Genel çerçeve içinde ifade etmek gerekirse, genelde tüm İslam dünyası, özelde ise Cezayir son haftalarda geçmişe nazaran daha yoğun biçimde Batı basınının gündeminde. Bu meyanda özellikle dikkatimizi çeken bazı hususların altını çizmek yerinde olacaktır.
Cezayir meselesi gündeme geldiği vakitlerde, Batı'da yoğun bir propaganda faaliyeti başladı. İlk zamanlarda yorumlar batılı sosyolog, siyasetçi ve gazeteciler tarafından klasik iktisadi ve sosyal kavramlar çerçevesinde yapılmakta idi. Bu yorumlarda çözümler genellikle "demokrasi" ve "demokratik ortam" söylemiyle sunuluyordu. Dergi ve gazetelerdeki yazılar Türk aydınını andırırcasına kendi kitlelerini yüzeysel bilgi ve yorumlarla değerlendirmekten ibaretti. Avrupa'nın Newsweek, Time, Le Point, L'express, Der Spiegel, Jeune Afrique, Le Monde, Le Monde Diplomatique, L'Observateur gibi en değerli (!) yazılı basın organları laik vatandaşlarla gözleri yaşartıcı (!) röportajlar yapıp Cezayir'deki toplumsal yapıyı Avrupalı vatandaşların anlayabileceği ölçütler içerisinde objektif (!) bir biçimde altı senedir gözler önüne serdiler. Onlara göre halk FIS'ten memnun değildi. Hatta kendileriyle görüştükleri bazı FIS sempatizanları (!) dahi orduyu FIS'e yeğliyordu. Nitekim başta rejime tepkisellikle FIS saflarına katılmışlar, şimdilerdeyse yanıldıklarını anlamışlardı. Fransız L'Express dergisi, Fransa'nın en ciddi dergilerinden biri olmakla ün salmış bir yayın organı. Altı senedir tüm içtenliğiyle Cezayir konusunu hemen her üç haftada bir gündeme getirdi. Bazı sayılarında ise kapak yaptı. Kapak yaptığı sayılarda Cezayir konusu bazen 15-20 sayfayı buluyordu. Bunun yarısı her defasında tarihi nakaratlar diğer yarısı ise belli sosyolog, siyaset bilimci ve gazetecilerin yüzeysel, gerçeğe tam manasıyla tekabül etmeyen yorumlarından ve çocuklara kadar varan toplumun genelinin görüşleriymiş gibi sunulan röportajlardan oluşuyordu. Dergi bugüne kadar aynı çizgisini tutarlı bir biçimde sürdürdü. Newsweek, Le Point, Der Spiegel gibi dergiler konuyu L'Expresse nazaran daha az gündeme getirmekle kalmayıp L'Express'in düzeyini de aşamadılar. İçlerindeki en ciddi yayın organı şüphesiz Le Monde Diplomatique'ti. Bu gazete dünyaca ünlü. Her coğrafyada gözlemcileri ve muhabirleri bulunuyor. Olayları en ince detaylarına göre vermek ve uzmanlarca yorumlatmakta Avrupa'da üzerine başka bir gazete yok. Her konuda uzmanlaşmış elemanlara sahip, bazıları konuların geçtiği coğrafyaların insanları. Orta Asya ve Kafkaslar'daki İslami oluşumlar hakkında en ince detaylarına kadar Moskova'yı uyaran bu gazete oldu. Bir yahudi gazetesi olması noktasındaki maharetini aylarca sayfalar dolusu "Filistin Meselesi" konusunu işlemekle gösterdi. Yeni Dünya Düzeni noktasında sorgulamalara en çok bu gazetedeki köşe yazarları yer verdi. Amerika ve Fransa'nın politikalarındaki belli farklılıkları ve çelişkileri Le Monde Diplomatique'ten izlemek mümkündü. Nihayetinde son altı senedir gündemde olan Cezayir'i de en kapsamlı biçimde bu gazete inceledi. Arşiv bilgiler, tarihsel ve ekonomik arka plan konularında oldukça zengindi. Fransız politikalarını destekleyen yorumlar bir yana bırakılırsa Cezayir'in genelde Amerika ve Batı, özelde ise Fransa ve Kuzey Afrika ülkeleri için ne ifade ettiğini bu gazeteden öğrenmek mümkündü. Filistin konusundaki Siyonist bakış açısıyla sunulan görüş ve yorumlar, Cezayir konusunda da etkinliğini korudu.
Günümüze doğru yaklaştıkça belli dergi ve gazeteler çizgilerini korudularsa da bazı farklılıklara gitme ihtiyacı hissettiler. Gilles Keppel gibi bazı uzmanlar istisna, artık Cezayir hakkında Cezayirli laik gazeteci, siyaset bilimci, sosyolog ya da iktisatçıların görüşlerine yer verilmeye başlandı. Bunun iki sebebi olabilirdi. Ya gerçekçi yorum ve tesbitlere ihtiyaç duyulması (!) ya da sömürgecilerin kalemlerinden ziyade Cezayir'i ve Cezayirli'yi gerçekten düşünen (!) insanların yorumlarına duyulan ihtiyaçtı. Biz her iki noktayı da bir kenara bırakarak şu tesbitte bulunmayı uygun görüyoruz: "Cezayir üzerine bugüne kadar laik kafa yapısına sahip uzmanlardan (!) birçok tarihi-sosyolojik bilgiler ortaya konuldu. Yorumlar bir kenara bırakılırsa ortaya koydukları tesbitler hep vakıanın tek ya da temel sebebi olarak sunuldu. Çözüm olarak ise hep çözümsüzlükler ya da ütopik tahlillere başvuruldu. Tahlillerin bir kısmı ise ya despotizm ya da demokrasi çözümleriyle sona eriyordu." Türk basınına gelince; hemen her konuda olduğu gibi Cezayir konusunda da ciddiyetsiz, lakayıt, basiretsiz ve taklitçi yorum ve yazılarla mevcut zihniyetlerini bir kez daha ortaya koydular. Yabancı basın-yayın organlarından yaptıkları çevirileri kendi yazı ve yorumlarıymış gibi sunmaları da araştırmacı (!) ve doğru haberci (!) kimliklerini bir kez daha gözler önüne serdi. Bu saydığımız vasıflardaki yayın organlarından biraz farklı olarak içinde bulunduğumuz şu günlerde piyasaya Şeriat Gölgesinde Cezayir adlı bir kitap çıktı. Kitabın yazarı Faik Bulut. Bulut, Bryan S. Tumer'ın Marks ve Oryantalizmin Sonu adlı eserinden yaptığı aktarımlarla Marks'ın ve Engels'in Doğu toplumlarıyla ilgili yaptıkları tanımlamalarda düştükleri hatalardan bahsederek Marks'ın görüşlerinin uzun yıllar Marksistler için bir utanma kaynağı olduğunu belirtmektedir. Lenin'i "milli meseleyi oryantalist bakış açısından kurtaran teorisyen olarak tanıtmakta, Fransız Marksist Louis Althusser, Mao Zedung, Ho Şi Minh ve Castro gibi şahsiyetleri de bu noktada yaptıkları katkılardan dolayı övmektedir. Oysa Bulut'un kendisi, kendi tezlerini güçlendirebilmek için Olivier Roy gibi oryantalistlerin yorumlarına göndermelerde bulunabilmektedir. Kitapta Roy dışında Hugh Roberts, Bertrand Badie, Bruno Etienne, George El Rasi, Robert Mortimer, Michael Collins gibi şahsiyetler dışında laik Arap gazeteleri ve siyonist bakış açısına sahip bazı Fransız dergileri ve yazarları da bulunmaktadır. Bulut'un kendine özgü yorumları şu cümlelerle özetlenebilir: "Cezayir'deki İslami yükseliş milli burjuvazinin tarihsel ve siyasal başarısızlığı ile kapitalist dünya sisteminden kesin kopuşu sağlayamamasından doğmuştur." Ona göre Cezayir'de sosyalist mücadelenin tarihi yoktur. Var olanlar da iktidarın kuyrukçuluğunu yapmışlardır. İktidara karşı muhalefetin öncülüğünü ise müslümanlar üstlenmişlerdir: "Doğu Avrupa'daki devletçi kapitalist diktatörlüklerin yıkılışı bu yüzden sosyalist adının demogojik biçimde yerin dibine batırılarak itibarının zedelenmesi, ister istemez 'kapitalist demokrasi eşittir pazar ekonomisi ve kitlesel özgürlükler' denkleminin kurulmasına yol açmıştır. Cezayir'deki İslamcılar da bu söylemi tutturarak 'en İyi özgürlükler İslam'da, Allah'a karşı kulluktan başka bir sınırlama yok ve biz mülkiyet esasına kurulu bir sistemden yanayız derken gerçekten de kapitalist ekonominin bir türevini uygulayacaklarını ortaya koymaktadırlar."
Bulut'a göre bağımsızlık savaşı esnasında "bir kimlik ve benlik arayışı" içindeki kitleler siyaset sosyolojisi açısından bakıldığında bir devrim gerçekleştirmişlerdir. Ancak bu "sahte ve yanıltılmış bir bilinç" idi. Şu anda gerçekleşecekler ise "yanıltılmış ikinci bir bilinç" olacaktır.
Şeriat Gölgesinde Cezayir adlı bu eserden önce ise piyasaya Faik Bulut'un önemli ölçüde yararlandığı Siyasal İslam'ın İflası adlı bir kitap daha çıktı. Kitabın yazarı yukarıda sözünü ettiğimiz Olivier Roy. Roy son günlerin gelip dayattığı yorumlarda bulunmakta. O'na göre Cezayir'de müslümanlar iktidar olacak. Bu iki kere iki dört. Ama korkmak gereksiz, nitekim bunlar iflasın eşiğindeki yeni fundamentalistler. Sadece iktidarı talep ediyorlar, toplumsal bir dönüşüm söz konusu değil. L'Express dergisinin Cezayir'de yaptığı kamuoyu yoklamalarına göre de artık müslümanların iktidara gelmeleri bir hayal değil. Ancak L'Express bu olaya Roy kadar iyimser bakmıyor. Bu genel değerlendirmelerden sonra bazı tesbitlerde bulunarak, batılı tahlilcilerin yorumlarının karşılaştırılmasına geçmek istiyoruz.
Şu günlerde genel olarak Batı'da medyanın üstü kapalı da olsa sorduğu soru şu:
"İslamcılığın yükselişine karşı Amerika, Batı ve Müslüman dünyadaki hükümetler ne yapmalılar? Neler yapabilirler?"
Jeune Afrique dergisine göre soğuk savaşın bitiminin ardından batılı stratejistler yeni bir düşman keşfettiler: İslam. Ancak dergiye göre bu stratejistler İslam adına en ufak bir şey dahi bilmemekteler: "Bu nasıl bir meydan okuma? Gücü nedir ve batının buna karşı oluşturduğu politikalar güvenilir midir?"
Cezayir konusuna geçmeden önce önemli gördüğümüz ve Cezayir'i, komşusu olan diğer Kuzey Afrika ülkelerini yakından ilgilendiren ve batılı stratejistlerin yukarıdaki sorulara cevap arayışı mahiyetindeki bazı tespitlerine değinmek istiyoruz.
Bazı tahlilcilere göre "fundamentalist İslamcıların" siyasi programı eski idealleri gerçekleştirmek. Bugünkü dünya sisteminin ortaya koyduğu ve marjinal olarak görülen İslam, gerçekte müslüman halkları yöneten ve batı kavram ve değer yargılarını kabul eden milliyetçi iktidarların çöküşünü ortaya koyucu bir gelişme göstermekte. Müslümanlara göre, İslam sadece batının siyasi hegemonyasına ve emperyalizme karşı direnişi simgelemiyor, aynı zamanda batılı değerlerin ortaya çıkardığı laiklik, sosyalizm ve liberalizme karşı da oluşan bir gücün simgesi.
Aynı tahlilcilere göre yükselen İslami bilince karşı politikalar üreten müslüman hükümetler üç büyük sorunla karşı karşıya kaldılar:
1. Batılı bakış açısıyla ortaya koydukları, kültürel kimlik ve siyasi bağımsızlık saplantısından başka meşruluk zeminleri yok.
2. Bu rejimlerin hedefleri, Filistin'in bağımsızlığı, panarabizm ya da panislamizm politikaları, siyasal katılım ve iktisadi-sosyal İlerleme noktalarında kilitlendi.
3. Bu rejimler, dışarıdan ve içeriden iktidarlarını sarsabilecek gelişmelere karşı gittikçe artan bir biçimde batı desteğine muhtaç bir hale geldiler.
Gün geçtikçe bu rejimler yükselen İslam'a karşı daha da çaresiz hale geldiler. Müslümanlar daha önce bu rejimlerin ortaya koydukları ama bir türlü (petrol gelirlerini gaspetmeleri, ekonomik programların başarısızlığı ve batıya daha fazla bağımlı hale gelmeleri vb. yüzünden) başaramadıkları programlar vaaz ederek halkın desteğini kazanmaktalar.
Müslümanlar, milliyetçilerin programlarını dinselleştirerek aynen yinelemekte, iktidarı ele geçirdiklerinde bunları uygulayacaklarına dair sözler vermekteler.
Bu tahlillere göre, gerçekte müslümanların ortaya koyduğu şey elit tabakanın kimliğinin köklü bir biçimde değişmesi ve siyasi sürekliliğin sağlanması. Benzer bir yorumu Olivier Roy da yapmakta, hatta daha da ileri giderek "Sistem çerçevesinde siyasal bir gelecekten yoksun kalan genç aydınlar ne ağzına kadar dolu devlet bürokrasisi içinde ne de kalkınma kaygısından çok iş bitirici ve mali bir ulusal kapitalizm içinde ihtiraslarına denk düşen bir yer kapabilme umudu taşıyorlardı" demektedir. Roy'a göre onlar için devrim yer kapma ve toplumsal yükselme anlamına geliyor. Bu noktada örnek olarak FIS'in FLN'nin 30 yıldır ortaya koymaya çalıştığı programını gerçekçi bir biçimde uygulamaya geçirme isteğinden söz ediliyor.
Lübnanlı bir düşünür olan Munah al-Solh'a göre "Arap elitler temelde milliyetçidirler, o halde Arap kitleler dindardırlar." Yani bir yönüyle İslami uyanış elitlerin halkla bütünleşmesi olarak tanımlanmak isteniyor. Bazı yorumculara göre, bugünkü rejimler II. Dünya Savaşı sonrası batılı hükümetlerin karşı karşıya kaldıkları problemlerle karşılaştırılabilecek ölçüde benzer bir dönem yaşamaktalar. O dönemlerde komünistler batıda % 20-30 oy almakta idiler. Fransa ve İtalya onların parlamentoda faaliyet göstermelerine müsaade ettiler ve 1980'lere kadar bütün kapılar yüzlerine kapandı ya da hükümetler içinde eriyip gittiler. Yani müslüman ülkelerde hükümetler aynı metodu uygulasalardı, seçimlerde onlara katılım imkanı sağlayıp, parlamentoya girmelerine müsaade etselerdi sadece bölgesel manada ya da ufak çaplı olarak yönetimleri ellerinde bulunduracaklar, böylece de tezleri bu derece sahiplenilmeyecek ve etkisiz kalacaktı. Böylelikle müslümanların hükümet yönetemeyeceklerini, kendilerinden farklı iktisadi ve sosyal politikalar ortaya koyamayacaklarını ispat etmiş olacaklardı.
Bu noktadan itibaren tahliller tam bir laik-sömürgeci zihniyete bürünüyor. Bilimsellik maskesinden sıyrılan yüzler, gerçek kimliklerini ortaya koyuyor ve "Batı, kendi adına köşeye sıkışmış durumda muhalefet etmekten başka ne yapabilir ki?" sorusunu "Bunu zaten uluslararası İslamcı tecavüze karşı yeterli derecede yapıyor" cevabıyla noktalıyorlar.
Bu tahlilcilere göre "hiç bir batılı lider demokrasi adına İran'ı karanlık güçlerin ellerine teslim eden Jimmy Carter'ın durumuna düşmek istemiyor."
Bazı tahlilciler batılı hükümetleri üçüncü dünya ülkelerindeki diktatörlükler hususunda çifte standart uygulamaları noktasında eleştiriyorlar. Müslümanların bu hassas meseleyi sürekli olarak gündeme getirmelerinden büyük endişe duyuyorlar.
Bazılarına göre, ilk olarak müslümanların kim oldukları ve ne yapmak istedikleri iyi sorgulanmalı. Müslümanlar sürekli olarak suçlanmamalı ve batı çıkarları karşısında bir tehlike gibi gösterilmemeli. Nitekim bu müslümanların konumlarını ve eğilimlerini görememek ve onları batı karşıtı tek güç olarak kabul etmek olur.
Onlara göre bu suçlamalar sosyal araştırmacıların kendi kazançlarını artırmada kullandıkları bir yanıltma:
"İslam'ın moderniteye ve demokrasiye adapte edilemeyeceğini vurgulayanlar aslında İslamcılara hizmet ettiklerinin farkında değiller.
Bazı stratejistlerin "fundamentalist İslamcıların" oyununa gelerek İslam'ı tek bir karakteristik yapıya sahipmiş gibi göstermeleri, sürekli kadın ve ekonomi konularında İslam'a saldırmaları müslümanların saflarını sıklaştırmalarına sebebiyet veriyor."
Cezayir
Cezayirli sosyolog Muhammed Harbi'ye göre FIS, FLN'nin oğlu durumunda. Ancak bazı batılı tahlilciler bu konuda Harbi'ye katılmamaktalar. Onlara göre bağımsızlık sonrası ortaya konan batılılaşma politikalarına karşı çıkan müslüman kitlelerin geleneğin potasından zuhur ettiklerini düşünmek yanlıştır. Nitekim Cezayir, Mısır ve Lübnan'daki sosyolojik çalışmalar müslümanların cahil kitlelerden değil üniversite kampüslerinden geldiklerini göstermekte. Üstelik aralarında sadece hukuk ve edebiyat fakültelerinden değil, fen fakültelerinden de gençler var. Bu gençler geleneksel dini kadroların hükümete karşı olan muhalefetlerini -1988 öncesi- çok pasif bulmakta ve bu kesimi uyuşuklukla suçlamakta idiler.
Bugün Cezayir'in % 70'ini oluşturan kitleler üçüncü nesli temsil etmekteler. İlki bağımsızlık savaşında mücadele verenler idi. O günkü FLN batıcı olmaktan çok İslamcılara yakındı. İkinci nesil ise bağımsızlık sonrası batıyla işbirliği yapan hükümete karşı olup, bir zamanlar aynı safta mücadele verdikleri arkadaşları tarafından öldürülen ya da hapsedilenlerdi.
Batılılara göre bu üçüncü nesil tıpkı İran ve Sudan örneğinde olduğu gibi 'Milliyetçi-batıcı tekel'i kırma yolunda şansları olduğunu düşünen gençler. Bazı stratejistler bu gençleri seleflerine nazaran daha sabırlı bulmaktalar. Onlara göre, FIS gençlerinin stratejisi hep iktidarı direkt olarak ele geçirmekten ziyade hükümete, İslami programları yürürlüğe koyma yolunda baskı yapmak oldu. Üstüne basa basa vurguladıkları nokta müslümanların hemen her coğrafyada olduğu gibi Cezayir'de de öncelikle hükümeti İslami ölçülere uyma noktasında zorlamalarıydı.
Bu noktada bu çeşit tahlillere katılmak mümkün. Nitekim Cezayir'de müslümanlar mesleki kuruluşlar, üniversiteler ve büyük şehirlerdeki önemli merkezlerde kontrolü ellerine geçirmeye yönelik girişimlerde bulundular. Ortaya koydukları mücadelenin sonuçları ne olursa olsun sonuçta kitleler İslamize oldular. Bu olgu sokaktaki vatandaşı değil ama laik entelleri ve müslüman olmayan azınlıkları oldukça endişelendirdi.
Batılı tahlilciler bu gidişatın kesinlikle durdurulamayacağı yönündeki endişelerini açıkça dile getirmekteler.
Cezayir'deki toplumsal dönüşümü kendi bakış açımızla biraz daha belirginleştirmekte fayda görüyoruz.
Yukarıda sözünü ettiğimiz üçüncü nesil gerçekte tam manasıyla homojen bir yapıya sahip değil. Farklı cemaatlere bölünmüşlükte her müslüman ülkede görülen doğal bir farklılaşma. Ancak ortak noktaları şu ki: "Milliyetçi, liberal ve marksist eğilimlerin baskısı sonucu politik entellektüel ve depolitize olmuş bir toplum oluştu. Ve bunlardan salt İslami dönüşümü savunan kitleler zuhur etti." Batılılar yukarıda sözünü ettiğimiz boşluğu sürekli olarak demokrasinin dolduracağı inancı içinde oldular, ama bu toplumların tarihi ve sosyal arka planını hep gözardı ettiler." Bu tespitimizi İran İslam Devrimi destekler mahiyettedir. Devrim'de cumhuriyetçi, liberal ve komünist grupların saf dışı ve etkisiz kalmaları bu kavramların meşruiyetlerini yitirmiş olmalarıyla alakalıdır. Cezayir'de FLN tek partili bir yapı üzerine oturmuştu. FIS'in yavaş yavaş su yüzüne çıktığı süreç içerisinde hükümet müslümanlara tavizler vermek zorunda kalmıştı.
Bilindiği gibi bugünkü cunta rejiminin FIS'e ısrarla sunduğu (Başkan Zeroual Lamine'in Abbas Medeni ile hapiste görüştüğü bugün açıklık kazanmış durumda) uzlaşma tekliflerini Bağımsızlık Savaşı esnasında General de Gaulle FLN'ye önermişti. Ancak FLN bu teklifi reddetmişti. Bugün aynı tavrı öncü kadroları hapiste bulunan FIS gösteriyor.
Bu hususlar batılı tahlilcileri oldukça endişelendirmekte.
Nitekim müslümanlara tavizler veren Cezayir hükümeti şimdilerde laik muhalefetten yardım bekler oldu. Ancak onların güçsüzlüğü bu umutları suya düşürüyor. Dolayısıyla toplumsal bir tabana dayanmaktan mahrum kalan laisizmi ordular koruyor. Le Point dergisine göre General Lamine Zeroual'ın başa geçirilişinin sebepleri şunlar:
1) Krizin başlarında uygulanan "Türk Silahlı Kuvvetleri Modeli"nin iflas etmiş olması. Dergiye göre Lamine Zeroual'ın işi Muhammed Boudiyaf dönemine nazaran daha zor. Nitekim onun diyalog arayışları çevresi tarafından yönlendiriliyor. Askeriye bu konuda ikiye ayrılmış durumda. Diyalogu müslümanların iktidarda pay sahibi olmaması şartıyla kabul ediyorlar. Sloganları ise, "iktidarın korunması için diyalog."
2) Sudan veya Pakistan modellerini uygulama eğilimi. Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü profesörlerinden Remy Leveau'ya göre, askeriyenin şu anki amacı öncelikle mevcut durumu sağlamlaştırmak, yani özerkliğini korumak ve mali kaynakları elinde tutmak. Gerçekten de geçen Kasım ayından itibaren askeriye artık şeriatın gelmesi, kadınların kapatılması, içkinin yasak edilmesi gibi daha önce sürekli gündemde tutulan meselelerle uğraşmıyor. Sürekli vurguladıkları nokta bakanlıkların ve teknik kadroların tarafsız kişilerden seçilmesi (Petrol Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi). Gerçekte ise tarafsızlıktan askeriyeye yakın kesim kastedilmektedir.
3) Kaos ortamı. Yakında rejim IMF'yle masaya oturarak Cezayir'deki ekonomik gidişat, aşırı borçlanma gibi meseleleri görüşecek. Diplomalı işsizlerin kamu sektöründeki durumlarıysa bugün her zamankinden daha kötü. Eğer ordu bir an önce düzeni sağlama yolunda bir şeyler yapamazsa 1988'e geri dönülebilir.
İşte sadece Abbas Medeni ile değil, Ali Belhac, Abdulkadir Haşani ve hapisteki diğer liderlerle yapılan görüşmelerin sınırları bunlar.
Gelelim toplumsal İslami muhalefetin en güçlü olduğu % 70'lik kesime. Bu kesim sadece üniversitelerde örgütlenmedi. Üniversiteler bir başlangıç noktası olarak kabul edilse de bu gençler toplumun her alanına yayıldılar. 1989'da meydana gelen depremde, depremzedelere devletten önce ulaşan ve toplumsal alanda etkin olduklarını ispat edenler bu gençlerdi. Kampüslerde pahalı kitapların fotokopilerini çektirip bedava dağıtarak, ücretsiz sağlık hizmetleri sağlayarak, banliyölerde fakirlerin haklarını savunarak, sokakları temizleyerek vb. önemli toplumsal etkinliklerde bulunmakta idiler. Bu noktada cami, dernek, evler vb. doğal örgütlenme alanları da cabası. Birçok batılı tahlilcinin ısrarla savunduğu diplomalı-diplomasız işsiz gençler grubu tam bir toplumsal sınıfa tekabül etmemektedir. Nitekim yukarıda sözünü ettiğimiz faal gençler çoğu diplomalı, ama devlet teşekkülünde çalışmaktansa bu faaliyetlerin içinde yoğrulan gençler.
Farklı birtakım tahlilcilere göre artık müslümanların iktidara gelmeleri pek yakın. Sistemin mağdur durumda bıraktığı insanlar FIS'in rejime karşı verdiği mücadeleyi destekliyorlar ve ülkeyi kana bulayanın cunta rejimi olduğunun farkındalar.
Gerçekten de bugün artık müslümanlar doğudan batıya tüm Cezayir'de rejimle savaş halindeler. Yüzlerce köy müslümanların kontrolü altında. Geceleri cunta güçleri kendilerini korumaya alıyor, gizleniyorlar. Büyük metropollerde polis her ne olay olursa olsun belli mahallelere kesinlikle adım atmıyor. Cezayir şehrinin merkezindeki resmi binalar ve oteller stratejik merkezler gibi korumaya alınmış durumda, işinden çıktıktan sonra hiç kimse yürüyerek evine gidemiyor. Şu son bir kaç gün içerisinde de gazete, dergi ve basın faaliyeti durmuş durumda. Laik basın mücahidlerce susturuldu ve sindirildi. Bugüne kadar resmi olmayan rakamlara göre 15.000'den fazla ölü var.
Sosyolog Burhan Galyun'a göre bağımsızlık savaşı sonrası ne hukuk devleti, ne eşitlik, ne de özgürlük sağlanamadı Cezayir'de. Ulus-devletin bir türlü oluşturulamaması da bir başka sorun. Galyun'a göre tarih boyunca Cezayir Romalılar, Bizanslılar, Türkler, Araplar, İspanyollar, Fransızlar vb. gibi devletler tarafından işgale uğradı. Doğusu, batısı ve çeşitli aşiretleriyle coğrafya insanı devamlı surette birbirleriyle karşı karşıya getirildi ve gerçekçi politikalar ortaya konamadı. Yapısal olarak Cezayir hep bir sömürge devlet olarak kaldı. Galyun'a göre bağımsızlık savaşı bir devrim değildi. Köylüler ellerinden çıkan toprakları geri almak istiyorlardı. Ama millet olarak kendisini aşağılık görüyordu. Sorun birçok sömürge ülkesinde olduğu gibi zengin mülk sahiplerinden kaynaklanmıyordu. Esas sorun beyazlar tarafından istila edilmiş olmaktı. Muhammedler hor görülüyor, Marceller (Fransa'nın bu topraklara yerleştirdiği ve zenginleştirdiği azınlıklar) ordu tarafından korunuyordu. Bu yara hiç bir zaman kapanmadı ve bugünlere geldi dayandı. Bir Cezayirli gazeteciye göre bağımsızlık hiç bir şeyi değiştirmedi. Sömürgecinin yerini Cezayirli'nin kendisi aldı. Cezayir kendisini hiç bir zaman bir üçüncü dünya ülkesiyle karşılaştırmadı. Ülkeyi yönetenler halka hep Fransa gibi olunacağı yolunda sözler verdi.
Peki ama Cezayir siyasi-ekonomik ve toplumsal bazda bekleyen sorunları neler? Vakıaya sloganik değil, gerçekçi bir biçimde yaklaşma açısından bazı hususların altını bir kez daha çizmek istiyoruz.
İddia edildiğine göre Cezayir nüfusunun yaklaşık % 20'si kendini "Berberi" olarak Arap nüfustan ayırıyor. Berberiler Kabil dağlarını kendi vatanları gibi görüyorlar. Hem hükümet güçlerine, hem de mücahidlere karşılar. Sosyalist güçler örgütünden Said Halil'e göre Cezayir bir nevi Yugoslavizasyon'a doğru sürüklenebilir. Bu noktada aklımıza Güney Sudan geliyor ve Cezayirli müslümanları istikrarlı politikalar üretmekten alıkoyma yolunda, batının artık alışılagelmiş oyunlarını Cezayir coğrafyasında da oynayabileceği yolundaki endişelerimizi dile getirmekte fayda görüyoruz.
Ekonomik açıdan da 30 yıllık rejim, doğal zenginlikler cenneti olan Cezayir'i iflas ettirdi. Petrol gelirleri 1986'daki fiyat düşüşlerinden sonra bir daha düzelemedi. Cezayir arpanın dahi % 50'sinden fazlasını ithal etmekte. Milyarlarca dolarlık dış borç da cabası. Bu ortam şu anda kitleleri FIS saflarına daha da yakınlaştırıyor. Ancak ileride bu tablo müslümanlar için sorunlar yaratacak.
Bu arada dış basında bir çok defalar konu edilen ve terörist eylemler olarak addedilip FIS'e maledilen birtakım öldürme, soygun vb. eylemler, batılı bazı tahlilciler tarafından gündeme getirilip belli ölçülerde gerçekçi bir bakış açısı ve bilgi verme yöntemiyle ortaya konmakta.
FIS adına eylemler gerçekleştiren ve eski FIS'li subay ve askerlerden oluşan disiplinli örgütün adı MIA (Silahtı İslami Hareket). Ancak batı basınında çoğu zaman haber olarak verilip FIS'e maledilen (kırsal bölgelerde geçiş parası toplamak, banka ve postaneleri yağmalama, birtakım adi öldürme) eylemleri gerçekleştiren gruplar var. FIS militanlarına göre bunlar daha çok fırsat düşkünü, yağmacı adi suçlular. Bunlar cihad adı altında silahlanıyor ve FIS'i zor durumlara düşürüyorlar.
Cezayir'i zorlu bir gelecek bekliyor. Yeni Dünya Düzeni'ne karşı gelmenin bedeli olarak ödeyecekleri diyetler, terörist ülke ilan edildikten sonra kendilerine uygulanacak ambargolar, kışkırtılacak olan etnik gruplar, Allah'ın ayetlerini hayatına hakim kılmaya çalışacak olan Cezayirli'nin önündeki önemli sorunlar.
Yazımızda Cezayir'de yaşanan son altı yıllık süreci genel hatları itibariyle basında nasıl ve ne şekilde yansıtıldığını aktarmaya çalıştık. Aynı bağlamda Lübnanlı sosyolog, yazar ve gazeteci olan George El Rasi'nin tespitlerine yer vererek konuyu noktalayabiliriz: "Cezayir'deki İslam yabancı araştırmacılar ile kitle iletişim araçlarının göstermeye çabaladıkları gibi basit bir olgu değildir. Tersine çok karmaşık, gayet girift bir olgudur ki bunun kapsamında derin tarihsel, toplumsal, kültürel birikimler bulunur. Bu uygarlık birikimlerini anlamaksızın günümüz olaylarını idrak etmek olanaksızdır. Aynı biçimde geçmişi ve Cezayir'in çok boyutlu geleceğini irdelemek hatta bu ülkeye komşu benzer ülkeler ile Arab aleminin geçmiş ve geleceğini irdeleyip sorgulamak anlamına gelir."
Son olarak şunu belirtmekte yarar görüyoruz ki, bugünkü FIS kadroları içinde Malik b. Nebi'nin arzuladığı, günümüz dünyasının sorunlarını aşacak ve dönüşümü oluşturacak sahih bir Kur'ani perspektife ulaşmış kişilerin inisiyatiflerinin ne düzeyde olduğunu tam olarak kavramak şu anda mümkün değil. Bugün Cezayir'de gelinmiş bulunulan süreç içerisinde söz konusu düzeyin ne derece yaygın olduğu noktasında derin bilgilere sahip değiliz. Türkiye'de yayınlanan kitaplar bize bunu tam manasıyla yansıtamıyor. Yabancı dillere çevrilmiş kayda değer eserler de mevcut değil.