"Sesimizi bitimsiz ağıtlara yatırıp yüzümüzü yapıştırarak göğün yanaklarına çağın çirkin sayfalarında ağlaşırdık..."
-Ali Emre-
I
Çömeldiği duvarın dibinden fırlayıp kara kirli elleriyle vücudumu kavrayarak, hayatın genç yaşla dudaklarına kazıdığı sözleri tekrarlıyor:
- Tartıl! Ne olur tartıl abi! Ne verirsen...
Kim bilir kaç yıllık, kaç asırlık bir cami... Yan taraftaki banklarda, akşama kadar çene çalıp zaman öldüren; evinden, çocuklarından, eşinden göremediği sıcaklık ve yakınlığı âvâre kedilerle konuşup, onlara ekmek ufalayarak yamamaya/onarmaya çalışan ihtiyarlar... İki satır ötede, ortama apansız konuşlanıveren üçüncü hamur bir yosmanın etrafında, burma bıyıklı, eli tesbihli kart adamlar, erkek müsveddeleri. Az ileride, başka bir âlemi sayıklayan kabristanda, irice bir mezar taşında, eski yazıyla veciz bir cümle:
"Karı dırdırından ölen Mehmed Efendi".
Biraz sonra, birkaç sahife daha yaşlanıyor kitap! Hâlâ kulaklarımızda bomba sesleri, namluya sürülen gövdeler, alman kararlar, kutlamalar, işkenceler, yorumlar, reklâmlar...
Tartıcı çocuk yine sırtını camiye vermiş, kıvırcık saçları parıldayarak koşuşup duruyor.
Sanki bir ormanda bütün ağaçlara dargın müzmin bir fidan gibi yaşıyor. Aklının ucunda bir çiğ damlası, mağlup olmuş kalemler, paslı okul yakalıkları ve alabildiğine yağmalanmış bir gezegen...
Koca bir dünyayı cevaplar gibi; seken kurşunların, kurumlu apoletlerin, ahenksiz çığlıkların arasında bocalayıp duruyor.
Ve bir sayfa daha yaşlanıyor acının kitabı...
II
Pencerede dondurulmuş gibi duran gövdesi ilk kez hareketleniyor. Ağır ağır saksılara yöneliyor yorgun gözleri.
- Bir çiçek gibi... Buluğ çağında tökezleyen bir nihai, topukları yumuşak toprağa akıp boynu usulca kırılıveriyor.
- Hangisi? Ya bu bizim tenhalığımız?..
Oysa kapı ansızın çalınabilirdi. Çocukları, torunları, odanın ortasında sevinç eşliğinde büyüyen bir kare... Sıcacık çorbalar yapardı onlara, insanın midesini irkilten yemekler... Kendi elleriyle. Her lokması besmele katıklı... Yaşmağıyla gözlerini silerdi arada bir. Kaburgaları hafiflerdi, elmacık kemikleri; yüreğinin ortasında palazlanan urlar erirdi. Ayışığı dolanırdı dizlerinde, rüzgarlar dolanırdı, çoğalırdı oturup, oturup ağlardı.
Biliyor bunu... Yaşlanan, nedamet duyan, sayıklayan ne duvardaki eski tüfek, ne çeyiz sandığı, ne de kitaptaki ayrıntı... Yaşlanan kendisi... Duaya dururken seyiren, titreyen elleri...
- Hangisi?
- İşte şu! Üstü başı çocuk kokan ihtiyar!
- Yaa! Öyleyse ışıklan söndürelim.
- Amin...
Tam pencereden ayrılırken, Murtaza Efendi görünüyor sokağın başında, yitik ve mağlup bir savaşçı gibi. Murtaza Efendi, yani kocası...
Murtaza Efendi, inkıtaları yaşıyor belki.
Okudu, adam oldu, emekli oldu, küfleniyor, tıpkı dünyacıl bir insan gibi.
- İnsan gibi? Ama ezildi, sövüldü, boyun eğdi. Bir emekli ikramiyesi, bir banka cüzdanı için rehin alındı en güzel yılları.
Murtaza Efendi:
Vicdanına yapışan cüzdanını göremeyecek kadar dünyalı!..
III
Işıklar altında yürüyor...
Falcıların, kapak kızlarının, salyalı adamların şerrinden kaçıyor. Biraz önce intiharda denenmiş gövdesiyle kaçıyor: Mis gibi, durulanmış çamaşır kokan avlulardan, iftar sofralarından, örtülerden, akça bardaklardan, doktor girmeyen evlerden, bereketli topraklardan, dudaklarının kıyısına yuvalanan türkülerden kaçıyor!
Kaçtıkça büyüyen bir günah yumağı çörekleniyor içine.
Kaçtıkça küçülüyor...
Küfürler, ilençler iyice çirkinleştiriyor ağzını. Gövdesine binken terli ve bungun yılları, şaşılaşan omurgasını, zihnine gerili afişleri, kekeme kadehleri, mıncıklanan, sömürülen yüreğini kusmak istiyor.
Avuçlarını yüzüne kaldırırken jilet kesiğiyle dolu bilekleri görünüyor, buruşuk, ütüsüz bir harita gibi...
- Madam Bovari?
- Ama bu, pınar başında mâni söylemesini bilirdi!
Yürüyor... Yazık, artık çok geç... Birileri...
Birileri bütün ışıkları bir bir söndürüyor.
IV
Boşalan, boşaltılan avuçlar, alnımızdan utanan iğreti ve kaygan damlalar, saçı sakalı ağarıveren yoksul ve metruk şehirler...
Aldanan, aldatılan, yüzüstü bırakılan, horlanan, hayatın taşrasına itilen, bir çırpıda tüketilen, yenilgiye hapsedilen insanlar...
Umutların günübirlik yaşandığı, zihnimizin ve yüreğimizin durmadan eşelendiği, yaşama üslûbumuzun bozulduğu; düşlerimize, hüzünlerimize, geleceğimize sürekli zincirlerin, prangaların düştüğü.
Çirkin bir dünya bu!..