David Porter, Cezayir'deki 40 yıl önce işçi iktidarı ve aynı zamanda cumhurbaşkanı Ahmet b. Bella'ya yapılan askeri darbeyi araştırdı ve tabii ki, "Cezayir Savaşı" filmini. O SUNY/Empire State College siyaset bilimleri (emekli) profesörü ve Vision on Fire'ın editörüdür.
Dışarıdan bakıldığında, Cezayir'deki son feda eylemlerinin, Cezayir'in siyasi dinamiklerinde hiçbir şeyin değişmediğini teyit ettiğini söylemek mümkün. 11 Aralık'ta iki bomba yüklü kamyonla yapılan saldırıda 70 ya da daha fazla kişi hayatını kaybetti ve 200 kişi de yaralandı. Bunun neden olduğu korku, hükümetin "normalleşme" gayretinin ve önümüzdeki süreçte oluşacak "siyasetçi sınıfının" üzerine kâbus gibi çöktü.
Yaklaşık yirmi yıldır yani 1989-91 dönemindeki "demokratik" girişimin sonlarından bu yana, İslamcıların ayaklanmasından ve devletin zulmünden kaynaklanan terör dalgası sokaktaki Cezayirlinin peşini bırakmadı. Bunlar olurken banliyölerdeki sosyo-ekonomik şartlar radikal siyasal İslâm'dan kaynaklanan şiddeti beslemeye devam etti.
Cezayir'in askeri rejimi görünüşte ülkenin büyük kısmında kontrolü ele geçirirken, [İslâmî Selamet Cephesi (AIS) ve Silahlı Müslüman Gruplar (GIA)'ın etkin olduğu "kara dönem" denen 1990'lardaki radikal İslâmcı ayaklanmaların yol açtığ şiddete karşı] kendi işkence, katliam ve adam kaçırma tarzını oluşturdu. 1995'te çıkarılan af, AIS'in 1997'de ilan ettiği ateşkes, 2000'in Ocak ayında "Sivil Sözleşme" adlı devleti affı ve 2006 Martı'nda ilan edilen "Milli Uzlaşma Paktı" yani bunların hepsi, İslâmcı şiddeti azalttı. Bu azalmada çoğu gerillanın ceza almaksızın sivil hayata dönüşüne izin verilmesi de etkili oldu. Bu silahlı kişiler, eylemlerinden dolayı sivil mağdurlardan haklarında önemli bir şikayet olmayan kişilerdi. Aynı zamanda Pakt, tüm askeri güçleri ve emniyet kuvvetlerini de sorumluluktan kurtarıyordu. Bu durumdan 200 bin ölü ve binlerce "kayıp"a neden olan 1990 iç savaşında rolü olduğu belgeli yargı üyeleri de faydalandı.
Rejim ve medyanın verdiği bilgilere göre affa ve silah bırakmaya ilgi göstermeyen küçük bir Müslüman grup, düşük yoğunluklu kır gerilla savaşını sürdürmek için GSPC (Tebliğ ve Cihad adlı Selefi Grup) çatısı altında bir araya geldi. Bu grup 2006'nın sonlarına doğru Bin Ladin ve Zevahiri şebekesine intisap etti ve birkaç ay sonra kendisini "Müslüman Mağrip'te el-Kaide" (Kuzey Afrika) (AQMI) olarak isimlendirdi. Ordunun üst düzey örgüt üyelerine tuzak kurma, onları yakalama veya öldürme konusundaki bariz başarısına rağmen, genç örgüt üyeleri safları doldurmaya devam etti. Bu durum geçtiğimiz birkaç ay içinde feda eylemcilerinin çoğunun yaş ortalamasında kendini gösterdi.
Cezayir hükümet merkezine Nisan ve cumhurbaşkanlığı motorsiklet yarışı için toplanan bir kalabalığa Eylül ayında saldırılar düzenlendi. Bunlara benzer şekilde, 11 Aralık'ta resmi Birleşmiş Milletler (BM) bürosuna ve Cezayir Anayasa Mahkemesi'ne yapılan saldırının da önemli bir simgesel mesajı vardı. Hepsi gözle görülür bir yıkım ve ölüm çanlarıyla AQMI'nin devam eden varlığına işaret ediyordu hem de son aylardaki kamuya mal olmuş ve görünüşte başarılı engellemelere rağmen. İki Aralık ayı saldırısından birisi "Batı'nın varlığı"nı gösteren bir mekânı (BM bürosunu) vurdu. Böylece de "yabancı gayrimüslimlere" de hoş gelmediniz mesajı verilmiş ve Cezayir'in imajı ihya edilmiş oldu. "Usame b. Ladin'in ve AQMI'nin sözlerini iyi dinlemeleri için ülkemizi sömüren ve tabii kaynaklarımızı kemiren haçlılara bir hatırlatmada bulunma" şeklindeki AQMI'nin web mesajı, bu eylemi olumluyordu: "Feda eylemleri topraklarımız kurtarılmadığı, İslâm'a yönelik sürdürdüğünüz savaşlar son bulmadığı ve ülkemizdeki hainlere ve mürtedlere yardımınız devam ettiği sürece son bulmayacak."
Saldırının tarihi olarak dikkatli bir seçim yapılmıştı. Seçilen gün, 1960 yılında, baskı altındaki Müslüman halkın beklenmeyen bir şekilde kitlesel olarak Cezayir Casbah'tan Fransız kasabasına doğru ulusal bağımsızlık taraftarı kontrol edilemez gösterisinin yıldönümüne denk geliyordu. ("Cezayir Savaşı" adlı filmdeki unutulmaz sahne)
Saldırıların alternatif ve görünüşte makul yorumu, on yıllık Cezayir İnsan Hakları İzleme Komitesi (Algeria Watch) ile rejimin sol eleştirmenlerinden geldi. Söz konusu komite (zengin web sitesiyle) rejimin tüm yönleri hakkında önemli, detaylı ve güncel bir kaynaktır. Yazarları arasında bulunan François Gèze Paris'teki "La Découverte" adlı saygın yayınevinin müdürüdür. (Bu yayınevi "The Dirty War," adlı eski bir Cezayirli subayın bu türden cürümlerine dair kayıtları yayınladı.) Selime Mellah ise Cezayirli bir gazeteci ve Gèze'ye birkaç makalede katkıda bulunan bir yazardır. Dobra dobra konuşacak olursak, 1990'lardaki rejimin gizli şiddeti ve manipülasyonu konusundaki analizlerinde, Gèze ve Mellah o zamanki durumun bugün de sürdüğünü iddia eder. Bu ikisinin, Cezayir İnsan Hakları İzleme Komitesi için iki ay önce kaleme aldıkları makalede Tebliğ ve Cihad hareketinin web sayfasına, haberlere ve kendi analizlerine dayanarak şöyle diyorlar: 10 yıldır Tebliğ ve Cihad hareketi yok sayılan bir toplumun kötü sosyal şartlarından olumsuz etkilenen genç Cezayirlileri saflarına katmaktan memnun. Liderleri genellikle askeri istihbaratn (DRS) ajanları ya da piyonlarıdır. Bu kimseler bir şiddet ve terör stratejisi uygulumaktan sorumludur. Bu, gücü ele geçirmek için ellerinden ne gelirse yapan karanlık karar mekanizmalarının ve kendileriyle aynı düşünen zenginlerin menfaatlerine hizmet etmektedir.
Bu açıdan, iki yazar da Tebliğ ve Cihad'ın/el-Kaide'nin 2007'deki ilk bombalı eyleminin cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika çevresinde oluşan çekim merkezine meydan okumak için istihbarat (DRS) şefi Muhammed Tevfik Medyen çevresinde oluşan iki büyük askeri grubun ya da kabilenin birisinin girişimi olduğu kanaatinde. "Tevfik'in kabilesi" diyor yazarlarımız, büyük Amerikan ordusuyla ve yatırım menfaatleriyle ve Amerika'nın "terörle mücadele" stratejisiyle uyum içindedir. Buteflika etrafında halelenmiş generallerin kabileleri 2006'da başlayan hükümetin Amerikan yatırım, ticaret ve askeri desteğinden Fransız ve Ruslarınkine yönelişine destek vermektedir. Bu şekilde Tebliğ ve Cihad'ın/el-Kaide'nin potansiyeli de hafife alınmış olmaktadır. (Bu değişime destek vermek için, Rus askeri istihbaratı Amerika'dan satın alınan karmaşık iletişim sistemini kullanan Cezayir askeri istihbaratını takip etmek isteyen Amerikan gayretkeşliğine karşı Cezayir hükümetine uyarıda bulundu.)
İki tarafın/büyük kabilenin payına düşen, rüşvet aracılığıyla elde edilen daha fazla güç ve servettir. Bu doğrultuda, Aralık ayındaki bombalı eylemler, -rakipleri Tebliğ ve Cihad hareketinden gelecek gerçek bir tehdit kadar uluslararası el-Kaide şebekesiyle bölgesel bağlantılarıyla meşgul olmaya devam etsin- Tevfik kabilesi tarafından yapılmış gelecekteki bir şiddet dalgasına dair bir uyarı olabilir. Askerî kabile rekabeti rejimin uzun dönemli gerçeği olarak tanımlanmaktadır. Ne var ki, muhteşem manipülasyonun bu seviyesi ve türünü tasdik etmek zor ve Cezayir'deki gazeteler bu konuya doğrudan giremez ve manipülasyonun devam etmesini ümit eder.
Basın, son feda eylemlerinin daha kuvvetli ya da zayıf bir örgütlenmeyi temsil edip etmediği konusunda bölünmüş durumda. Geçtiğimiz yıl hükümetin baskılarına rağmen, AQMI Cezayir'in fakir semtlerinde tekrar örgütlenmeye başladı. Bu örgüt görünüşte ideolojik olarak daha arınmış bir durumdadır. 2004'ten beri genel başkan (emir) Abdülmelik Drukdel (takma adı Ebu Musab Abdülvedud), 35 yaşında patlayıcılar konusunda uzmanlaşan üniversite mezunu ve 90'larda GIA gazilerinden. O ve yakın siyasi müsteşarı Şeyh Abdünnecar öyle görünüyor ki, daha genelde Bin Ladin/el-Kaide'nin eylem biçiminin kuvvetli partizanlarıdır. Emirin askerî müsteşarı Temmuz ayından beri Ahmed Cebrî'dir. Kendisi kimya mühendisi ve şu anda da ek olarak bomba uzmanıdır. Bir güç gösterisi olarak son eylemler en iyi sonuç alacak şekilde ayarlanmış ve ayrıntılı bir web sayfasıyla tanıtımı yapılmıştır ve örgüt el-Kaide etiketiyle eleman toplamaktadır. (Bazıları AQMI üyeliğinin 1000'e ulaştığını söylemektedir.)
Aynı zamanda bazı medya mensupları saldırıları bir zaaf, hayatta kalma konusunda yetersizlik ve kır gerilla faaliyetiyle büyüme işareti olarak görmektedir. Ayrıca, azalan fonlar ve destekler kadar şu sıralar içsel arınma da (liderlik mücadelesi ve el-Kaide'ye biat etme ve feda eylemleri konusundaki tartışmalar nedeniyle) AQMI'yi birkaç kişiyle gerekleştirilen kamuoyu oluşturmada "yüksek etkiye sahip" eylemler yapmaya mecbur kılmış olabilir. Son saldırılardan sadece üç hafta önce bazıları AQMI'nin kendi kendini yok etmenin eşiğinde olduğunu söylüyordu. Çünkü örgütün üst düzey liderlerinden birçoğu son zamanlarda örgütü terk etmiş (ve itirafçı olmuş) ya da tutuklanmştır. Böylece de örgüt ciddi bir tehlike içine girmiş, panik yaşamış ve iç güvenlik sorunu yaşamaya başlamıştır. Gerçekte, şu anda uluslararası el-Kaide imajını kullanarak yeni elemanlar bulmak zorundadır. Radikal İslâmcılığı benimsemiş Cezayirlilerin azalmış durumdaki desteğini artırmak için Filistin ve Irak direnişini de gündemde tutmaktadırlar. (Cezayir hükümet kaynakları 2004'ün sonunda 380 Cezayirlinin Irak'ta ya da Irak sınırında Amerika karşıtı direnişe katılmak için bölgeye gittiğini tahmin etmektedir. Görünüşe bakılırsa birçok kimse webdeki silahlı eylem görüntülerinden etkilenmektedir.) Cezayir'deki ulusal ve uluslararası simgelere yönelik eşzamanlı saldırılar medyaya, AQMI'nin hedef seçimine ve el-Kaide'nin bölgesel gruplarla ilişkilerindeki süregelen gerilim konusundaki kararsızlığına dair malzeme vermektedir.
Tabii ki, Gèze-Selime yorumu doğruysa "güçlülük", "ideolojik çizgi", GSPC'nin "taktikleri" Bin Ladin ya da Zevahiri tarafından desteklensin ya da desteklenmesin silahlı İslâmî grupların değil büsbütün istihbarat teşkilatının (DRS) icraatlarıdır. Cezayirli gençler hâlâ çok ya da az sayıda üye olarak örgüte yazılıyor olabilir. Ya da George Orwel'in bahsettiği türden daha karmaşık bir manipülasyonun piyonu olabilirler.
1990'larda olduğu gibi, bu en son İslâmcı saldırı hükümet tarafından daha fazla kamuoyu desteği elde etmek için her halukarda kullanılacaktır. Cezayir banliyölerinin büyük çoğunluğu şiddet yanlısı radikal İslâmcılığa sempati duymamakta ve bombalamalardan, sivillerin rastgele öldürülmelerinden dehşete düşmektedir. Bununla birlikte onlar böylesine bir şiddetten güvende olmayı arzularlarken, banliyö aktivizmine (Yani anlamlı siyasi kararlar alma, gösteriler, bağımsız ticari sendikal faaliyetler ya da diğer toplumsal organizasyon şekilleri. Geçtiğimiz Mayıs ayında yapılan Millet Meclisi seçimlerinde seçmenlerin %75-80'i oy kullanmadı ve bu mevcut askerî/teknokrat rejimin reddi olarak yorumlandı.) hiç imkân tanımayan bir rejime pek az ilgi duymaktadırlar. Cumhurbaşkanı Buteflika, bağımsızlık savaşından bu yana hâkim askeri yapıya yakın bir sivildir ve ikinci beş yıllık cumhurbaşkanlığının sonu yaklaşmış durumdadır. Askerî rejime karşı "sivil bir yüz" olarak kabul edilişi dikkate alınırsa, birçok Cezayirli gözlemci anayasal bir değişiklik sürecinin yakın bir gelecekte gündeme gelmesi beklentisi içindedir. Böyle bir gelişme Buteflika'nın 2009 yılında tekrar iktidar olmasına imkan sağlayacaktır. (Yine AQMI'nin son yaptığı saldırıların ikinci hedefinin böyle bir değişikliği onaylayacak Anayasa Konseyi'ne yönelik olmasının simgesel önemi gözden uzak tutulmamalıdır.)
Anlamlı bir siyasal ifade hürriyetinin olmayışına, devam eden rejim içindeki yolsuzluklara (özellikle petrol ve petrol ürünlerindeki yüksek fiyata olan kızgınlık) temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat enflasyonuna ve süregiden eve ve işe sahip olma imkânlarının azalmasına (resmi rakamlara göre %12 ama özellikle gençler arsında %40'larda) olan öfke radikal İslâmcı yeni örgüt üyeleri için zengin bir ortam hazırlamaktadır. Tüm bu şartlara ek olarak GSPC/AQMI'nin şiddeti ve rejimin onu durdurmadaki isteksizliği ya da beceriksizliği Cezayir'de halkın büyük çoğunluğunu tükenmiş hale getirmekte ve siyasi, ekonomik ya da sosyal açıdan rahatlama konusunda umutsuzluğa itmektedir.
Birkaç gün önce, bir radyo istasyonu bir günlüğüne dinleyicilere saldırılara tepkilerini ortaya koysunlar diye "mikrofonu" uzattı. Dinleyiciler şiddeti reddeden ifadeler kullandı ve hükümetin silahlı İslâmcı şebekelerin kökünü kurutma konusundaki başarısızlıklarına yönelik sert eleştiriler getirdi. Özellikle 11 Aralık eylemlerinden birisinin feda eylemcileri isyancı maquilerden (II. Dünya Savaşı'ndaki Fransız direniş örgütü) uzun süre direniş göstermiş bir savaşçıydı ve diğeri de şebekeye ağrı kesici ilaçlar tedarik eden genç biriydi. Daha sonraları (Pakt gereği) 2006 yılında hapisten çıktı.
Bu bakış açısıyla, silahlı fanatiklerle "uzlaşmak" imkânsızdır. Özellikle bu tür eylemciler kendilerini görkemli şiddet şebekesi Bin Ladin/Zevahiri ile aynı çizgide görmektedirler. The Algiers daily Liberté gazetesinin başyazarı Said: "Bu terörist mesaj alınıyor. Net bir şekilde. Zalimce. Terörizmi cinayetin dışında görme konusunda duyarsız mı olduk? Af yok. Uzlaşma yok. Kaçamak yok. Ve özellikle bu feda eylemcilerini bizi birer sinek gibi öldürmeye iten sosyal acıları da tartışmaya gerek yok." Aynı zamanda diğerleri, hükümetin uzlaşma politikasını ve asi militanları etkisiz kılmadaki başısızlığını, "halkın rejime en azından pasif düzeyde boyun eğmesini garanti altına almak için" gerekli korku ve güvensizliği bilinçli bir şekilde sürdürme gayreti olarak görmektedir.
Eleştirmenler Cezayir rejimi ve taraftarlarını, nesnel işbirliği, şiddet yanlısı radikal İslâmcılığa karşı yumuşaklık hatta kontrol ve manipülasyon içinde oldukları iddilarıyla kınamaktadır. Onların eleştirileri 90'lı yıllarda gizli askeri kışkırtmalarla işlenmiş katliam ve adam kaçırmalar konusundaki "Kim kimi öldürdü?" suçlamalarına benzemektedir. Ama hükümetin mevcut öfkeye en büyük tepkisi, bilinen yüzeysel hiddet, kendini tenzih etme ve problemi küçümseme teşebbüsüdür. Böylece Başbakan Abdülaziz Bilhadim ve İçişleri Bakanı Nureddin Yezid Zerhuni hastanelerden ve arama kurtarma timlerinden bilgi alan gazetecilerin belirttiğinin yarısından daha az ölümlerin olduğunu resmen açıkladı. Önceki başbakan Ahmed Yahya, birkaç yıl önceki benzer bir saldırıda hükümetin rakamları saptırdığını kabul etse de Bilhadim, rakamları "yanlış bir şekilde" abartanları eleştirdi. 2007 yılı boyunca hükümet GSPC/AQMI'nin hemen hemen ortadan kaldırıldığını telaffuz edip durdu. Son saldırıların ardından emniyet müdürü hâlâ Cezayirlilerin huzur içinde uyuyabileceklerinin garantisini vermekle meşguldü. Bilhadim tekrar tekrar Uzlaşma Paktı'nın önemine hatta affın kapsamının genişletilmesi imkanlarına vurgu yapsa da, Zerhuni kolayca yapılabilen terör eylemlerinden korunabilmek için iktidarın yapabileceği pek az şey olduğunu ifade ediyordu.
Bu arada, Buteflika sessiz kaldı çünkü saldırıların çoğunun ardından görünüşte tehdidi küçümsediğini göstermek istiyordu ve o, halkın onun son sekiz yıla damgasını vuran liderliğinin merkezinde yer alan uzlaşma politikasını ikinci defa gözden geçirme talebinde bulunmasını engellemek zorundaydı. Buteflika bir defasında politikasının önemine dikkati çekmek için Cezayirlileri "pişman olan militanların ve İslâmcıların hassasiyetleri ve onuruna zarar vermekten" uzak durmaya davet etti. Bununla birlikte, Yahya'nın işaret ettiği gibi, 2006'da Barış ve Uzlaşma Sözleşmesi uygulamaya konulduğunda terörizm temelde bitmiş görünüyordu. Bu sayede Buteflika'nın rejimini popüler kılmak için siyaseti kullanmasına alaycı simgesel bir destek verilmiş de oluyordu.
Hükümet ve "siyasetçi sınıfı" halka, boğucu silahlı radikal İslâmcılığa karşı dikkatli olması uyarısında bulunuyordu. Ama rejim daha genelde banliyölerin (ya da "sivil toplum"un) siyasi katılımına dair yasak konusunda bir değişiklik yapmıyordu. İktidarın 80'lerdeki çoğulcu siyasi faaliyetlere açık kapı bırakması kamuoyunda büyük takdir toplamıştı. Ama volkanik sosyal baskılar aniden patladı, siyasal İslâmcı dalgasının yükselmesi ve rejime meydan okuması rejimi sarstı ve tekelci yapısını tehdit etti. 90'lardaki savaşta İslâmcıların baskısı, etkisi günümüze kadar ulaşan güçsüz bir siyasi çoğulculuk çehresiyle rejimi önceki seçkinci tahakkümüne geri döndürdü.
Geçtiğimiz 15 yıl içindeki şiddet olaylarının ardından hakiki bir "Ulusal Hakikat ve Uzlaşı Paktı" mağdur olanları, onların ailelerini, örgütlerini, Cezayirli insan hakları gruplarını ve Cezayir toplumunun geniş sosyal ve siyasi çıkarlarını kapsamak zorundaydı. Ama "Cezayir İnsan Hakları İzleme Komitesi" Cezayir'de olduğu gibi şiddet olaylarının çoğundan devlet sorumluyken, "geçiş dönemi adaleti"nin asla başarılı olamadığına işaret etmektedir. Buna Ruanda, Güney Afrika, Şili ya da başka bir yeri örnek vermek mümkündür. Ek olarak, tam bir "hakikat ve uzlaşma" politikası, 1960'tan bu yana rüşvet ve yolsuzluk batağındaki otoriter Cezayir rejiminin sömürüsünden milyonlarca kişiyi kurtarabilmek için, yolsuzlukları açığa çıkarmak ve adaleti göz ardı etmemek zorundadır.
Çev: Murat Kayacan
ZNet | Mideast