hadisesinin meydana geldiği 20 Temmuz’dan bir önceki gün KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın “Silahlanın, tünel kazın, savaşa hazır olun!” türünden açıklamalarının mahiyeti açık değil midir? Ve bu açıklamadan da önce KCK Yürütme Konseyi adına 11 Temmuz’da yapılan ve ateşkesin bittiğine karakol ve baraj inşaatlarının hedef alınacağına ve tutuklamalara karşı misillemelerde bulunulacağına dair açıklama görmezden gelinebilir mi? Hakeza tam bu dönemde Kandil’deki savaş ağalarınca ‘Devrimci Halk Savaşı’ çağrılarının yüksek sesle dillendirilmeye başlandığı unutulmamalı! Nitekim bu beyanların ardından bir dizi eylem düzenlenmiş, şantiye araçları, tırlar yakılmış ve Adıyaman’da bir asker öldürülmüştür. Tüm bunları olmamış farz edip Suruç’ta patlayan bombayı milat kabul etmek gerçeği ter yüz etmek demektir.
Saldırma Lüksü Varken, Savunmaya Ne Hacet!
HDP-PKK ve destekçileri ülke sathına yayılmakla kalmayıp hava operasyonlarıyla birlikte sınırları aşan çatışma olgusunu Erdoğan’ın erken seçim stratejisi olarak mahkûm etmekteler. Bu yaklaşım tarzı tipiktir. Aynı çevreler önceki dönemlerde çatışmaların durdurulmasını, askerî operasyonlara ara verilmesini de yine iyi niyetli bulmamış, seçim taktiği olarak yorumlamışlardı. Yani Hükümet hangi adımı atarsa atsın, ister operasyonları durdursun, ister hızlandırsın seçim hesabıyla davrandığı ithamından kurtulamıyor!
AK Parti gelinen süreçte seçim hesabı yapıyor mudur? Kuvvetle muhtemel! Başka türlüsü de düşünülemez zaten. Bunca belirsizliğin ortasında ve erken seçim kapıdayken Hükümetin muhtemel seçimleri gözetmeksizin adım atmasını beklemek saçma olur. Ama çatışma sürecini AK Parti’nin seçim hesaplarıyla izah etmeye kalkmaksa saçmalıktan da öte düpedüz gerçeği çarpıtmak demektir. Yukarıda anlatılan süreci, olayların gelişimini izleyen herkes çatışma olgusunun PKK tarafından nasıl tırmandırıldığını rahatlıkla görmektedir. Buna rağmen olan bitenden ötürü Hükümeti suçlamak propagandadan başka bir mana taşımaz.
PKK çözüm sürecini, bölgesel ve uluslararası konjonktürün de yardımıyla tümüyle kendi lehine işletmiş, alan hâkimiyeti siyasetini bir hayli derinleştirmiştir. Evet, bu süreçte büyük ölçüde çatışmalar ve kan dökülmesi durmuş ama Kürt halkı daha güvenli ve huzurlu olmamıştır. Örgüt baskısı sadece kırsalda değil, şehir merkezlerinde dahi yoğun biçimde hissedilir hale gelmiştir. Örgüt ateşleme gereği duymadan silahıyla geniş kitleleri sindirmiş, kendine boyun eğmeyen, biat etmeyen unsurların hayat ve hareket alanını daraltmıştır.
Bu sürecin en önemli göstergesi seçimlerde ortaya çıkan manzara olmuştur. Örgüt açısından rakip değil, düşman kabul edilen siyasi parti ve yapılar baskı ve sindirme siyasetinin gölgesinde giderek erimiştirler. Öyle ki iktidar partisinin temsilcilerinin dahi kendilerini açıkça ifade etmekten çekindikleri, gizlenerek, saklanarak siyaset yapmaya çalıştıkları bir döneme girilmiştir. Bu itibarla bazılarının zannettiği şekliyle HDP’nin aldığı oy, bölgede harekete duyulan bağlılık ve sempatiden öte, tahakküm siyasetinin geniş kitleleri ileri derecede etkilediğinin bir göstergesi sayılmalıdır.
Niyet Doğru, Politika Yanlış
Gelinen yer itibariyle çözüm süreci adı altında işletilmeye çalışılan politikanın tıkandığı, tükendiği görülmektedir. Asırlık bir dayatma ve inkâr politikasından vazgeçme ve on yıllardır süregelen çatışma sorununu müzakereler yoluyla sonlandırma çabası özünde doğru bir yaklaşımdı. Resmi ideolojik dayatmalarla ahlaki ve vicdani zeminde müthiş bir kirliliğe uğramış, adeta hasta kılınmış toplumun normalleşmesi, inkârcı yaklaşımların içerdiği haksızlıkla yüzleşmesi anlamında sağlanan gelişme ise sürecin en önemli kazanımıydı. Bu zaviyeden bakıldığında çözüm sürecinin zararlı ve beyhude bir yaklaşım olduğunu iddia etmek adaletten ve insaftan uzak olacaktır.
Ne var ki, sürecin yürütülme biçiminin ciddi manada zaaflar doğurduğu gerçeği de inkâr edilemeyecek ölçüde açığa çıkmıştır. Öncelikle insan hakları alanında atılması gereken adımların, siyasal ve sosyal düzeyde iade edilmesi gereken hakların sürece bağlı olarak örgütle müzakereye endekslenmesinin yanlışlığı net biçimde görülmüştür. Bu tutum AK Parti Hükümetini temel haklar noktasında pazarlıkçı bir konum oturttuğu gibi, PKK hareketinin Kürt halkının biricik temsilcisi ve hamisi konumunda algılanmasını da beraberinde getirmiştir. Bu yanlış yönelimden derhal vazgeçilmeli ve temel hakları pazarlığa tabi tutma görüntüsüne son verilmelidir.
Çözüm sürecinin yürütülme biçiminde sergilenen bir diğer yanlış da adeta tüm adımların “Yeter ki örgüt mensuplarıyla güvenlik güçleri arasında çatışma çıkmasın!” mantığına endekslenmesi olmuştur. Evet, bu süreçte çatışmasızlık durumu büyük ölçüde devam etmiş, geniş kesimlerin psikolojisini yıpratan asker-polis cenazeleriyle karşılaşılmamış ama örgütün kırsaldan şehirlere doğru yaydığı alan hâkimiyeti politikası da boş gözlerle seyredilmiştir. Neticede müthiş bir güvenlik boşluğu ortaya çıkmış, bölge genelinde gerçek otoriteyi kimin temsil ettiğine dair algı büyük ölçüde değişmiştir. Nitekim 6-8 Ekim Kobani olayları bu durumu olanca açıklığıyla ortaya koyarken, devletin acziyetinin de ilanı olmuştur.
Devletin aciz ya da muktedir olmasının bizim açımızdan anlamı nedir? Tek cümleyle ifade edecek olursak, açık bir eşkıyalık olgusunun her geçen gün biraz daha pervasızlaştığı ve giderek daha etkin hale geldiği bir ortamda bilhassa İslami kimlik ve faaliyetlerinden ötürü çeşitli kuruluşların ve insanların doğrudan hedef haline gelmesi karşısında haktan ve adaletten yana herkesin hissettiği kaygıları taşıyoruz.
Halkın Güvenliği Sağlanmalıdır!
Şüphesiz ceberrut devlet uygulamalarının ağır bedellerini ödemiş, despotik politikalardan çok çekmiş bir toplumun mensupları olarak otoriter yaklaşımlara asla sempati duymamız, hukuk devletinin sınırlarının aşılmasına ve aşınmasına bigâne kalmamız söz konusu olamaz. Ama neden “ya otoriter güvenlik çemberi ya da başıboşluk dayatması” şeklinde bir ikileme mahkûm edilelim ki?
Oysa insanların en temel özgürlüklerinin, can ve mal güvenliklerinin sokağı kontrol eden güruhların insafına bırakılmasına aklıselim sahibi hiç kimsenin onay vermesi mümkün değildir. Bu itibarla hükümetin ne pahasına olursa olsun güven ortamını sağlaması ve halkın güvenlik endişesi hissetmesinin önüne geçmesi gerektiğinin altını çiziyoruz. Hiç kuşkusuz bu ortam tesis edilmediği müddetçe çözüm süreci toplumun geniş kesimleri nezdinde kaos şeklinde algılanacak, hatta ihanet kategorisinde değerlendirilmeye müsait hale gelecektir. Umarız Erdoğan’ın “siyasi hayatım pahasına da olsa” diye altını çizdiği kararlılık, sürecin zaaflı yürütülme biçimini değil, özünü sürdürmeye yöneliktir!