20 Mayıs günü, aralarında Bayrampaşa, Ümraniye, Buca cezaevlerinin de bulunduğu 18 cezaevinde, Anayol hükümetinin Adalet Bakanı Mehmet Ağar'ın yayınladığı 6-8-10 Mayıs genelgelerinde yer alan "Terör suçu ya da terör amacıyla işlenen suçlardan tutuklu olarak yargılananların Kütahya, Sakarya, Kastamonu, Sinop, İnebolu ve Eskişehir özel tip cezaevlerine sevk edilmeleri"ni öngören maddelerin uygulamaya sokulmasına karşı, açlık grevleri ve ölüm oruçlarına başlanmıştı.
Ardından, devletin başta Bayrampaşa cezaevi olmak üzere, 12 Eylül'den beri hedef olarak gördüğü cezaevlerine karşı gerçekleştirmeye çalıştığı uygulamalara karşı, tutuklu ve hükümlülerin bir takım talepleri gündeme geldi.
Düzenin cezaevlerine yönelik başlattığı uygulamalara karşı gündeme gelen bu haklı talepler, başlıca şu noktalarda odaklanıyordu:
-Mayıs genelgelerinin kaldırılması,
-Eskişehir tabutluğunun kapatılması,
-Tutsak ailelerine yapılan baskılara son verilmesi,
-Mahkumların yargılandıkları illerin dışındaki hapishanelere sevk edilmemeleri.
Özellikle bu sonuncu talep, Refahyol hükümetiyle, ölüm orucu direnişçilerinin Temmuz ayı içerisindeki pazarlıklarının mihenk noktası oldu. Eski Adalet Bakanı M. Ağar, mahkumları yargılandıkları illerde bulunan hapishanelerden sürerek, sanıksız, avukatsız, savunmasız yargı uygulamasını hayata geçirmek istemişti. Direnişin asıl sebebi de bu idi. Oysa uluslararası hukuk, cezası kesinleşmeyen tutukluların, mahkeme sonuna kadar yargılandıkları ilde barındırılmaları gereğini açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Dolayısıyla rejim burada açıkça tanınmış hukuki bir hakkı çiğniyordu.
Refahyol hükümetinin kurulmasının ardından Adalet Bakanı olan Şevket Kazan'ın ilk uygulaması bu genelgeyi iptal etmek ve 13 maddelik yeni bir genelge yayınlamak oldu. Bu genelge, yayınlandığı andan itibaren çeşitli spekülasyonlara sebebiyet verdi. Bu spekülasyonlar belli önyargılardan da kaynaklanmakla birlikte, haklılık içeren şüpheleri de bünyesinde barındırıyordu. Bu yüzden 12 kişinin hayatını yitirdiği ölüm oruçlarının sona erdiği 27 Temmuz akşamına kadarki süreci birçok perspektiften değerlendirmeye tabi tutma zorunluluğu vardır.
İşleyiş itibariyle hayata geçirilmesi fazla bir önem arz etmeyen "şikayet kutuları, ücretsiz saç traşı, temizlik ve ibadet ihtiyaçlarının karşılanması" vb. detay maddeleri bir kenara koyacak olursak, Kazan'ın genelgesinin getirdiği en önemli yeniliğin eski genelgelerin iptal edilmesi olduğu görülür. Gerçekten bu yeni genelge, hem Şevket Kazan'ın Adalet Bakanı olmasına -seleflerine nazaran- sempatiyle bakan cezaevlerindeki insanlar açısından, hem de RP'yi her fırsatta sıkıştırmaya, her atacağı olumlu adımı engellemeye çalışacak olan sistem partileri ve bazı siyasi ve sivil kanatlar açısından çok büyük bir önem arz ediyordu. RP, bu konuda hem İslami/insani, hem de siyasi açıdan önemli bir sınavdan geçiyordu. Ancak detaylarını daha sonra irdelemek üzere, bu konuda RP'nin her iki açıdan da sınıfta kaldığını söylemek gerekir.
RP, bugüne kadar her fırsatta düzenin alternatifi ve düzen mağdurlarının koruyucusu olduğunu tekrarlaya gelmiş ve İslami hassasiyetlere sahip kitleleri temsil etme iddiasında olan bir siyasi partidir. Nitekim Şevket Kazan da 9 Temmuz genelgesini yayınladığı gün, tüm mahkumların ve tutuklu ailelerinin "babası" olduğunu vurgulamıştı. MGK'nın direktifleriyle oluşturulmuş olan bir genelgeyi iptal etmesi de birçok kesimde olumlu yankılar bulmuştu. Ama Kazan, "rejim yapıp etmelerinde RP'yi kullanıyor, pragmatik tavrını RP eliyle sürdürmek istiyor" diyenleri haklı çıkartıcı tavır ve uygulamalara gitti. Nitekim ilk günlerde Kazan'ın genelgesine radikal biçimde karşı Çıkan ve "RP teröristlere taviz veriyor" diye telaş eden çevrelerin bu endişelerini boşa çıkardı. Yani Kazan baştaki olumlu tavrını devam ettirerek, 27 Temmuz gecesi kabul ettiği şevkleri 2 hafta önce başlatsaydı, hem insani hem de siyasi açıdan hatırı sayılır bir adım atmış ve cezaevleri hususundaki menfi geleneği de kırmış olacaktı. Ama Kazan, bilinç altındaki devlet fetişizminin ne zaman hortlayacağını merak edenleri fazla bekletmeden, yüz seksen derecelik bir dönüşle beyanatlarda bulunmaya başladı. "Örgütler itirafçıları eyleme zorluyor, açlık grevleri baskı altında oluyor"du; "Bayrampaşa, Ümraniye ve Buca ceza çekim yerleri değil, terör eğitim yuvaları" idi ve "tutukluların bulunduğu demir parmaklıkların arkasına güvenlik görevlileri ve diğer cezaevi yöneticileri giremiyordu. Kazan bunlarla da kalmıyor, Mehmet Ağar'ın genelgesine katıldığını, bu genelgede isabetli hükümlerin yer aldığını ifade ediyor ve ekliyordu; "Söz konusu cezaevlerine yeni tutuklu ve hükümlüler alınmıyor. Asıl sıkıntı da buradan kaynaklanıyor. Çünkü, terör eğitimi yaptıracak yeni kişiler bulunamıyor." Bu, alışageldiğimiz bir jargondu ve bizim bunları duymamız için illa ki Şevket Kazan'ın Adalet Bakanı olması gerekmiyordu.
Bir Adalet Bakanı olarak Kazan, cezaevleri ve onların yönetici kadrolarıyla mafya, uyuşturucu vb. ilişkileri gündem yapmaktansa siyasi tutuklu, hükümlü ve onların ailelerine karşı sürdürüle gelen geleneği devam ettirmeyi tercih ediyordu. Kazan da selefleri gibi sivil toplum kuruluşlarındansa, bürokratik kadrolardan bilgi almayı yeğliyordu. Bunun en bariz örneği, Kazan'ın sürekli olarak tutuklu yakınlarına baskı yapılmadığı iddiasını tekrarlamasıydı. Halbuki onun bu iddiasını tekrarlayıp durduğu dönemde, aileler her ziyaret sonrası taciz edilip gözaltına alınıyor ve saatler, hatta günler sonra serbest kalabiliyorlardı. Kazan, aynı insani ve siyasi basiretsizliği, Cenevre Sözleşmesi hükümlerinin uygulanmasını ve kendilerine "esir statüsü" tanınmasını isteyen PKK'lı tutuklularla, Eskişehir Cezaevi kapatılıncaya kadar ölüm orucuna devam edecek olan kesimlerin taleplerini neredeyse aynı kefeye koyucu bir tavır sergileyerek gösteriyordu.
'ölüm oruçları' sürecinin ve buna yönelik olarak RP'nin tutumunun biz müslümanlar açısından ne ifade ettiğiyle alakalı tesbitlere geçmeden evvel, Kazan'ın menfi yönde değişen tavırlarıyla ilgili olarak daha baştan bazı ipuçları içeren, ama gözden kaçan bir kaç noktanın altını çizmek de faydalı olabilir.
Kazan'ın genelgesinde Terörle Mücadele Yasasının hükümlüler için ayırım getiren ve siyasi hükümlülerle açık görüşü öngörmeyen bölümünde, siyasi tutukluların ayda bir kez on yaşın altındaki çocuklarıyla açık görüş yapmasına izin verilerek, kısmi bir değişikliğe gidildiği havası yaratıldı. Şevket Kazan, basına açıklama yaparken bu hakkı eşlere de tanıdığını belirtiyordu; ama bu resmi olarak yazılı belgelere yansımadığı için hayata geçmedi. Bunun haricinde Kütahya ve Sinop'a yapılacak şevkleri iptal ettiğini belirtti. Bu ise zaten sadece birkaç şevkin olduğu bu cezaevleri açısından çok önemli bir değişiklik değildi. Nitekim Adapazarı, İzmit, Eskişehir'e yapılacak ve Bergama, Uşak ve İzmir'den yapılacak şevkler de devam edecekti. Kazan bunların yeni cezaevleri yapılana kadar geçici şevkler olduğunu belirtti. Ancak yeni cezaevleri yapımı yıllar sürecek bir işti. Eskişehir tabutluğu ise Kazan'a göre zaten "Avrupa'daki emsallerinden çok daha lüks bir otel konumundaydı". Dolayısıyla ailelerin "babalığı"ndan, devletin "babalığı"na çark eden Kazan'a göre talepler ideolojikti.
Cezaevlerinde "ellerinde cep telefonları ve yataklarının başucunda fakslarla" ölüme giden insanları, "terörist" olarak görme kolaycılığına kaçarak, bir ara onlarla görüşmeyi reddeden ve "biz teröristlerle pazarlık masasına oturmayız" diyen mezkur zihniyetin sahipleri her nedense İsrail'le, Amerika'yla ve rantiyecilere koru(yu)culuk yapanlarla masaya oturmakta bir beis görmüyorlardı.
İnsanın ister istemez 27 Temmuz gecesi şu soruyu sorası geliyordu; "Şu insanların taleplerini iki hafta önce kabul etseydin ne olurdu? Devlet başına mı yıkılırdı?" Hadi rabbimizin uyarılarını bir kenara bıraktınız; Anayasa ve hukuka saygı göstereceğinize dair verdiğiniz sözleri de mi unuttunuz? Doğrusu, bu vebalden tüm duyarlı İslami kesimleri beri tutarak, sizin kaçırdığınız bazı noktaları hatırlatmanın üzerimize borç olduğunu düşünüyoruz.
Cezaevlerini bu duruma getiren zihniyet, siz faizlere vergi koymak istediğinizde size isyan bayrağı açan zihniyettir. Açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını başlatanlar da bu zihniyete karşı direnmişlerdir. Eğer siz devleti değil de, müslümanları temsil sorumluluğu içinde davranmayı önceleseydiniz, demokrasi havarilerinden insan hakları konusunda ders almak zorunda kalmaz, Sivas olaylarının mirasını yemeğe çalışanlarla aynı konuma düşmezdiniz. Siz, sizi her fırsatta boğmaya çalışanların itibarını kurtarmaya bu kadar hevesli olduktan ve sizinle birlikte tüm muhafazakar görsel ve yazılı basın rahatça devletçi jargonu ağzına sakız yapabildikten sonra, "Allah, peygamber, ezan, Kur'an" bezirganlığı yapanların sizden korkmaları için bir neden kalmamaktadır.
Fakir fukaranın durumunu düzeltmek için kaynak aradığınızı söylüyorsunuz. Bunu bulmakta zorlanabilirsiniz. Kaynakları yıllardır sömürülen bu ülkede kaynak bulabilmek herkesin harcı değildir. Lakin, cezaevlerinde süregelen zulmü durdurabilme konusundaki kaynak, sadece biraz basiret ve insaftır.
Şevket Kazan'a, "Niçin böyle davrandın? Sen de zamanında bu rejimin hapishanelerinde yatmadın mı? Cezaevlerini bu duruma sen mi getirdin ki? Zalimlerin açtığı yaralara tuz basmaktan başka güdebileceğin bir siyaset yok muydu?" diyebilmemiz için, muhatabımızın da bizimle aynı duyarlılıkları paylaştığına inanmamız gerekir. Oysa görünürde böyle bir durum yok. O halde, İslami hassasiyetlere sahip insanlara sorulabilecek bu tür sorular, pek bir anlam ifade etmiyor.
"Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmemeliydi. Bu insanların direniş süreci içerisindeki bazı tavırları belki çok tutarlı değildi. Ama en başta gösterdiğiniz "İyi niyeti suistimal ettiğini söylediğiniz bu insanlar, sizin de tutarlılık konusunda ne kadar zaaflı olduğunuzu çok iyi bilmekteydiler. Ve taleplerinde de haklıydılar. Üstelik sizden tek birşey istediler; o da mahkemelerinin görüldüğü illerdeki cezaevlerine sevk edilmeleri. Siz ise memleket kurtarmaya soyundunuz. Bu düzen size bir görev verdi; "Al benim bugüne kadar ettiğim haltları sen temizle" dedi. Kabul ettiniz. Önce "biz bu işte yıpranmayacağız" intibaını vermeye çalıştınız, ama tutmadı. Oysa bugünün yarından farkı yoktu. Yarın aynı şey müslümanların başına gelse ve laik kemalistler müslüman tutsaklara "intihar mı etmek istiyorsunuz, buyrun edin" deseler; ya da o anda siz hükümet ortağı olsanız, yine devletin itibarını mı düşüneceksiniz? Bırakın yarını, bu rejim daha dün Kırşehir cezaevindeki müslüman siyasilerin infazlarını yakmak için kendilerine suçlar isnad etmedi mi? Ya da Bayrampaşa cezaevinden Bandırmaya sevk edilenlerle ilişki içinde oldukları isnadıyla geride kalan müslümanları aylarca tek kişilik hücrelerde tutmadı mı? Tekrar hatırlatmak gerekirse cezaevlerini bu duruma getirenler, sizi faiz konusunda tehdit edenlerdir! Ama bu gerçek, sizi savunanların, "Ne yapsınlar, devletin başında bulunuyorlar" demelerini engellemiyor. Oysa, "Eğer katil damgasıyla hükümet edecekseniz, istifa edin!" demeleri gerekmez miydi? Ama onlar da sizinle birlikte o derece savruldular ki "Ölüm orucundakilerin cenazesinde militanlar askerlere saldırdı!", "Hak almak için devleti zor durumda bırakmak mı gerekiyor?" ya da "Ölüm orucunda ısrar edenler" seklinde haberler yapıp, sağcı ve devletçi kamuoyu vicdanını RP lehinde okşayan ilkesizliklere savrulabildiler.
Müslümanlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, zalimlerin açtığı karanlık kanallarda yürüyerek İslam'ın aydınlığını insanlara götüremeyiz! Ve 'fakir fukara'nın. tutuklu ve hükümlülerin "babalığına" soyunmak lafla olmaz... Buna ancak "sarp yokuşa tırmanma"yı kendilerine şiar edinmiş, hayır'dan pay sahibi olanlar kavuşturulur!