Şeyh Abdulhamid bin Badis liderliğinde 1931 yılında bir grup mücahid ve alim tarafından kurulan "Cezayir Müslüman Alimler Cemiyeti"nin, ülkenin ilim, cihad ve davet tarihinde önemli bir yeri vardır.
Çalışmalarına, bir uçtan öbür uca tüm Cezayir'i sarsan kurtuluşsal devrime insanları hazırlayan, onlardan bilgisizliği uzaklaştırıp inançlarını düzelten ıslah ve kapsamlı öğretim faaliyetleriyle başlamıştır. Kökleri, Cezayir'in çeşitli bölgelerine ve topluluklarına uzanan olgun İslami uyanış tohumlarını atmıştır. Bununla birlikte, Cemiyet'in tarihi, seyri ve etkileri tartışılmaya ve yeniden gözden geçirilmeye halen ihtiyaç duymaktadır.
Kuruluşunun 60. yılını kutlama münasebetiyle -ki bu kutlama Cemiyet'i yeniden diriltmek amacıyla Cemiyet'in eski üyeleri ve yetiştirdiklerinden bir topluluk tarafından gerçekleştirilmiştir- "El-Alem" Dergisi Cemiyet'in kuruluş şartları, gayesi, kurtuluş hareketiyle ilgisi ve bağımsızlığa kavuştuktan sonra ülkenin durumuna ilişkin konular çerçevesinde bir oturum düzenlemiştir. Bu oturuma Şeyh bin Badis'in öğrencisi, Cemiyet'in -Bin Badis döneminde olduğu gibi- bugün de üyesi olan Şeyh Muhammed Tahir Fudla', tanınmış edebiyatçı ve tarihçi Dr. Ebu'l-Kasım Sadullah, Cezayir Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı profesörü Dr. Muhammed Nasır ve Cezayir Usuluddin Yüksek Enstitü Müdürü Dr. Abdurrezzak Kasum katılmışlardır.
El-Alem: Cezayir Müslüman Alimler Cemiyeti'nin doğuşuna etki eden doğrudan ya da dolaylı olarak içten veya dıştan kaynaklanan etkenler nelerdir?
Dr. M. Nasır: 1931 yılının Mayıs ayında Müslüman Alimler Cemiyeti'nin ortaya çıkmasında şüphesiz doğrudan olduğu gibi dolaylı nedenler de söz konusudur, öyle sanıyorum ki orada, tümünün Cemiyet'in kurulmasına neden olduğu, birbiri içerisine girmiş bir çok etken vardır. Doğal olarak bunun başında Cezayirli şahsın yaşadığı zulüm, terör, dinine ve diline yönelik işkence girişimleri gelmektedir. Bu acılar, kızgın Fransız haçlı sömürgeciler orada oldukları sürece devamlı olarak yaşanacaktı. Sömürgeciler, 1830'da Cezayir topraklarına ayak bastıklarından beri niyetlerini gizlemediler.
Buradan, işin başında silahlı direnişle kendini gösteren kuvvetli, toplumsal bir İslami tepki baş gösterdi. Daha sonraları silahlı direniş sonuçsuz kalınca, hareket düşünsel bir sürece girdi. Bunun belirtileri okulların, kütüphanelerin, gazetelerin, cemiyetlerin, sportif takımların ve tiyatro gibi bir çok alanların tesisinde ortaya çıkmıştır. İşin başında bu tür faaliyetler dağınık ve bölük-pörçük bir durumda idi. Özellikle 1931 yılından önce Cezayir'in çeşitli bölgelerinde kurulmuş olanlarda bunu rahatça görmek mümkündür. Fakat Cemiyet'in kurulmasından sonra hemen örgütlendi, yol ve amaç 'bir' hale getirildi.
I. Dünya Savaşı, bilinçlenmeye götüren doğrudan sebeplerin en önemlilerinden idi. Çünkü savaş, pratik bir şekilde sahte Fransız vaadlerini açığa çıkardı. Bu, iki cephede direniş için ıslahatçı uyanışın atağa kalkmasına yardım etmiştir: İçsel cephe; bu, sonradan ortaya çıkan bazı yolların beslediği ve yaydığı ahlaki ve dini sapmalara karşı direnişte kendini gösteriyordu. Bunu 1920'lerde güçlü bir biçimde hareketin söyleminde görebiliriz.
Bir yandan da, özel bir biçimde Fransız sömürgecilerin okullarından mezun olan gençlerin arasında yayılmaya başlayan batılılaşma ve şaşkınlığa karşı direniş.
O halde ortada şu var: Dünyevi ihtiyaçlarım karşılamak amacıyla dini kılıf olarak kullanan, donuk ve katı bir tutum veya hurafecilik; ya da Batı medeniyetinin kendisini aldattığı ve o medeniyeti kendi müslüman Arap kimliğine alternatif gören inkarcı tutum.
Hareket tam anlamıyla bu gerçeği kavradı. Metodik ve incelemeci bir yolla mücadeleye girişti. Bu, acil bir program olarak ıslah hareketinin enformatik aracı olarak beliren basının; uzun vadeli programda ise; Din ve dil yönünden kendi aslına iman eden bir kuşak yetiştirmek için ülkenin her yerinde okulların açılması şeklinde beliriyordu.
Allah'ın takdiri ile bir tesadüf olarak; ıslahatçılar Güneyde Şeyh Beyud ve Ebu'l Yakzan; Kuzey'de ise, İbn Badis ve İbrahimî liderliğinde bu proje üzerine ittifak etmişlerdi. Bu aynı sene içerisinde 1925'te önceden hiç bir görüşme ve ortak bir tasarım olmaksızın gerçekleşmiştir.
Madem ki bu etkenlerden ve nedenlerden bahsettim, o zaman dışsal etkilerden ve nedenlerden de bahsetmem gerekir. Ki bu etkenler, Afgani ve Abduh liderliğinde İslam ve Arap El-Alem'inde yayılmaya başlayan bu geniş ıslah hareketin başında gelir. Bilindiği gibi, İmam Abduh 1903'te Cezayir'i ziyaret ettiğinde; ülkenin her tarafında kendisine yardımcı, istekli ve hayran bulmuştu.
Aynı şekilde Tunus'taki Zeytune Camisi'nin büyük bir tesiri söz konusudur, öyle sanıyorum ki, en güçlü ve en derin tesir bırakanlardandır. Çünkü o tek kelimeyle, imamların, ıslahatçıların, davetçilerin, edebiyatçıların, bağımsızlığa kadar 20'lerde ve 30'larda diriliş bayrağım taşıyan Cezayirli gazetecilerin çoğunun yetiştiği, eğitim gördüğü bir okul idi. Bu konuda bir çok bilimsel çalışmaların yapılması gerekir. Çünkü bu kısa satırlar gerçeği anlatmaya yemez. Hareketin yazını buna güçlü bir şahittir. Kesinliğe varan bir biçimde şunu söyleyebilirim: Zeytûne'nin etkisi Ezher'in etkisinden çok daha güçlüdür. Hatta Tunus'un etkisi Mısır'dan daha güçlü olmuştur.
Eğer derin bir incelemeye girişsek "Bu dünyanın sonu (ahir) ancak öncesi (evvel) düzeldiğinde düzelecektir." sloganının tek kaynak olduğunu görürüz. Bu, her ne kadar metodlar farklı da olsa ıslahatçıların İslam Aleminde gerçekleştirmeye çalıştıkları bir slogandır.
Dr. A. Kasum: Bu soruya yanıt, bu Cemiyet'in doğuşunun arkasında gizli olan bir takım öğelerin açığa çıkarılmasıyla belirecek olan önemli bir tarihsel gerçeği kesinleştirmekle başlar. İçsel ve dışsal bir grup etken, ya da dilersen şöyle söyle, o zamanki karanlık Cezayir semasında Alimler Cemiyeti yıldızının doğmasını çabuklaştıran doğrudan ve dolaylı etkenler bir araya gelmiş; böylece bir asır süreyle üstümüze çöken karanlık dağıtılmıştır. Cemiyet'in doğmasını sağlayan içsel alandaki öğelerinin başında belki de kesin bir meydan okuma demek olan, ayaklarıyla temiz topraklarımızın kirletilmesinin üzerinden bir asrın geçmesinin işgalci düşman tarafından kutlanmasına; ayrıca buna eşlik eden işgalin desteklenmesi amacıyla yapılan övünç ve güç gösterilerine ve açık bir ilana -ki bu kutlama sadece Cezayir'in işgali ve Fransa'ya katılmasının üzerinden yüzyılın geçmesi demek değil aksine, Cezayir'de İslam cenazesinin taşınması, Hıristiyanlığın din ve medeniyet olarak İslam ümmeti, Arap toprakları ve Afrika'nın bir bölümüne yerleştirilmesini ifade ediyor- karşı büyük bir tepki gelmektedir.
Buna ek olarak, Arapça okulların kaldırılması, öğretmen ve öğrencilerin dağıtılması ile ortaya çıkan boşluk, batıcılaşma ve bilgisizlik gibi işgalin neticelerini; ayrıca Cezayir'in başkentindeki en büyük mescid olan Mescid-i Ketşava'da olduğu gibi Mescidlerin yıkılması ve kiliselere çevrilmesini de söylemek gerekir.
Böylece Cezayir kendisini tüyleri yeni çıkmaya başlayan güzel bir kuş olarak bulmuştur. Bu kesin meydan okuma, büyük bir tepkiyi doğurmuştur. Böylece Şeyh Beşir el-İbrahimî'nin dediği gibi, yokluğunda sinmiş bir vaziyette bomboş bir Cezayir'in olacağı Cemiyet ortaya çıkmıştır. Bu zor anlarda İslam ümmeti ve Arap toprakları içerisindeki ıslahat rüzgarlarını unutmayacağız. Ayrıca İslam-Arap kültürünü yayan, hesap ve savaş gününe hazırlanmak için ilim öğrenmeye gelen Cezayirliler'e kucak açan Tunus'taki Zeytûne, Fas'ta Kuraviyyun ve Mısır'daki Ezher gibi ıslahat rüzgarlarını estirmeye çalışan ilmi müesseseleri de unutmamız mümkün değildir.
Dr. E. Sadullah: Bu soru kapsamında kişinin başlı başına bir kitap oluşturması mümkün. Özetle söylersek, Cemiyet'in doğuşu bu işi yerine getirenlerin milli ve tarihi sorumluluğuyla bağlantılıdır. Bir takım işaretler gösteriyordu ki bir an önce gereken yapılmazsa Endülüs'ün kayboluşu gibi müslüman-Arap Cezayir de kaybolacaktır. Şöyle ki, Fransızlar kendilerini Cezayir'in efendileri olarak gördüler. Bunun üzerine oraya yerleştiler ve orayı yurt edindiler. İnsanları cahil bırakarak, tarihi izleri yok ederek, mescidleri, zaviyeleri, İslamî okulları istila ile, din alimlerini, mahalli liderleri sessiz bırakarak, Fransız okullarında yetişmiş elit bir tabakayı öne sunarak, Cezayir tarihini ortadan kaldırarak, resmi dili Fransızca yapıp Arapça'yı yabana dil haline sokarak ve daha Cezayir'in yutulmasına ve İslam haritasından silinmesine aracı olan bir çok uygulama ve tutumlarla Cezayir halkını ikincil bir konuma düşürmüşlerdir.
Müslüman Arap Cezayir yerine, isimlendirdikleri gibi, Koloni Cezayiri ya da "Fransız Cezayir" ortaya çıkmıştır ve artık onun kilisesi, Üniversite ve okulları, edebiyatı, dili (Fransızca), tarihi (Romen-Hıristiyan, sonra Fransız-Katolik), yeni medeniyet alanındaki yönelişi (Avrupa-Batı yönelişi) vardır.
Bu asrın 20'li yıllarında Fransızlar Cezayir'i işgallerinin yıldönümünü kutlamaya hazırlandılar. Çünkü 1827'de ülkeyi kuşatmış, 1830'da da işgal etmişlerdi. Bu arada gazeteler Fransızlar'ın Cezayir'in yerlileri olduklarından iftiharla söz ediyordu.
İşte bu, Cemiyet'in kurulmasını sağlayan genel hava ve arka plandır. Fakat bunun direkt nedenine gelince, o da bir takım ıslahatçı alimlerin müslüman Cezayir'in kimliğine yönelen ani tehlikeye karşı koyma zorunluluğunun bilincinde olmalarıdır. Özellikle Fransızlar'ın işgallerinin 100. yılını kutlama merasimlerinden sonra.
Fakat Cemiyet'in doğuşu öyle birdenbire olmadı. içsel planda şu etkenler bunu hazırlamıştır:
1- Şu kimseler gibi, göç etmiş ıslahatçı alimlerden bazılarının dönüşü: Şeyh Tayyib el-Akabî (Hicaz'dan), Şeyh Beşir el-İbrahimî (Suriye'den) ve Ebu Ya'la ez-Zevavf (yine Suriye'den). Sonra Ezher ve Zeytûne'den diğerlerinin dönüşü.
2- Cezayir'in 1900-1913 yılları arasında tanık olduğu kültürel ve basınsal diriliş. Bu dönemde ilk kez Cezayirlilerin kurduğu Arapça ve Fransızca gazeteler ortaya çıkmış, milli mirasa ait bir grup kitap basılmıştır.
3- 1. Dünya Savaşı sırasında Fransız askeri içerisinde hizmet veren Cezayirlilerden bir çoğunun dönüşü. Bunlardan Emir Halid, Emir'in torunu Abdulkadir ki, Cezayir'i siyasi olarak devrime uğratmış, çifte lisanda gazete kurmuş sosyal ve siyasi ıstılahlara çağırmış, İslami Kardeşlik Cemiyeti'ni kurmuştur ve 1919-1926 yılları arasında milli hareketin en bariz simalarındandır.
4. Yaklaşık 1913 yıllarından beri halka ve çocuklara ders vermek şeklinde başlayan İbn Badis hareketi. Ve eğitim ve öğretim okullarının kurulması, mescidlerde dersler vermekle birlikte dinin önde gelenleri ve diğer kurs ehli ile tanışmak ve görüşmek için çeşitli bölgelere yapılan ziyaretler. Bu proje savaş sonrasında geliştirilmiş ve genişletilmiştir. Şöyle ki, İbn Badis matbaa ve gazete kurmuş; okullar çoğaltılmış, fikri ve siyasi tam bir sorumluluk taşıyacak genç neslin eğitimini amaçlayan yeni bir metodla öğrenciler mezun edilmiştir. Daha 1931 yılı gelmemişti ki, (o yıl Cemiyet'in kuruluş tarihidir) İbn Badis'in sosyal, dini ve kültürel ıslahat programı yaklaşık tüm bölgelere yayıldı ve kök saldı. Dışsal etkenlere gelince şöyle sıralayabiliriz:
1- Bizzat dünya savaşının etkisi. Savaş bir çok imparatorluğu düşürmüş, özellikle Asya ve Afrika'da milliyetçilik düşüncesini kuvvetlendirmiş, Ekim Devrimi gibi bir çok devrimlere neden olmuştur. Bu esnada; Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson, içinde sömürge halklarının kendi kaderlerini tayin etmesini kararlaştıran prensibinin de yer aldığı prensipleri ilan etmiştir. Bilindiği gibi Emir Halid, Versailles'da barış konferansının gerçekleşme sırasında 1919 senesinde Amerikan heyetine takdim ettiği bir mesajda bu prensibin Cezayir'e tatbikini ilk isteyen kişi olmuştur.
2- 1916'da Hicaz'da Arap devriminin ortaya çıkışı, Emir Faysal liderliğinde Suriye'de "Arabistan"ın kurulması ve Arabistan Yarımadasında Suudi-Vahhabi liderinin görülmesi. Bu hadiseler, şunun gibi bir takım önemli gelişmelere neden olmuştur: Türkler'in elinde bulunan Şeyh El-Akabî sürülmüş, El-İbrahimî Hicaz'dan Suriye'ye nakledilmiştir. Daha sonra Suriye'deki Faysal hükümeti başarısızlığa uğrayınca Cezayir'e nakledilmiştir. Fransa, manda adı altında Suriye'yi işgal etmiştir.
3- Özellikle 1924 yılında hilafetin kaldırılmasından sonra bir çok İslamî konferansların düzenlenmesi. Bunlardan, 1926'da Kahire Konferansı, 1931'de Kudüs Konferansı. Buna ek olarak Hindistan'da ve diğer yerlerde müslümanların düzenledikleri konferanslar.
Tüm bunlar ve diğerleri, kendilerini toplumun özü ve ümmetin yönlendiricisi sayan Cezayirli alimleri herkese şamil, kendisi ile düşüncelerini yayabilecekleri, onun üzerinde liderlik odaklarına çıkabilecekleri bir örgüt kurmayı düşündürmüştür. Aynı şekilde onlar siyasi liderliği de arzuluyorlardı. Diğer İslam ülkelerinde hizip başlarında bulunan alimler de böyle düşünmüşlerdir. Örneğin, Fas'ta Allal Fâsi, Tunus'ta Abdulaziz Saalibî, Filistin'de Emin El-Hüseynî ve Mısır'da Abdulaziz Çaviş. Fakat Cezayir'in şartlan diğer ülkelerinki ile aynı değildir. Çünkü Cezayir Halk Kanunu adında "zulüm kanunu" cezasına çarptırılarak yaşamıştır.
Şeyh M. T. Fudla': 1924 Yaz'ından 1931 Baharına kadar geçen bu yedi yıl daha önce geçen yıllar gibi ümmet açısından mahrumiyet; ıslahat hareketi bakımından ise acı bekleyiş yılları idi.
Tek düze, korkunç bir hava kuşatmıştı: Diktatörce, geniş yaşam imkanlarının tümünü elinde tutan, halkın üzerinde sömürgecinin egemenliğini yerleştirmek İçin tam bir otoritenin kurulduğu, I. Dünya Savaşı sonrası (1914-1918) şartların düşündürttüğü tüm uyanış kapılarım kapatan bir hava.
İbn Badis, gazetesinde bir çok kez bozulan akideyi düzeltici ve vatanın gidişini ve istikametini doğru olarak belirlemeyi amaçlayan ıslahatçı partiyi tesise çağırdığı zaman; bu partinin amaçlarını yerine getirecek Alimler Cemiyeti'ne arzusunu belli etmedi. Yine ıslahatçı partiye tüm şu üstad ve şeyhler sürekli çağrıda bulunuyordu: Beşir el-İbrahimî, Tayyib el-Akabî, Mevlud el-Hafizî.
Onlar diğer benzerleri ile birlikte 1931'in 3, 4 ve 5 Mayıs günlerinde kuruluş toplantısı için genel cemiyet oturumlarını yürütmüşlerdir. Temel maddeler sunulup tartışılmış, onunla birlikte idari meclisin ve orada olmadığı halde başkan olarak da İbn Badis'in seçimi tamamlanmıştır. Bu tarihi temele binaen görülüyor ki, İbn Badis, üç kuruluş gününe katılmamıştır. Fakat aynı zamanda İbn Badis, İbrahimî, Akabî, Zahirî, Amûdî, Milî ve daha bir çoklarının gizli ve açık çalışmalarıyla Alimler Cemiyeti'nin kuruluşundaki büyük payını da bilmeyen yoktur. Bu bölgesel ve evrensel kötü ve karanlık şartlar gereği idi. Öyle ki bu, "gizlilik esprisini" kullanmayı gerekli kılıyordu -ki Rasulullah buna işaret etmiş ve giriştiği bir çok nihai savaşlarda bunu uygulamıştır-.
Haçlı Fransız işgalinin yüzüncü yılını anma törenleri, ona eşlik eden kutlamalar, tüm örf, adet ve değerleri hiçe sayan festivaller, buna ek olarak amacı istibdat ve zulüm olması nedeniyle Cezayir halkına karsı sivil ve askeri sömürgeci idarelerin uyguladığı ve temel aldığı kötü muamele; işte tüm bunlar, ülke insanlarının yüreklerindeki küllenmiş volkanları patlatmış, tereddüt, çekingenlik ve korku perdesini gidermiş ve kanlarıyla şunları yazan devrimci kahramanların torunlarıdır: "Bu vatan ancak halkınındır. Onun halkı ise, Rabbine iman etmiş ve Allah'ın da hidayetini artırdığı Cezayirli müslümanlardır."
Bu, Cemiyet'in kurulduğu, herkesçe İbn Badis'in başkan olarak seçildiği o siyasi şartlarda meydana gelmiştir.
Diğer taraftan çoğu insandan gizli kalsa da kendisini ilan eden bir başka yön daha var ki o da şu hadisin desteklediği şeydir: "Allah bu ümmete her yüzyılın başında dini yenileyecek birini gönderir."
Bu hadisin doğruluğu bu Cemiyet'in yaptığı uygulamalarda açıkça görülmektedir; üstelik on yıldan daha az bir sürede. Bu ayrıca Cemiyet kurulduğundan beri ümmetin uyanışı, dirilişi ve kalkışında kaderin rolünü isbat etmiştir. Ayrıca bu, milli uyanışın açıkça yapılanmasındaki korkunç çalışmada da görülmektedir, öyle ki. halk bu hareketi kucaklamış, onunla birlikte çeyrek asırdan az bir zamanda razı olarak ve razı ederek kurtuluş devriminin ocağına yürümüştür.
El-Alem: Alimler Cemiyetinin toplumun gerçeği karşısında kendisi için benimsediği, birinci dereceden eğildiği konu ne olmuştur? Bunun gerçekleştirilmesinde başarıya ulaşıldığını düşünüyor musunuz?
Dr. A Kasum: Alimlerdeki bilincin yükselmesi -ki bu üstünlük sayesinde Cemiyet'in kurulması tamamlanmıştır- ilk ve en önde şunu akla getirmiştir: Bütün Cezayirliler, Cezayir'in Fransa olmadığı ve olamayacağı; tam tersine Cezayir olarak devam edeceği konusunda bilinçlendirilmelidirler.
Cezayir halkı müslüman
Ve Arab'a müntesibdir
Kim aslı kopmuş ya da
Öldü demişse
Yalan söylemiştir
Ya da kim katmaya çalışırsa
Ona bir şey
İmkansızı istemiştir.
Bu prensibin gerçekleşmesi ve yerleşmesi için Alimler Cemiyeti kendisini tüm köy ve şehirlerde "eğitim-öğretim" kurumlarının yapımına adamıştır. Tabii bu halkın desteği ve Fransız idaresinden ve zalim kanunlarından uzak olarak milliyetçi ve ıslahatçıların çabaları ile gerçekleşmiştir.
Kuşkusuz Cemiyet, zamanı geçmeden önce işgalci idareyle ilişkisini kestiğinde ümmetin kucağındaki bilimsel eğitimden dolayı geleceğin neslini yetiştirmede tam bir başarı kaydetmiştir. Şöyle ki, milli sıcaklık, İslam-Arap bilinci -ki, asaletli, kimliğini koruyan şahsiyetine değer gösteren, milliyetini savunan bir hal oluşuncaya dek- İçerisinde. Bu şekilde öğretim faaliyetleri ilk ve orta öğretimde, yüksek öğrenimi tamamlamak için de Arabistan'ın doğusuna ve batısına öğrencilerin gönderilmesinde Fransızlar'a denk bir hale gelmiştir.
Bununla birlikte Cemiyet, sadece genç erkek ve kız çocuklarının öğretimine has kılınmamış, büyükleri de içine almıştır. Şöyle ki, erkekler cemiyet, mescid ve evlerde insanlara sömürgenin tehlikeleri ve uzak amaçlarını irşad ve vaazlarla anlatmaya çalışmışlardır. Ayrıca Cemiyet, sömürgecilerin tehlikesi ve uzak hedeflerinden dolayı, Fransız'ı isteyen her Cezayirli'nin küfrüne, öldüğünde cenazesinin kılınmayacağına ve müslüman mezarlığına defnedilmeyeceğine fetva vermiştir.
Bu önemli silahın aktif bir tesiri olmuştur. Şöyle ki, bazı aileler fertlerinin ölümlerinden sonra şiddetli zorluklara düşmüşlerdir. Böylece Cemiyet'in istediği olmuştur ve tüm halk bağımsızlık ve kurtuluş savaşma girişmiştir. Öyle savaş ki müezzin, 1954 Kasım'ının ilk günü "Hayya ala'l-cihad vallahu ekber" diye çağrıda bulunmuştur ona.
Şeyh M. T. Fudla': Cemiyet'in, hareketinin prensibi ve işlerinin amacı olarak koyduğu ilk şey eğitim ve öğretim olmuştur. Bu ikisi bir tek zeminde beraber olarak vardır. İkisi birbirinden ancak şekilsel ya da içeriksel özelleştirme durumunda ayrılabilir,
Cemiyet'in görüşüne göre eğitim, ancak öğrenenin ve toplumun din ve dünya işlerini olgun, salih bir oluşumla oluşturmada izlenilen ideal eğitim metoduyla birleştiği ve uyum, denklik ve muvafakat içinde bir arada bulunduğu zaman yararlı olur.
Aynı şekilde tek basına eğitim de böyledir. Her ne kadar yol olarak tecrübe ve ilim yoluna başvurmuş gibi gözükse de ilme, sahibinin yaşam yolunu aydınlatan "metod" olarak görüp yapışmadıkça olgun bir bireyin oluşturulmasına imkan yoktur. Bu nedenle Cemiyet'in doğuşundan beri serbest okul ve kurslar açmak için sürekli çalışıp didindiğini görürüz. Ve bu kurs ve okullar, ilk merhaledeki küçükler ve baharının ilkinde olan gençler ile gündüz saatlerinin tamamı ve gecenin ilk saatlerinde birlikte olmuştur. Kimi gündüz, kimi akşam herkes Arapça okuma ve yazmayı öğreniyor ve yine herkes kendisini feda etmek için hazırlıklar yapıyor ve seferber oluyor.
Alimler Cemiyeti'nin eğitim ve Öğretimle serbest okul ve kurslarda oluşturduğu şeyler, hristiyanlaştırmaya, eritmeye ve yabancılaştırmaya karşı atılımları, tüm bunlar uğrunda maruz kaldığı meşakket ve sıkıntılar insanlar arasında bilinen bir örneklik olmuştur. Ve cihad zamanında uzaması ve yerlerinin değişmeleri üzerine oluşan açığı kollayan ve bekleyen mücahid safları arasındaki Cemiyet'in konumu da böyledir.
Ateşi, kendi özel ilişkisi içerisinde gerek fert olarak, gerekse cemiyetin bayrağı altında topluluk olarak tutuşturulan tüm milli uyanış alanlarındaki Alimler Cemiyeti'nin faaliyetleri: Onlardan fert, topluluğun yerini alıyor, değerlerini ve yapıtaşlarını koruyor, kalemi ve lisanıyla savunuyor. Cemiyet'in cihadı üzerinden daha bir kaç yıl geçmişti ki, 1936 yılında Cezayir halkı 1930-1931 yılında olduğundan başka bir duruma dönüştü. Şöyle ki, halk tüm görüntüleriyle geriliğe, karanlık gecelerindeki cehalet ve ümmiliğe, düşmanlığının en azgın ve tecavüzkar durumundaki sömürücü ve diktatör yönetime karşı bir araya gelip birleşmişlerdir. Hatta bir çok Fransız yazarın bizzat kendileri, Alimler Cemiyeti hakkında çeşitli incelemeler, araştırmalar ve kitaplar yazmışlardır. Cemiyet, 10 yıldan az bir süre içinde Fransa'nın yüz yıldan daha çok bir süre içinde yapmaktan aciz kaldığı şeyleri yapmıştır. Gerisi kıyas edilsin.
Dr. E. Sa'dullah: Analizciler, Cemiyet'in Cezayir'de öncelikle hangi konu üzerinde durduğunda ayrı görüşler ileri sürmektedirler. Metinlere müracaat ettiğimizde açıkça görülen şudur: Gerilik, hurafecilik ve İslam dininin öğretilerinden uzaklaşmanın bulandırdığı İslam akidesini düzeltmektir, O da Arapça öğretiminin yaygınlaştırılması ile olur. Ki bu öğretim Fransız sultası tarafından onlarca yıl yok edilmiş ve öğrenimine ancak yargı, tercüme ve tedriste Fransa'nın ihtiyaç duyduğu bir kaç görevliyi mezun veren üç resmi okulda müsaade edilmiştir. Bazı kurslarda Kur'an-ı Kerim ve hatta bazı din ve lügat ilimlerinin öğretimi devam etmiştir. Tabii çok sınırlı sayıda. Aynı şekilde alimler, insanlara va'z ve doğru yola iletme görevine de c nem gösteriyorlardı. Böylece mescidlere eğitimsel ve sosyal rolleri de iade edilmiş oluyordu. Şüphesiz alimler, halkı din, dil ve tarih konusunda aydınlatmak için çalışmışlardır. Bu şekilde halka neredeyse kaybolan kimliğini iade ettiler, tarihi ile bilinçlendirdiler, fesahat ve hitabeti, milliyeti ve özgürlük ve bağımsızlığa atılımı öğrettiler.
Fakat bu önemli işe giden yol çiçeklerle döşenmiş ve donatılmış değildi. Alimler Cemiyeti sıkıntı ve acılara maruz kaldı, öğretmenler, kendilerine verilmediği halde öğretim ruhsatı isteyen zalim bir kanunun pençesine düşürüldüler. Kimisi hapse girdi, kimisi para cezasına çarptırıldı. Kimi zorla bir yerde oturmaya mecbur edildi. Kimisi de geldiği yere gerigönderildi. Bununla birlikte ilkeler için çalışanlar geri dönmedi, devam etti. Çünkü orada vazife ya da şan şöhret için çalışan yoktu.
Kuşkusuz Cemiyet'e karşı bir çok zalimane kanun çıkarttılar. En meşhuru 1933 Misel ve 1935 Rineh Kanunu'dur.
Yine de Cemiyet, büyük oranda amacını gerçekleştirmeyi başarmıştır. Onun elinde öğrenimli, müslüman-Arap Cezayir'e inanmış bir nesil ortaya çıktı. Ki onlara vakıayı açıkça gösterirken, İbn Badis meşhur marşında (1938) şöyle sesleniyordu: Cezayir halkı müslüman Ve münteseptir Arab'a Ey Genç! Sen bizim umudumuzsun Ve seninle yaklaşmıştır sabah.
Kimse Cemiyet'in, Cezayir halkını zihin, din ve dil bakımından ileri düzeye eriştirmedeki rolünde ihtilafa düşmez. Şu nedenle ki Cemiyet, 1954 yılında halkı geçmişini, kimliğini ve geleceğini tam manasıyla bilen bir durumda Kurtuluş Hareketi'ne katılır bir hale getirmiştir.
İnsanlar Cemiyet'in siyasi rolü üzerinde ihtilafa düşmektedirler. Soruyorlar: Acaba Cemiyet, siyasi bilinçlenmede ve Fransa'dan bağımsızlığa kavuşma ilkesini yaymada katkıda bulunmuş mudur? Bazısı Cemiyet'in rolünün sosyal ve kültürel ıslahattan öteye geçmediğini; diğer bazısı ise, tek başına bu doğru kabul edilse bile bunun, hiç şüphesiz milli kurtuluş ve bağımsızlığa götüren siyasi gelişmeyi de beraberinde getirdiğini düşünüyor.
Her halükarda Cemiyet'in ve Halk Partisi'nin -ki, siyasi bir teşkilattır- rolleri bu yolda birbirini tamamlamaktadır. Cemiyet, bağımsızlığa kavuşsun diye kültür, din ve toplum için; parti ise milli kültür, an bir din ve temiz bir toplum oluşsun diye bağımsızlık ve siyaset için çalışıyor.
Dr. M. Nasır: Bana göre ve anladığım kadarıyla birinci dereceden önem verilen şey bedensel, psikolojik ve ahlaki seferberliktir. Kuşkusuz, hangi ıslahat hareketi başarıya ulaşmak istiyor, o zaman kendisinden sonra harici ıslahata gidebileceği bir iç ıslahatla işe başlaması gerekmektedir. Cemiyet'in başarıya ulaşmasının nedenlerinden biri onun psikolojik hazırlığa, askeri bir meydan savaşına iç hazırlık olarak Fransız-Latin sömürgesine direnen bir silah olduğuna derin inancıdır. Çünkü savaşın kazanılması için (kuvvetli) düşmanın suratına silahın doğrultulması yetmez. İmani bir hazırlık gerekir ki, bu direnci, uzun nefis mücahedesini, sabrı ve sömürgeci korkunç bir güçle karşı koyduğunda sarsıntıya uğramayacak sebatı, güçlülüğü içermektedir. Bu da bilfiil 1954 Kasım'ı ile 1962 Temmuzu arasında "Allahu Ekber" adıyla ilk kurşun atıldığı zaman hasıl olmuştur.
Öyle sanıyorum ki Cemiyet bu olguyu anlamada ve ona hazırlanmada tam bir basan kaydetmiştir. Buna en büyük delil, bugün gözümüzle gördüğümüz okullar, üniversiteler, mescidler, kültürel ve sosyal uyanış. Eğer Cemiyet olmasaydı tüm bunlar olmaz ve bugüne kadar da gelemezdi.
Çünkü bazı kimseler sadece siyasi ya da iktisadi çalışmaya yöneldiler. Onlar Cezayir halkını kurtuluştan sonra bu yöne yöneltmede temel nedenlerdir. Ki orda maddi yöneliş manevi yönelişe galip gelmektedir. Başkan'ın şöyle hitap etmesi hala zihinlerimizdedir: "Biz başlara değil, baltalara ihtiyaç duymaktayız." Ve şimdi biz, kurtuluştan otuz yıl sonra bugün, Cezayir'in pahalıya ödediği bu ahmakça yönelişin sonucunu çekiyoruz.
O halde Alimler Cemiyeti kurtuluştan sonra yönetim kürsülerine oturanlardan daha çok halkın gerçeğini kavramıştır. Ki onlarda ne kuvvetli inanç, ne de İslami bir hedef vardır. Cezayir'i oyun bahçesine çevirmişlerdir ve bu ana kadar da böyle devam etmişti.
El-Alem: Bazıları Cemiyet'in, Cezayir kurtuluş hareketine çağrı ve teşviğinin olmadığını düşünüyor. Bu tutumu ya da iddiayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dr. A Kasum: İnsan, bu tür iddiaların tutarsızlığını, her türlü tarihsel çarpıtmalarla bezendiğini, milli hakikatler ve insanların hakları konusundaki cehaletini ispatta büyük bir gayrete gerek duymaz.
Alimler Cemiyeti'nin yaptıkları, Cezayir, Arap ve İslam uğrunda gösterilen tüm milli şeref eylemleriyle süslü beyaz bir sicile kaydedilmiştir. Bu kutsal üçlü Cemiyet'in şiarıdır. Sonra Alimler Cemiyeti'nin milliyetçiliği konusunda tanıklığa gerek var mı? Çünkü, o kurtuluş savaşında İslamı, Araplığı ve milliyetçiliği telkini sebebiyle siyasi ve askeri alanlarda önderler oluşturmuştur.
Cemiyet adamlarının söylediklerine ve açıklamalarına bakalım. Bu, sömürgecilere ateş, Cezayirliler'e ise nur olmamış mıdır? Cemiyet'in okulları ki, -ve onun çalışmalarına bizler canlı şahidleriz- tarih boyunca uzanan İslam gerçeğim biz oralarda öğrendik.
Oluşumuzdaki müslüman-Arap mensubiyeti boyutu bizde şöyle derinleşmedi mi?: Biz Arap yurdunun bölünmez bir parçası, İslam ümmetinin ise değerli bir kısmıyız.
Bu meydan okuma aksi kanıtlanana kadar bakidir -inşaallah kanıtlanamayacak-. Bu iddianın muhatabının Alimler Cemiyeti'ne mensup biri olması Cezayir'e ihanet demektir. Bu iddia gibi salt işaret bile, tarihe iftiradır ve iddia sahibinin değerinin düşüklüğünü gösterir. Bu kişiyi cahillikle itham etmek de mümkün değildir. Çünkü bu tür gerçekleri bilmeyenin özür göstermesi mümkün değildir.
Geride bir tek şey kalıyor ki o da, dar ideolojik bakışın tesiri altında Cezayir halkı arasında Cemiyet'in konumunu sarsıntıya uğratma niyetidir. Bu iddianın sahibi hastadır ve ona şifa diliyoruz.
Dr. E. Sa'dullah: Kuşkusuz, Alimler Cemiyeti gibi bir cemiyetin konumu ve liderlerinin görüşlerini yorumlama çerçevesinde tartışmanın çokluğu doğaldır.
Ortada bir şey var. O da, kurtuluş devrimine çağrıda bulunup teşvik etmekle ona bizzat katılma arasındaki farktır ve biz inanıyoruz ki, Cemiyet'in üyeleri devrime çağırıyor ve vazifelerini uygulamaları süresince ona teşvik ediyorlardı; 1936, 1945 ya da 1954 yılları arasında bir bağ olmaksızın. Bu gösteriyor ki onların projesi temelde devrimcidir.
Ne zaman ki büyük kurtuluş devrimi ortaya çıktı; Alimler Cemiyeti, sosyal ve psikolojik havayı ona hazırladı. Fakat onu yapacak kimseyi tanımıyordu. Çünkü o zamanki tanınmış parti liderleri onunla aynı çizgide değildi. Cemiyet, politik bir cemiyet olmamasına rağmen durum, kendisi için açıklığa kavuşuncaya kadar olayların gelişini yakından takip halindeydi.
Görünen o ki Cemiyet'in başkanı Şeyh İbrahimî -o vakitlerde 1952'den beri Doğu tarafında idi- sadece onbeşgün sonra; yayınlanmış bir açıklamayla devrimi desteklediğini ilan etti. Fakat destek devrim için gelmiştir, Kurtuluş Cephesi için değil. Çünkü liderleri hala bilinmiyordu.
Cemiyet'in liderleri ilk aylarda devrime, şartların gereğine göre tavır takınıyorlardı. Bir yandan öğretmenlere, idarecilere ve müfettişlere bu milli görevi yerine getirmeye izin veriyorlar -herkes kendi çapında ve kişisel sorumluluğu dahilinde- ve bu kimseler de, gönülden, bölgeler arasında irtibat ve ilişkileri sağlayarak bu vazifeyi yerine getiriyorlardı. Bir yandan da Cemiyet, resmî olarak siyasi-milli çalışmasına katkı olsun diye öğretimi yaymaya devam ediyordu.
Herkesçe bilinir ki Cemiyet'in gidişatına ilişkin son karar 1956 yılının başında alınmıştır. Cemiyet'in bireylerine gelince, söylediğimiz gibi, başından beri sorumluluklarım taşımışlardır.
Cemiyet, devrime karşı çıkmamış tersine -işaret ettiğimiz gibi- başkanının diliyle ona çağrıda bulunmuştur. Diğer siyasi teşkilatların bir kısmının yaptığı gibi ona katılımdan sonra ayrılmamıştır. Katılımı, halkları özgürlük ve kurtuluşla müjdeleyen yeni tarihsel devrin ve zaferin kesin geleceğine inanan bir katılım edasıyla olmuştur. Cemiyet'in üyeleri ve öğrencileri ölmüşler ve şehadet şerbetini içmişlerdir. Ayrıca işkence ve intikamsal davranışlara uğramışlar, hapishanelere ve yığınaklara doldurulmuşlardır. Ve bağımsızlık olana kadar enformatik, politik ve askeri olmak üzere çeşitli alanlar da hizmet vermişlerdir.
Dr. M. Nasır: Bu sorunun cevabının bazı kısımları önceki cevaplar da var. Diyorum ki, kurtuluş ve özgürlük kavramına dönüyor. Bu kurtuluş, şeytanın dürtüklemesinden ve dünyaya rağbetten mi kurtuluş yoksa medenî açıdan geri kalmışlık veya benzer iddialarla müslüman Arap halkın temel unsurlarından ayrılması mı? Burada bir fark var. Acaba Cezayir halkına hangisi daha yararlı?
Bazıları bu kurtuluş olayını fikren, ruhen ve bedenen benimsediler ve akılcı, bilge bir biçimde ona tam olarak hazırlandılar.
Bazıları ise, bağımsızlıktan sonraki durumu göz önüne almadan kurtuluş sloganları atıp durdu.
Kuşkusuz bağımsızlığı korumak, sömürüye direnmekten daha çok sorumluluk gerektirir. Bu nedenle resul onu, İslam düşmanlarıyla savaştan döndüğünde "büyük cihad" olarak nitelemiştir.
Derin bir biçimde incelemek için Cezayir kurtuluş hareketinin tarihsel gerçeğine döndüğümüzde, şu hizbin ya da şu cemaatin değil de istisnasız tüm halkın gerçekleştirdiği bir hareket olarak görürüz.
Mantıksal bir gözle olaylara bakan kimse görür ki, eğer halkın, bir takım felaketlere ve toplu ölümlere karşı sabrı; rabbine ve vatanına imanı olmasaydı kurtuluş hareketi de başarıya ulaşamazdı.
Görüşümü başka bir şekilde ifade edeyim: Dağlarda askerî operasyonları gerçekleştirmek için silah tutan mücahidler, eğer inanmış sivil halk onlara destek vermeseydi -ki Fransız askerinden toplu imha şekillerinin en kötüsüyle köy ve şehirlerde karşılık görüyorlardı- bu neticeleri elde edemezlerdi.
Kanımca bu iddiayı tekrarlayıp duranlar, ya Cezayir halkının çektikleri acıları bilmeyen cahil kimseler; ya da Alimler Cemiyeti'ne karşı garez veya kinleri var. Tabii biz Cemiyet'in tereddütlü tutumunu da görmezlikten gelmiyoruz, özellikle otuzların sonlarında takındığı... Ayrıca Cemiyet'in içerisinde veya ona mensup kimseler arasında bir takım kişilerin bireysel tutum takınmalarını da ne uzak görüyoruz, ne de şaşkınlıkla karşılıyoruz. Fakat burada yargılanacak olan bireylerdir; cemaat ya da cemiyet değil. "Herkes yaptığının hesabını görür."
Şeyh M. T. Fudla': Bu çirkin bir iftiradır ki, sünnet onu nimeti inkâr ve güzele nankörlük olarak nitelemiştir. Bazı kinci ve intikamcı ağızların ifade ettiği şeklide aynen aktarırsak onlar şöyle diyorlar: Cemiyet hiç bir zaman hareketi patlatmayı çalışma kapsamına dahil etmemiştir. Bu nedenle kendisine devrim haberi ulaştığında ağırdan almış ve tereddütlü davranmıştır.
Bunu söylemekle onlar, Cemiyet'in konumunu parçalayıp yok ederek kendileri bu mevkiye geçmek istiyorlar.
Bu ne biçim bir devrimmiş ki Cemiyet'teki alimler onun hakkında düşünmemişler ya da bunu programlarına almamışlar?
Cezayir halkının % 95'inin okuma yazması yok. Alimler Cemiyeti bu eksikliği ondan gidermiştir.
İşgalin ilk anlarından beri Fransız sömürgeciler, ülkeye ve insanlarının içerisine cehalet, korku ve zillet mikroplarını atmışlardır. Cemiyet, bilgi ve anlayışı yaymış cehalete karşı durmuştur. Ruhları iman ve uyanışla onarmıştır. Böylece hastalık kaybolmuş yerine, İnsanların akılları ve kalpleri dinamizm, kahramanlık ve azimle dolmuştur. Korku kaybolmuş, zillet uzaklaşmıştır.
Ne zaman ki devrim, vatandaşta izzeti ve iftiharı oluşturdu ve silahların namlusundan ilk sevinç naraları atıldı. Tüm Cezayirli kadın ve erkeğin ağızlarından onun bestesi ve sözleri tekrarlanır oldu. İstisnasız bir şekilde, tekbirler ve tahlillerle: Sana koştum ey vatanım! Sana yöneldim ey devrimim.!
Tüm Cezayir halkı kadını ve erkeği ile çiftçisi ve tüccarıyla, işçisi ve öğrencisi ile hepsi mücahidlerin saflarında Cemiyet'in başkanı devrimci alimin sözlerini tekrarladılar:
Ey gök şahid ol!
Yaz ey varlık!
Korumak için biz
Asker olacağız
Belayı yok edip. Bağları çözeceğiz
Ve rızaya ermek için
Kim ahdinde durursa
Helakini göreceğiz
Her nankör düşmanın
İşte böyle ve böyle
Böylece döneceğiz
Ey gök şahid ol
Yaz ey varlık
Korumak için biz
Yakıtlar olacağız.
Bu, Cemiyetle birlikte olan kurtuluş devrimidir. Keşke devrim, diliyle konuşan; kalbiyle yaşayan bir insan olsa. Bu kindar kimseler insanlar arasında bu çirkin iftirayı yaymayı düşündüler. Ama onlar şunu göremedi: Tarih insanlardan kendi gerçeklerini gizlemez, isterse bu tahrifçi ve sahtekarlar buna erişmek istesinler.
Tarih adil sayfasında iki önemli vesikayı kaydetmiştir. O İkisi birlikte olarak, 1960 yılındaki ikinci baskısında, büyük Cezayir davetçisi Üstad Fadıl el-Vertalani'nin "Devrimci Cezayir" adlı kitabında yayımlanmıştır.
Birinci vesika; 3 Kasım 1954 tarihli Fadıl el-Vertalani adıyla imzalanmıştır. Bu vesikada Hitler ve Dian Dian Fou'nun orduları karşısındaki askerlerinden oluşturulmuş birliklere karşı açık ve şiddetli biçimde cihada çağrı vardır.
İkinci vesika ise, mücahid Cezayir halkının seslenişidir. 15 Kasım 1954 günlü tarihi ve Muhammed Beşir el-İbrahimî, Fadıl el-Vertalanî ve Kahire'deki Cemiyet bürosundan bazı kimselerin imzasını taşımaktadır.
Ayrıca bir çok makale ve beyanat vardır, ki şunu göstermektedir: Bu tür iftiraları çıkartanlar bunu hizbî kızgınlıklarından kaynaklanan yargıları nedeni ile çıkartmışlardır. Öyle ki bunları ortaya atanlar henüz partisel hastalıkların ve onun verdiği psikolojik ve sinirsel nöbetlerin farkında olmayan kimselerdir. Bu hizbî kin içlerinde o kadar çok ve şiddetli bulunmaktadır ki, onlarla birlikte o (kin) kanda zehirin yaşadığı gibi yaşar. Bunlar bu yüzden geçmişte yaşadıkları gibi bu gün de onun sıkıntılarını yaşayacaklardır. Ve bu durum onlardan kabirlerine varıncaya kadar ayrılmayacaktır. Ta ki, Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemeden önce nefislerinde olanı değiştirene kadar.
El-Alem: Bağımsızlıktan sonra Cemiyet'in çalışmalarının kaybolmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dr. Kasum: Bu gayet mantıksal ve doğal bir kurumdur. Cemiyet ülkenin bağımsızlığa kavuşmasıyla kendi oluşumunu sağlayan etkenlerin ortadan kalktığı düşüncesindedir. Şöyle ki, amaç eğitim ve öğretim idi. Bu amaç için tam olarak millî bir bakanlık kurulmuştur. Ve amaç, düşmanın ülkeden çıkartılması idi; bu da düşmanın çıkması milli ilmin yükseltilmesi ve hayatımızın her alanına hakimiyetin geri döndürülmesi ile gerçekleşmiştir.
Çalışma İslamî bir metodla cami ve üniversitede toplumun ıslahını amaçlıyordu; bunun için de tam olarak bir bakanlık kurulmuştur ki o da vakıflar ve din işleri bakanlığı. O halde bir örgüt olarak Cemiyet'in ortaya koyacağı ne var?
Buna ek olarak, bağımsızlıktan sonra ülkeyi yöneten gücün partileri men etmesi ve her topluluğun tek bir parti içinde toplanmasını istemesi de söylenebilir. Bu parti de Ulusal Kurtuluş Cephesi'dir.
Bir de şu var; Cemiyet'in parti olmaması sebebi ile bir örgüt olarak çalışmaları donduruldu. Fakat Cemiyet'in fertleri durmayıp ıslahı, siyasi ve kültürel alanlarda çalışmayı sürdürdüler. Bu üç alanı içine alan her durumda Alimler Cemiyeti'nin adamları hakkında inceleme ve araştırma yapılmıştır. Bağımsızlıktan sonra onlardan kimi hapsedilmiş, sürülmüş, kimi de esir bir biçimde ölmüştür. Her şey baştan aşağı değişmiştir.
Bundan dolayı bugün Alimler Cemiyeti'nin çalışmalarına başlaması demek, ferdi plandan cemaatsel plana; üzerine şart koşulmuş gizlilikten de açık bir meşruluğa çıkmasıdır. Ve bu kervan ne kadar zor olursa olsun yürüyecektir. Sonuç müttakilerin ve ezilmek de zalimlerin olacaktır.
Dr. M. Nasır: Cemiyet'in ortadan kaldırılması -kalkması değil- esasen doğrudan bağımsızlıktan sonra gelen sapkın sisteme dayanır. Bu nizam, Cemiyet'in ortamında bulunmadı. Tabii olarak onun amaçlarına da iman etmedi. Ülkeyi ekonomik ve sosyal yıkıma sürükledi. Çünkü bu sistemin felsefesi ve bakışı müslüman Arap gerçeği ile hiç bir ilişkisi olmayan ülkelerden devşiriliyordu. Bize sosyalizmi veya komünizmi getirip hayatın her alanında da uygulamak istediler.
Parti adı altında, bu kısır felsefeye iman etmeyen ya da bu kör anlayışı benimsemeyen herkesle mücadele için bağımsız öğretime mukavemet gösterdi ve onu aşağıladı, imamlar ve samimi davetçilere harp ilan etti ve onları hapsetti. Halkın mülkünü devletleştirdi ve onları yok etti. Şerefli ve medeni sosyal nizamı alaşağı edip onu paramparça etti.
Bu gerçek karşısında, Cemiyet çekilmekten başka bir yol bulamadı. Bununla birlikte tebliğci ve davetçi olarak meydanı bırakmadı ve kaçmadı.
Daha gerçekçi olmak için hapsedil enlerden, işkenceye uğrayanlardan ve malların devletleştirilmesi gibi bir takım uygulamalardan örnek verelim. Bunlardan Şeyh Beşir el-İbrahimi'yi zikredebiliriz; ki o 1965'te zorunlu ikamet altında ölmüştür. Ayrıca Şeyh Beyyud -ki, ona hakları ancak 1980'de iade edilmiştir ve hala ırkçılık baltaları kabrini yıkmak için uğraşıyor-; Şeyh Sahnun ve Şeyh Abdullatif Sultanî -ki biri zorunlu ikamete maruz kalmış iken bir diğeri ölmüştür- ve Şeyh Misbah el-Hüveydik ve daha saymakla bitmeyecek niceleri.
Müslüman Alimler Cemiyeti'nin bu önderleri direndiler, ayakta kalmaya çalıştılar ve Ebi el-Yakzan, el-Tebisi, el-Vertalani ve diğer bir çok selefleri gibi cihad ettiler.
Tabii bu demek değil ki biz Cemiyet'e mensup olanları tamamen aklıyoruz. Onlardan bazıları, koltuk ve iktidarın onları aldatmasıyla prensiplerinden vazgeçtiler ve dünyaya kapıldılar. Biz belki onları zayıf iradelerinden dolayı mazur sayabiliriz. Çünkü onlar negatif bir tavır alıp biraz önce isimlerini saydığımız şeyhlerin durumuna düşmemek için mücadele göstermediler.
Durum ne olursa olsun ülke ve insanların ıslahı için bu alanda çalışmaktır esas olan. Bu veya şu aile içerisinde çalışmak önemli değil. Yeter ki din ve lisan dairesinde devam etsin; yeter ki amaç ülkenin ve insanların ıslahı olsun. Çünkü bu öyle bir şeydir ki tek başına eylem, şahid ve hatırlatma olarak ebedi kalacaktır.
"Köpüğe gelince o, atılır gider. İnsanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır."
Şeyh M. T. Fadla': Cemiyet meydandan kaybolmadı. Halk ve ümmet için yaptığı çalışmalarından da kopmadı. Bilakis Cemiyet şahsiyetleriyle, eserleriyle, prensipleriyle, düşünceleriyle ve eğitim öğretim, davet ve oluşturmadaki metodu ile ümmetin içerisinde ayaktadır. Bağımsız Cezayir Cumhuriyeti'nin ilk sorumlusunun irticalen yaptığı şiddetli konuşmasındaki -Cemiyet ikinci kez çalışmalarına devam için ortaya çıktığında bunun yasaklanması konusunda yapılmıştır bu konuşma- açıklamalara rağmen. Ve mallarına el konulup başkentteki merkez binasının, diğer şehir ve kasabalardaki okul binalarının, mescitlerinin, kulüplerinin devletleştirilmesine rağmen. Hatta Fransa'dakileri bile. Tabii bununla beraber bu binalardaki araç, gereç ve kitaplıklarla birlikte...
Tüm bunlara rağmen çalışan cemiyet üyeleri -onlar meşru varisleridir- sosyal, kültürel ve eğitim alanlarım doldurdular. Bir çok alanda, kamu müesseselerinde, hükümette, partide basiret üzere Allah'a çağırıyorlar, vatanın yapımına katılıyorlar, mütevazi bir şekilde ve afifi benimseyerek milli birlik ve bağımsızlığın temelini yükseltiyorlardı.
Bu alanlarda kimseyi zora düşürmediler. Kendileri için ancak meşru haklarını aldılar. En yüce prensibi koruma ve gözetmede zayıflık ve korku göstermediler. O yüce prensip şu idi: Dinimiz İslam, lisanımız Arapça ve vatanımız Cezayir!!
Bu açık görüş üzerindeki Alimler Cemiyeti, çalışma sahasından kaybolmadı, elçiliğini inkar etmedi. Bilakis güzel söz için minberlere çıktı. Allah'a inançta ve Allah yolunda -yaşamak için- cihad prensibinde birleşmiş milli bir yapının tüm bölümlerinde salih amel alanları istedi. İmam Abdulhamid bin Badis'in sözü üzerinde yürüyerek: "Şartlar bizi adaptasyona uğratabilir. Ama bizi yok etmeğe -Allah'ın yardımı ile- asla güç yetiremez.
Cemiyetin evlatlarından, öğrencilerinden olan bu çalışan üyeler -ki o konuda Allah'a verdikleri ahde sadık kaldılar- son olarak Cezayir'in başkentinde biraraya geldiler. Milli hadiselerin seyrini baştan sona gözden geçirdiler. Gördüler ki bugün şartlar, Cemiyet'in yeniden diriltilmesine uygundur. Cezayir'deki müslüman ümmete hizmeti sürdürmesi, ümmeti oluşturan öğeleri ve değerleri koruması ve milli bağımsızlığın elde edilmesinden sonra amaçladıkları şeyi -yeniden- gerçekleştirmesi için kazançlarını, maddi ve manevi mülklerinin İadesini sağlamak için Cemiyet yeniden tesis edilmelidir; durum buna uygundur. Ki Cemiyet bağımsızlıktan sonra Medine-İ Fadıla'yı kurmayı amaçlıyordu ki, oranın ayırıcı özelliği kurtuluşun ihsanla olması ve takva ve Allah'ı razı etme esasına dayanıyor olmasıydı.
Dr. E. Sa'dullah; Açıktır ki Cemiyet, tüm diğer parti ve örgütlerin bağımsızlıktan sonra çalışmalarına dönemediği gibi çalışmasına dönememiştir. Çünkü o zamanki mevcut sistem onları gayri meşru ilan etmiştir. Bu tür çalışmalar kanuni açıdan sakıncalı idi. Ama Cemiyet'in adamları ve öğrencileri yüksek ve başka başka vazifeler aldılar. Onların bu durumu diğer vatandaşların durumu gibiydi. Bu kişilerin hizmet ettikleri en göze çarpan alanlar öğretim, din işleri, yargı ve enformatik alanlar idî. Bu, onların temele ilişkin oluşturmak istedikleri ile alakalı.
Alimler Cemiyeti'nin diğer işlerdeki fonksiyonunun kıymetini takdir edebilmek için bağımsızlığın hemen sonrası Cezayir okullarının durumunu hatırlamamız gerekir.
Bir de İslami davet alanı var ki bağımsızlık sonrası Cemiyet'in fonksiyonunun azaldığı görülüyor. Görünen o ki, İslami davet sahasına ahlakî-eğitimsel çalışmadan ziyade siyasi bir çalışma olarak bakılıyordu. Siyasî yöneticiler ise tüm siyasî sesi ya da siyasî olarak anlaşılacak ne varsa bunu kendi tekellerine almışlardı. Bununla birlikte, 1964'te Şeyh İbrahimi'nin beyanı ve 1976'daki beyana Şeyh Muhammed Hayruddin (Başkan Yardımcısı)'in katılımı gibi eski Cemiyet sorumlularının bağımsız tutumlarını da görmekteyiz. Bu tutumlar sahiplerine şiddetli acılar getirmiştir. Bu çerçeveden olarak şu kimselerin rolünü de hatırlayalım: Şeyh Misbah el-Hüveydik, Şeyh Abdullatif Sultanî, Şeyh Ahmed Sahnun ve bağımsız düşüncelerinden dolayı eziyet ve işkenceye maruz kalan diğerleri.
Cemiyet, milli ve insani bir mirastır. İnsanlar onu değerlendirmede ihtilaf edeceklerdir. Fakat o genel olarak, etrafındaki tartışmalara rağmen şerefli ve temiz bir mirastır.
Çev.; Ömer Mahir Alper