Çitlembik Ağacındaki Kulübe

Nehir Aydın Gökduman

 

 

Şehir büyüktü, çocuk küçüktü, boya sandığı omzundaydı ve hava da sıcaktı.

Boyacı çocuk, her gün erkenden evden çıkar, şehrin kalabalığına karışırdı. Onun işi şehirdeki boyası solmuş ayakkabılarını boyamaktı.

Onu genellikle park kapısının yakınında bir kenara oturmuş, önünde boya sandığı beklerken görebilirdiniz. Parka girip çıkan amcalar ayakkabılarını bu boyacı çocuğa boyatırlardı. Ve boyama işlemi sırasında ona soru sormadan duramazlardı. En çok sordukları soru ise:

“Sen neden okula gitmiyorsun bakayım?”dı. Boyacı çocuk bu soruyla her defasında, kara boncuk gözlerini yere indirir ve durgun bir sesle: “Babam çok uzun bir yolculuğa çıktı da ondan.” derdi.

Amcalardan bazıları bu kez de: “Yaa nereye gitmiş acaba?” derlerdi. Böyle tatlı bir çocuğu bırakıp giden o babayı merak ederek. Çocuk o zaman sanki havuza dalacak gibi derin bir nefes alır:

“Kim bilir, belki Afrika’nın balta girmemiş ormanlarına gitmiştir.” derdi. “Ormanın derinliklerinde yaşayan Pigme Kabilesi’ni merak etmiş olmalı. Aslında Güney Kutbu’na gitmiş de diyebiliriz galiba. Paytak paytak yürüyen penguenleri seyretmeyi kim istemez?”

Amcalar garip şeyler söyleyen bu çocuğa şaşkın şaşkın bakar, anlattıklarını fazla masal okuduğuna yorarlardı. Onlara göre çocuk okula gidemediği için kendini masal kitaplarına vermişti. Ve okuduğu bu masallar çocuğun aklını karıştırıyordu. Hayalle gerçeği ayırt edememesinin nedeni de buydu. Ona gerçekleri anlatmanın mutlaka bir yolu olmalıydı. Ama hiçbir amcanın dili çocuğun babasının ölmüş olabileceğini söylemeye varmıyordu. Belki de çocuğun babası ölmemişti de onu terk etmişti. Bu da yarı ölmüş bir baba demekti. Ortalarda gözükmeyen bir baba için başka ne söylenebilirdi ki?...

Çocuğun minik elleri maharetle ayakkabılar üzerinde gezinirken bazı amcalar, bu sefer de büyüyünce ne olacağını sorarlardı. Çocuğun bu soruyla yüzüne bir ciddiyet yayılır ve iç çekerek, büyüyünce kaptan olmak istediğini söylerdi.

Amcalar bu sefer de: “Yaa kaptan olunca nereye gideceksin bakalım?” derlerdi. Seslerine kattıkları sevecen tınıyla. Çocuk da, kocaman gemisiyle uzak, çok uzak denizlere açılacağını söylerdi. Amcalar, o zaman, tamam işte çocuk babasını aramaya çıkacak! Ne kadar da akıllı diye düşünürlerdi. Ama çocuk babasını aramaktan söz etmezdi nedense. Önce denizlerdeki yaralı balinaları gemisine alıp tedavi etmekten bahseder, sonra istiridyelerden inci toplayıp annesine kolye yapar ve lafı adını bile duymadıkları bir adaya getirirdi. Moritos Adası’na…

Moritos Adası amcaların aklını büsbütün karıştırırdı. Sonra kafalarına dank etmiş gibi birbirlerine bakıp gülümserlerdi. Tabii ya çocuk babasını Moritos Adası’nda yaşıyor sanıyordu. Babasını o ıssız adadan kurtarmak ve şehre geri döndürmek için uzak denizlere açılmak istiyordu. Bunu nasıl akledememişlerdi!

Ama çocuk, babasını yine anmaz, Moritos Adası’nda çitlembik ağacı yetiştirmekten söz ederdi büyük bir ciddiyetle. Öyle bir-iki tane değil, yüzlerce, binlerce çitlembik ağacı yetiştirecekti. Her ağacın üzerine bir de kulübe yapacaktı. Bu kulübeler ne işe yarayacaksa…

Amcalar dudak büküp, gülümseyerek: “Bize de bu kulübelerde yer var mı bari?” derlerdi. Bunu sorarken kahkaha atmamak için kendilerini zor tutarlardı. Fakat çocuk aynı ciddiyetle, bu kulübeleri amcalar için değil çocuklar için yapacağını söylerdi.

Sonra gözlerini uzaklara dikerek, bu kulübelere kocaman gemisiyle, dünyanın dört bir yanından taşıyacağı çocukları anlatırdı. Adanın bir anda çocuk cıvıltısıyla şenleneceğini söylerken gözlerinin içi parlardı. Amcalar: “Olmaz öyle şey!” diye çıkışırlardı kaşlarını çatarak. Bu çocukların annesi babası yok muydu? Nereye gidiyorlardı öyle başlarına buyruk?

Çocuk yine havuza dalar gibi derin bir nefes alır ve: “Onların babaları da çok uzak bir yolculuğa çıkmış.” derdi. “Anneleri ise babalarıyla ilgili her gün yeni bir masal uydurmaktan sıkılmış.”

Amcalar çocuğa biraz kızar, biraz acır ama onun hayal dünyasında yolculuk yapmaktan da vazgeçemezlerdi. O kadar çocuğun o kadar uzak bir adada ne yapacağını sorarlardı ister istemez. Çocuk yine şaşırtan bir duruşla, bir masal yazacaklarını söylerdi. Uzun upuzun bir masal… Bu masalın her cümlesini bir çocuk yazacaktı. Masal çocukların kalbinden akan ırmaklara benzeyeceğinden okuyanın kalbine akacaktı. Öyle ki okumaya başlayan elinden bırakamayacaktı.

“Masal mı? Püüff!” derdi amcalar. “Bunca emek bir masal için mi yani?”

“Bu masal bildiğiniz masallardan değil.” derdi çocuk. “Bu masal dünyayı değiştirecek bir masal!”

Bir masalın dünyayı değiştirdiği nerede görülmüş? Çocuğun iyice saçmaladığını düşünürdü amcalar. Bu kadar masal okumasının doğru olmadığını söylerlerdi. Eve gidince çocuklarına masal okumayı yasaklamayı isterlerdi. Çocukları da boyacı çocuk gibi saçmalamasın diye…

Çocuk ısrarla her cümlesini bir çocuğa yazdıracağı masaldan söz etmeyi sürdürürdü. Bu masalda neler yoktu ki…

Sokak lambalarına tüneyen veyollara tükürenlere ceza kesen baykuşlar…

Savaşları çıkaranları protesto eden ağaçkakanlar…

Fok balıklarını kötü amcalardan koruyan buzul dağları…

Bomba ve silah üreten fabrikalara baskın düzenleyen filler…

Denizleri kirletenlere mürekkep fışkırtan mürekkep balıkları…

Çocuklara inanan ve onların sevgisiyle dünyayı ısıtmaya devam eden sarı saçlı güneş…

Ve daha neler neler…

Çocuk masalından söz ettikçe amcaların yüzü allak bullak olurdu. Bazıları, ‘iyi valla’ diyerek ayakkabılarını boyatmadan çekip gider; bazıları ise işleri bitince hem iyi bir harçlık verir hem de sevgiyle çocuğun başını okşarlardı.

Ve çocuk her akşam evinin yolunu tutarken masalına bir cümle daha eklemiş olurdu.

Bir gün çocuk yine parkın önünde oturmuş amcalardan biri ayakkabısını boyatsın diye beklemekteydi. Hava yine çok sıcaktı. Ve etrafta pek kimse yoktu. Çocuk gökyüzüne baktı. Belli belirsiz bir bulut kümesi parkın üzerinden geçiyordu. Çocuk, şimdi şu bulutların üzerinde deliksiz bir uyku çekmek vardı diye iç geçirdi. Ve gözlerine çöken uykuya daha fazla dayanamadı. Boya sandığının üzerine uzanarak derin bir uykuya daldı.

Oradan geçmekte olan bir adam, parkın önünde zınk diye durdu. İlk kez boya sandığı üzerinde uyuyan bir çocuk görüyordu. Hemen cebinden fotoğraf makinesini çıkardı ve boyacı çocuğun fotoğrafını çekti. Çocuk ise her şeyden habersiz uyumayı sürdürdü.

Aradan günler geçti. Uzaktaki başka bir şehirde yaşayan bu adam, şehrine geri dönünce, çektiği resmi bir fotoğrafçı stüdyosunda çıkartarak büyüttü. Ve çerçeveleterek şehirdeki ‘En İlginç Fotoğraflar Sergisi’ne gönderdi. Fotoğrafı alan sergi sahibi, boyacı çocuğun fotoğrafını serginin başköşesine astı. Bu fotoğraf sergisi şehrin en işlek caddesindeydi. Ve buraya günde yüzlerce ziyaretçi gelirdi.

Çerçeveli fotoğrafın asıldığı gün, sergi salonuna gelen ziyaretçiler fotoğrafa büyük ilgi gösterdiler. Boya sandığı üzerinde uyuyan boyacı çocuğun fotoğrafı,  görenlerin içinde kocaman bir yara açıyordu sanki. Öyle ki bu yara kanıyor kanıyor duvardaki çerçevede mışıl mışıl uyuyan çocuğa doğru küçük bir nehircik olup akıyordu. Fotoğrafın önünde durup ağlayanlar mı aradınız, ‘Vah vah, tüh tüh, evi ocağı yok mu bunun acaba?’ diye soranlar mı… Her türden insan vardı.

Boyacı çocuğu yatağında uyutmak için derhal bir şeyler yapılmalıydı.

Ama boyacı çocuğun nerede yaşadığı bilinmiyordu. Fotoğrafı gönderen üzerine adres, telefon yazmamıştı. Buna rağmen:

“Ben nerede yaşadığını bulurum.” dedi birisi.

“Ben neden boya sandığının üstünde uyuduğunu sorarım.” dedi, öteki.

“Ben de eğer yatağı yoksa ona yatak alırım.” dedi bir başkası.

Aradan aylar geçti. Boyacı çocuğun fotoğrafı hâlâ aynı sergideydi. Fakat eski ilgiyi gördüğünü söylemek zordu. Boyacı çocuğun hangi şehirde yaşadığını bulmak ondan da zordu. Bunun için hayli zaman ve emek harcamak gerekiyordu. Fakat onu bulmak isteyenin buna pek ayıracak vakti kalmamıştı nedense. O çocuğu bulamayınca, diğeri neden boya sandığının üstünde uyuduğunu soramadı. O sorulamayınca da yatağı var mı yok mu öğrenilemedi. Dolayısıyla çocuğu bulma ve ona yatak alma fikri böylece başka bir zamana ertelendi.

Artık sergiye uğrayanlar fotoğrafa şöyle bir bakıp, yüzlerini buruşturuyor ve ilgisizce diğer fotoğraflara geçiyorlardı.

En İlginç Fotoğraflar Sergisi’nin sahibi bir zaman sonra boyacı çocuğun fotoğrafını başköşeden indirip fazla göze çarpmayacak bir tarafa astı. Böylece gelen ziyaretçilerin resmi fark etmesi iyice güçleşti.

Boyacı çocuk ise uzaklarda olan tüm bu yaşananlardan habersiz hâlâ parkın önündeydi. Masalını bir türlü anlayamayan amcaları anlamaya çalışıyordu. Amcalar yine göbeklerini hoplata hoplata gülerek: “Moritos Adası’na giderken, o denizleri kirletenlere mürekkep fışkırtan mürekkep balıklarına bizden selam söyle!” diyorlardı. “Ha bir de bomba ve silah üreten fabrikaları basan şu filler var ya! Sor bakalım Amerika’nın yolunu biliyorlar mı?” 

Sonra gözlerini ufka dikip umutsuzca mırıldanıyorlardı: “Masalla dünyanın değiştiği nerede görülmüş be evlat?”

Boyacı çocuk ise uzaklardan, çitlembik ağacının üzerindeki kulübesinden onlara el sallıyordu. Her cümlesini, babası uzaklara giden çocukların yazacağı masalın hayalini kuruyordu.

Öyle ki;

Amcaların gözlerindeki sönük ışıltılara inat çocuğun gözleri yakamoz yakamoz parlıyordu…