1 milyondan fazla Uygur Müslümanının “yeniden eğitim kampları” adı ile anılan yerlerde alıkonulmasına karşı uluslararası arenada yükselen eleştirilere cevaben ülkesini savunan Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, “Çalışmalar tamamıyla uluslararası topluluğun terörle mücadele konusundaki tavrı ile uygun olarak sürdürülüyor. Eğer biz önlemeyi başarırsak, terörün yayılması ve kök salması imkânsız hale gelecek.” dedi.
Diğer Çinli yetkililer de İslam'ın "ideolojik bir hastalık" olduğunu iddia ederek, Çin’in, toplama kamplarını insanlardaki bu hastalığı "iyileştirmek" için gerekli olan "hastane" olarak konumlandıran eylemlerini savundular. Çin'in ABD Büyükelçisi Cui Tiankai, ülkenin Uygurları "normal insan" haline getirmeye çalıştığını söylerken, hükümet yanlısı bir gazete de şu twitiattı: “Batı, kendi değer sistemi üzerinde tutarlı olmalıdır. Teröristleri füzelerle öldürmek iyi iken Sincan onları normal insanlara dönüştürmeye çalıştığında insani kriz oluyor.” Bu tür ifadeler 1,7 milyardan fazla insanın inancını, tedavi edilmeleri gereken bir hastalık olarak tanımlamaktadır.
Günümüzün terörizm konusundaki kamuoyu söylemi, İslam’a ve “aşırı”, “radikal”, “terörist” göstergeleri ile anılan Müslüman kimliğine dayandırılmış durumda. Bu, Çin Halk Cumhuriyeti ile sınırlı bir düşünce değil. Bu bakış açısı Batı akademik araştırmaları ve politikalarının çoğuna nüfuz ediyor. 11 Eylül sonrası ortaya çıkan ve anlama değil açıklama üzerine yoğunlaşan yeni terörizm kavramı 21. YY politik şiddeti üzerine çalıştı ve İslam’ın bireylerin şiddeti seçme sebebi olduğunu iddia etti. Bu mesele, ABD’nin yurtdışında yıkıcı savaşlara girişmesine ve içeride Müslüman topluluklara karşı geniş insan hakları ihlalleri yapmasına yol açtı.
2011 yılında ABD hükümetinin bir bildirisinde, başörtüsü "pasif terörizm" olarak nitelendirildi. Yazar, bir giyim eşyasını -dinlerinin bir parçası olduğunu düşünen birçok Müslüman kadının giydiği başörtüsünü- şiddete destek göstergesi olarak gördü. Bu aynı kültürel ırkçı argüman, Avrupa çapında filizlenen başörtüsü ve peçe yasaklarını da desteklemektedir. Bu tür önlemleri destekleyen politikacılar ve eylemciler, bir giyim eşyasının şiddete eşit olduğunu savunuyor ve böylece kadınları soyunmaya zorluyorlar, bu da ağır insan hakları ihlalleriyle sonuçlanıyor. Bu tür politikalar, Müslüman kimliği tanımlayan göstergeleri (sakal bırakmak, camiye gitmek, başörtüsü takmak, vb.) “radikalleşme” ve “aşırılık” belirtileri olarak kabul eden sahte ve temelsiz bir dayanak üzerine kuruludur. Çin de bu çerçevede peçeyi anormal olarak görmekte ve Sincan bölgesinde sakalı yasaklamaktadır.
Çinli yetkililerin İslam'ın bir "hastalık" olduğu yönündeki tehlikeli iddiası, düşmanca gündemlerini desteklemek için uzun zamandır Müslüman karşıtı iddialarını kullanan Batılı siyasetçilerin yaptığı yorumlarda da görülebilir. 2014'te Oklahoma eyalet temsilcisi John Bennett, İslam'ı ülkede kesilmesi gereken bir “kanser" olarak nitelendirdi. Donald Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn, İslam’ı “kötü huylu bir kanser” olarak nitelendirdi ve “Müslüman korkusunun rasyonel olduğunu” iddia etti. Flynn'in 2016 yılında attığı bir twitte, “İslami ideoloji hastalıktır ve tedavi edilmelidir.” ifadelerini kullanması Çin'in şu andaki iddialarıyla benzerlik gösteriyor. 2015 yılında Kelly dosyasında, muhafazakâr politikacı ve yorumcu Glenn Beck, İslam’da bir hastalık olduğunu ve bunun mutlaka ele alınması gerektiğini öne sürdü.
Bir inanç sistemini patolojiye indirgeyen bu tür tehlikeli iddialar Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı değildir. Mart 2017’de, aşırı sağ Avustralyalı politikacı Pauline Hanson, “İslam bir hastalıktır; kendimizi buna karşı aşılamamız gerekir.” dedi. 2017'de, İngiltere'nin sağcı UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) adayı olan Caroline Santos, attığı twitlerde İslam'ı bir kanser olarak nitelendirdi.
Ayan Hirsi Ali ve Asra Nomani gibi Müslüman karşıtı isimler de "Allahu Ekber" ve "İnşallah" gibi Müslümanlara ait kavramları terörizm ve aşırıcılıkla ilişkilendiriyor. Nomani ve Hirsi Ali Müslümanlar hakkında tehlikeli ve ayrımcı görüşlerin geliştirilmesi üzerine kariyer yapan meşhur sağcı isimlerdir, ancak onların Arapça kelimelerin aşırılıkçılık ve terörizm için tehlike işareti olduğu iddiası boş bir siyasal görüş olarak kalmamaktadır. İsviçreli yetkililer kamusal alanda “Allahu Ekber” diyen bir adamı cezalandırdılar ve “yoldan geçenlerin kendisini bir terörist zannedebileceğini” savunarak eylemlerini savundular. Bugün Çin'de, birbirlerini “Selamun Aleyküm” şeklinde selamlayan Müslümanlar kendilerini toplama kamplarında buluyorlar.
Çin, Batılı politikacıların, Müslüman kimliğin ifade edilmesini kriminalize etmek, evlerde Kur’an bulundurulmasını ve Ramazan ayında oruç tutmayı yasaklamak ve ailelerin çocuklarına Müslüman isimleri vermelerini engellemek gibi uygulamalarla, yönetimin ülkede İslam’ın silmeye çalıştığına dair eleştirilerine karşı hukuki işlem başlatıyor. Çin bu “tehlikeli ideolojiden” Müslümanları “kurtarmak” amacıyla Uygur Müslüman kimliğini toplu olarak yok etmek için, Uluslararası Af Örgütü tarafından “savaş dönemi toplama kampları” ile kıyaslanabilir olarak tanımlanan, 28 gözaltı kampı kurdu. Kamplardaki tutuklular psikolojik ve fiziksel işkenceye katlanmak, inançlarından vazgeçmek ve Çin Komünist Partisine bağlılık sözü vermek zorunda kalıyorlar.
Terörizmi önleme kılıfı ile hükümetler Müslüman toplulukları hedef alan ayrımcı ve ölümcül politikalar belirleyebilmişlerdir. Bu tür önlemlerin savunucuları, eylemlerini, İslam'ı siyasal şiddette açıklayıcı bir faktör olarak tanımlayan açıkça yanlış ve ayrımcı bir argümanla kendilerini haklı çıkarmaktadır.
Şu anda Çin'de tanık olduğumuz, İslam’ın ve Müslüman kimliğin terörün temel nedeni olarak ifade edilmesi meselesinin temeli Batı’nın siyasi söyleminde oluşturulmuş ve kök bulmuştur.
Al-Jazeera / 21.01.2019 / Çeviri: Gökhan Ergöçün
--------
* Mobashra Tazamal, insan hakları aktivisti. ABD’de bulunan Georgotown Üniversitesinde İslamofobi alanında araştırmacı olarak çalışmaktadır.