Ceza ve İnfaz Sistemi Üzerine Bir Önsöz

Ekrem Baytap

Kısa bir süre önce Meclis'te yeni bir infaz yasası kabul edildi. Yeni infaz yasasının muhtevasıyla ilgili olarak kamuoyunu bilgilendirmeye yönelik hiçbir çaba sarf edilmedi. Yasanın hazırlayıcıları adeta duvarların ardındakilere kapalı kapılar ardında bir yasa hazırlamış oldular. Konuya duyarlı çevrelerin medyaya kısmen yansıyan açıklamaları aracılığıyla yasanın cezaevlerinde halen yaygın biçimde sürmekte olan hukuksuzluk ve aykırılıkları daha da pekiştirecek birtakım düzenlemeler içerdiği görülmekte. Burada söz konusu yasa hazırlayıcıların konuya yaklaşımlarında ortaya çıkan çarpık ve zaaflı bakış açılarını da kapsayacak şekilde Türkiye cezaevlerinde sürmekte olan gayri insani uygulamalara ve uygulamaların arka planındaki mantığa değinmeye çalışacağız.

Adil olan her zaman için doğru olan olmadığı gibi, yapılması gereken doğru da her zaman için adil olmayabilir.

Eski toplumlar ceza hukukunda "adalet" kıstası olarak "kısas"ı ölçü olarak belirlemişlerdir. Aslında sebepsiz yere öldürülen (veya yaralanan) birinin yerine öldüreni infaz etmek hiçbir zaman maktulün mağduriyetini telafi etmez. Bu nedenle kısas, adaletin icra edilmesinden çok, belli intikam duygusunu soğutmaya yarayabilmektedir. Bir başka ifade ile kısas, kan davalarının devam etmesini engelleme fonksiyonu açısından doğru bir ceza kanunuydu, ama; hiçbir zaman mutlak adaleti sağlayan bir ceza hukuku felsefesi değildir. Belki bu nedenle Yüce Yaratıcı, Hz. Muhammed'e (as) vahyettiği Kitap'ta insanlara seslenirken kısasa izin verdiğini ama bağışlamanın daha hayırlı olacağını belirtmektedir.

Nitekim insanlık tecrübeleriyle tekamül ettikçe ceza felsefesi ve ceza kanunlarına bakış tarzı da değişmektedir.

Bugün için tecrübe ve eğitim düzeyi gelişen toplumlarda ceza hukukunun temel felsefesi; "tedbir", "caydırıcılık" ve "ıslah" değerleri kapsamında değerlendirilmektedir. Toplumların beşeri kültürel düzeyleri geliştikçe, toplumsal sistemi daha iyi görebilmekte ve böylece "suç" ve "ceza"ya bakış tarzları da değişmektedir. Çünkü toplumsal sistem bireyin duygu ve zihinsel fenomenlerinden ayrı olarak değerlendirilemeyeceği gibi, bireyin zihinsel süreçlerini etkileyen faktörler de toplumsal sistemin olumlu veya olumsuz birimlerinden bağımsız gelişmemektedir. Bu nedenle ceza alana yönelik infaz; daha çok tekrar suç işlemeye yönelik bir tedbir, suçtan caydırma ve suçlunun (ya da yanılgıya düşenin) kendisini eleştirmeye, yenilemeye yönelik bir amaca hizmet etmektedir.

Ceza hukukunun temel felsefesi intikam duygusunu tatmin etmeye yönelik bir kısas değil de; tedbir, caydırıcılık ve ıslah çerçevesinde değerlendirilecekse; ceza infaz sistemi de bu çerçevede yenilenmeli ve düzenlenmelidir. Hem cezanın niceliği hem de infazın nitelik ve nicelik değerlerinin hangi felsefeye dayandığı ve bu çerçevede belirlenen hukuk normlarının uygunluğu ve uygulamadaki nitelik değerleri detaylarıyla tartışılması gereken konulardır.

Ceza ve ceza infaz felsefesinin sistemi oluşturulurken asgari iki koşul her aşamada gözetilmelidir. İnsana saygı ve varlığa yönelik merhamet duygusu. Saygı; insanın insani bütünlüğünü ve koruma hakkını oluşturan tüm değerlerdir. Merhamet ise; insanoğlunun yanılgısına müsamaha ile yaklaşmak, onun yanılgısını düzeltmesine imkan tanımaktır. Saygı, kanuni prosedür olmadığı gibi; merhamet de acıma duygusu değildir. Aslında merhamet ve saygı, toplumsal barışın ve sosyal huzurun olmasa olmaz temel koşullarıdır. Bu nedenle toplumsal sistemin hem nicelik değerleri oluşturulurken, hem de nitelik değerlerinde en çok üzerinde durulması gereken olgulardır. Bu iki olguyu biraz daha açalım.

Hata ve yanılgı insan olmanın kaçınılmaz vasıflarıdır. Ve en önemlisi "hata yaparak doğruyu anlama" Yaratıcı'nın insana bağışladığı en temel haktır. İnsanoğlu yanılgıyla maluldür. Belki bu nedenle hata yapan insanlar doğruyu anlamaya daha yatkındırlar. Bütün sorun insanın yanılgısını bilinçli olarak anlamasına imkan sağlayan bir sistemin/imkanın varolup olmamasıdır. İşte merhametle yaklaşım insanlara bu ortamın doğmasına imkan sağlar.

Merhametle yaklaşımı gerektiren ve merhametle değerlendirmeye sevk eden (sevk etmesi gereken) bir diğer faktör de; kişiyi gayri kanuni eyleme –haklı veya haksız– yönelten neden ve koşulların anlaşılmasıdır. "Nedensellik" ilkesi bireysel ve toplumsal devinimlerde temel bir psiko-sosyal etkendir. Koşulların, düşünme biçiminde önemli bir rol oynadığı, yaşanılan koşulların zihinsel ve duygusal süreçleri yönlendirdiği artık herkesçe bilinen bir realitedir. İşte bu nedenle bireysel ve toplumsal ilişkilerde merhametle yaklaşım huzurun ve barışın sağlanmasının en asgari koşuludur.

Bu nedenle ceza infaz felsefesi bir intikam duygusunun tatmini olmaması gerektiği gibi, sindirme, korkutma aracına da dönüşmemelidir. Çünkü sindirilen insanlar korkak ve iradesiz olurlar. Korkaklık ve iradesizlik ayrıca bir toplumsal hastalıktır. Baskı karşısında sindirilemeyenler ise öfke ve isyanla dolarlar. İntikam, korkutma ve sindirme merhamet duygusuyla tezat teşkil etmelerinin yanı sıra toplumsal huzursuzluğun da temel etkenlerindendirler.

Saygı; insanın biricikliğine ve benliğine ait bütünlüğü görebilmektir. İnsan; biyolojik, zihinsel ve ruhsal değerleriyle bir bütündür. Kişiler fizyolojik, ruhsal/duygusal gereksinimlerini normal ve sağlıklı şekilde tatmin edemediklerinde insani bütünlüklerini de yitirirler.

Temel gereksinimlerini normal şekilde tatmin edemeyen bir insanın benliğindeki özgüven ve saygı değerinde de zedelenmeler meydana gelir. Kişinin benliğindeki özgüven ve saygı kaybının zihinsel ve duygusal süreçleri olumsuz olarak etkilemesi kaçınılmazdır. Benliği zedelenen bir insanın verimli olması imkansız olduğu gibi sorunlardan kurtulması da imkansızdır. İnsanın bütünlüğünü oluşturan biyolojik ve ruhsal gereksinimler asgari düzeyde karşılanmadıkça, insandaki özgüven ve saygının oluşması da mümkün değildir. Özgüven ve saygı kişinin kendisini bilinçli olarak yönlendirme, iradesini kontrol etme, anlama ve değerlendirme yeteneklerini yapabilmesi için kaçınılmazdır.

Ceza süresi, ceza infaz sistemi ve cezaevi koşulları; insanda "kavrama" ve "değerlendirme" imkanını geliştirmeli; "kendini yenileme ve geliştirme" felsefesinden neşet etmelidir.

Anlama ve değer kazanma özgür iradeyi gerektirir. Elbette ki özgür irade sınırsız özgürlük değildir. Ancak cezaevi koşullarında insan kendi sınırlı imkanları içinde özgür davranabilmelidir. İnsan kendisini bulabilmek için her türlü baskıdan –içsel veya dışsal– kurtulabilmelidir. İnsan içten gelen bir inançla kendisini ortaya koymasa normal insan olmaktan çıkar. İnsan, kendi sınırları içinde kendisini gerçekleştirebilme imkanını elde etmezse ne kendisini değerlendirebilir ne de başkası onu doğru anlayabilir.

Bir insana kendi olma imkanının verilmesi ona doğru eylemi empoze etmekten daha önemlidir. İnsanın kendisine olan saygı ve güveni kazanabilmesi için özgür iradesini ve öz benliğini fark etmesi gerekir. Her türlü kompleksten ve dış yönlendirmeden kurtulması gerekir. Kendisine olan güvenini kaybetmiş ve öz saygıyı yitirmiş birinin başkasına/çevresine güven duyması ve saygı göstermesi imkansızdır. Bu nedenle kişinin yaşadığı koşullar bir bütün olarak kişiye insan olma imkanını sağlamalıdır.

Bir insanın düşünme biçimi ve düşünce yöntemi değişmedikçe davranış değerleri değişmez. Düşünme biçimi ve düşünce yöntemi ise; sosyal iletişim biçiminden, biyolojik ve ruhsal tatmin veya tatminsizlikten etkilenmektedir. Bu nedenle iletişim (veya yönetim biçimi) ve sağlanacak imkanlar insanların olumlu/pozitif düşünmesine imkan verecek şekilde olmalıdır. Bu nedenle; 1) Yönetimsel iletişim biçimi, 2) Fiziki koşullar, 3) Duygusal/ruhsal koşullar, 4) Sosyal koşullar, 5) Eğitim ve bireyin kendini geliştirme koşulları, güvenlik mantığıyla değil insan kazanma mantığıyla geliştirilmelidir.

1- Yönetimsel İletişim veya Yönetim Felsefesinin Cezaevlerine de Uygulanması

Korku, baskı ve güvenlik kaygısıyla kısıtlama anlayışı üzerine kurulan sistemler, doğal olarak korkudan, baskıdan ve kısıtlanmaktan kaynaklanan sorunları da büyütmeyi ve çoğaltmayı sağlamış olurlar. Ve yöneticiler sürekli olarak bu sorunlarla boğuşan bir yönetim süreci içerisinde olurlar. Ve bu sistemin hakim olduğu kurumlarda en iyi niyetli yönetici bile formel ve(ya) informel oluşan olumsuz kısır döngüden kendisini kurtaramaz ve sorunu çözemez.

Cezaevlerinde yöneticiler genellikle "disiplin" ve "yasak" kavramlarının etkin olduğu düşünme biçimiyle güvenliği ve etkinliği sağlamaya çalışır. Aktif ve agresif yapıları gereği cezaevlerindeki insanlar da, disiplin ve güvenlik adına getirilen kısıtlamalara tepki göstermekteler. Ve bu durum çatışma ve gerginlik sarmalına süreklilik kazandırmaktadır.

Halbuki saygı ve merhamete dayalı bir yaklaşım/yönetim biçimi hem rehabilitasyon görevi görmekte hem de huzur ve sükunete imkan sağlamaktadır. Bu nedenle yönetmelikler ve yöneticilere yönelik tamimler saygı ve merhamete dayalı bir yaklaşımın izlerini açıkça taşımalıdır.

Güvenlik ve disiplin gibi beşeri tanısal kavramlar yöneticilerin zihinlerine o kadar nüfuz etmiş ki, cezaevi yöneticileri, muhataplarının duygu ve düşünceleriyle yaşayan varlıklar olduklarını tamamen arka plana atmaktadırlar. Ziyaret yerine gidip gelene kadar bir tutuklu/hükümlü iki kez dedektörle, üç kez elle kameraların önünde aranıyorsa hem personelin, hem de uygulamaya maruz kalanın ruh dünyasının bozulmaması imkansızdır.

Ne hazindir ki güvenlik önlemlerinin alabildiğine arttığı sistemlerde, güvensizlikten kaynaklanan stres ve gerginlik de alabildiğine büyümektedir. Huzur değil huzursuzluk artmakta, sükunet değil disiplinsizlik ve kargaşa gelişmektedir. Güvenlik önlemlerinin artışı bizzat sistem için bir zaafa dönüşmekte ve sistemin kırılma noktası haline gelmektedir.

Aç insanları doyurmayan/doyuramayan bir toplumsal yapının nasıl ki hırsızlığı önlemesi mümkün değilse, insanlarına saygı ve merhamet göstermeyen hiçbir yönetim de güvenliğini temin edemez ve huzuru sağlayamaz.

2- Fiziki Koşullar

Fiziki koşullar da bireysel güvenliğin yanı sıra, kişinin mahremiyetini koruyabileceği, sınırlar dahilindeki amaçlarını gerçekleştirebileceği, kendisiyle baş başa kalabileceği, hijyen koşulların insani olduğu mekanlar olmalıdır. Konuya sadece fiziki koşullar açısından bakılacak olursa F tipi cezaevlerinin gerçekten de ideal cezaevleri modeli olarak sunulması şaşırtıcı sayılmaz.

Ancak açıktır ki, F tiplerinde sosyal, eğitsel, kültürel etkinliklere yönelik kısıtlamalar tam bir tecrit ve izolasyona yol açmaktadır. Güvenlik adına getirilen yüksek disiplin kuralları; hem idari personel için hem de tutuklu/hükümlüler için, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir stres kaynağına dönüşmektedir. Osmanlı şehzadeleri de saray(lar)da yaşıyorlardı. Ama boyunlarına geçirilecek ipek kuşak da sürekli bellerinde bağlı olmak zorundaydı. Ve kardeşler aynı bina içinde birbirlerini görme imkanından yoksundular. Bu koşullarda nice şehzadenin delirdiği herkesin malumudur.

Bu nedenle;

- Günde en az iki saatlik, tutuklu/hükümlüye odasının dışındaki başka insanlarla diyalogu olabilecek şekilde, spor, sohbet ve eğitim faaliyetine imkan verilecek şekilde "yasal hak" güvencesi sağlanmalıdır. (Çünkü çoğu zaman güvenlik, personel eksiği… vs. nedenlerle 15 günde bir sağlanması gereken spor faaliyetleri imkanı bile kısıtlanmaktadır.)

- Haftada en az 2 kez 2'şer saat olarak hükümlü ve tutukluların toprak/çim sahadan istifade etmek imkanı sağlanmalıdır. (Bugünkü F tiplerinde toprak saha var ancak yılda en fazla 24 saat kullanılmaktadır.) Çünkü doğayla temasın kişinin ruh dünyası üzerindeki etkisi bilimsel bir veri olarak ispatlanmıştır. Doğa, insanı yumuşatır. Metal ve beton, insanı katılaştırır.

- Ziyaret, doktor v.s. gibi etkinliklerde olağandışı aramalar azaltılmalı veya tamamen kaldırılmalıdır…

- Okuma (kitap), resim, yazı materyallerine yönelik yasaklar/kısıtlamalar kaldırılmalıdır.

Ve en önemlisi kompleksleri, psikolojik kişilik sorunları olan idari personelin keyfi uygulamalarına karşı tutuklu/hükümlülerin yasal hak güvenceleri olmalıdır.

3- Duygusal – Ruhsal Koşullar

Cezaevlerinde en büyük insani hak ihlallerinden biri de kişinin sevgiden alıkonulmasıdır. Yemek yeme insanın fizyolojik varlığı için ne kadar hayati bir konu ise, aynı şekilde sevmek, sevgiyi yaşamak da kişinin ruh sağlığı ve duygusal varlığı için bir zorunluluktur.

Yaşama hakkı insana tanınmışsa, yaşamın hayati unsurları ve yaşamı anlamlı kılan öğeler sağlıklı yaşamın devamı için bir zorunluluktur. Bireyin sevdiklerine sevgisini gösterebilmesi onu hayata bağlar, umut sahibi kılar.

Yaşanmayan duygular körelir ve yaşamadığı için körelen doğal duyguların yerini zamanla olumsuz ve doğal olmayan duygular kuşatır. İnsanın duygu dünyasına saygı göstermeyen sistemler, o insanların sisteme uyum sağlamasını, sisteme saygı göstermesini de beklememelidirler. İnsanların duygularını tahrip etmek insanların yaşamlarını tahrip etmekle eş değerdir. Çünkü insan daha çok duygularıyla yaşayan ve duygularıyla tatmin olan bir varlıktır.

Bu çerçevede;

- Hükümlü veya tutuklunun, çocukları ve eşiyle yaptığı tüm ziyaretler mutlaka açık ve rahat bir ortamda sağlanmalı, gerçekleştirilmelidir. Yakın temas olmalı ki sevgi yaşanabilsin. Aynı durum anne-baba için de geçerli olmalıdır.

- Çok netameli bir konu olduğu için üstü örtülen, ancak alttan alta fokurdayan bir diğer konu da cinsel sorunlardır. Cinsel dürtüler insanın en temel dürtülerinden biridir. Su normal mecrasında akmazsa taşkınlık yapar; meşru yolla bu duygusunu tatmin edemeyen insanların -istisnalar hariç- gayri meşru yollara yönelmeleri kaçınılmazdır. Özellikle adli mahkumlar arasında sübyancılık, uyuşturucu vb. rahatsızlıkların temelinde bu dürtünün tatmin edilememesi önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle evli insanlara en az ayda bir kez eşleriyle –uygun ortamda– yalnız kalma imkanı verilmelidir.

- Yemek yeme ve yemeğin niteliğinin insanın mutluluğu üzerinde önemli bir rolü vardır. Haftada 6-7 kez aynı çeşit yemeği yemek zorunda kalan –örneğin günde iki kez kötü işçilikle pişmiş sulu patates– bir insanın duyacağı iştahsızlığın ruhi bir sıkıntıya dönüşeceğini herkes tahmin eder. Cezaevlerinde karavana yemeğin hem kalitesinin hem işçiliğinin düşük olduğunu herkes bilmektedir. Bu, hükümlü ve tutukluların en çok şikayet ettiği konuların başında gelmektedir. Günde üç öğün sevmediği/hoşlanmadığı veya yiyemeyeceği yemeği önünde gören bir insanın ruhi sıkıntı çekmemesi mümkün değildir. Aynı şekilde özlediği, sevdiği bir yemek karşısında sevinç ve mutluluk yaşamaması da mümkün değildir. Örneğin koğuşlar arası yapılan bir spor müsabakasında, galip gelen takım, ödül dağıtan yetkililerden kupa yerine kendilerine bir defalığına sahanda yumurta verilmesini teklif etmişti. Halbuki çay yapma imkanı verildiği gibi, kişiye kendisine yumurta pişirme imkanı da verilebilir.

Kısacası insanların duygu dünyalarına karşı duyarsız kalmak, duygusal sorunlarına lakayt kalmak, mutsuzluk, huzursuzluk ve öfke sebebidir.

4- Sosyal Koşullar

İnsan sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla sosyal faaliyet insanın en temel gereksinimlerindendir. Tecrit ve izolasyon insan tabiatına aykırıdır. Uzun süre aynı sınırlı sayıdaki insanla 24 saat aynı dar ortamı paylaşmak zorunda kalmanın kişinin ruh sağlığını bozmaması mümkün değildir.

Bu nedenle güvenlik gerekçesiyle tecrit, insanı tamamen gözden çıkarmak ve canlı canlı gömmekle eş anlamlıdır.

Cezaevi yetkilileri genellikle sosyokültürel faaliyetleri baş ağrısı işler kapsamında değerlendirmekteler. "Sosyokültürel faaliyetler ne kadar az ise sorunlar da o oranda az olur" mantığı cezaevi idarelerine hakimdir. Bu nedenle sosyokültürel faaliyetler her zaman için en asgari düzeyde tutulmaya çalışılmaktadır. Çoğu zaman çok basit mazeretlerle faaliyetler tamamen askıya alınabilmektedir.

Bu nedenle günlük asgari 2 saat sosyal – kültürel faaliyet imkanı yasal güvence altına alınmalıdır. Ve sosyal kültürel faaliyetler sadece resmi mesai saatleriyle sınırlandırılmamalıdır. Cumartesi-Pazar günleri neden mahkum çıkıp spor yapmasın? Yahut da Cumartesi-Pazar günleri neden üniversiteden bir öğretim görevlisi cezaevine gelip herhangi bir eğitim dalında ders veremesin?

5- Eğitim veya Bireyin Kendisini Gerçekleştirme İmkanı

Zaman insan için hem büyük bir sermaye ve fırsatlar kaynağı, hem de çürüme ve stres kaynağıdır. Cezaevinde insanın sahip olduğu en geniş imkan zamandır. Zamanı değerlendirebilen için cezaevi bir fırsat kaynağıdır. Zamanını değerlendiremeyen veya değerlendirmeyenler içinse cezaevi süreci çürüme ve ruhsal/fiziksel hastalıklar kaynağı haline gelmektedir.

Her insanın kendisini eğitmek istediği, eğitebileceği bir alan vardır. Resim, müzik, artistik, seramik, tiyatro, dil, akademik, spor vs. imkanların sağlanması durumunda her insan, kendisine uygun bir dalda eğitim almak ve geliştirmek ister. Cezaevlerindeki insanların %70'i karakterine uygun bir dalda eğitim görüp kendisini yetiştirmek ister.

Ancak tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi bu konuda da yöneticiler inisiyatif geliştirip riske girmek istememektedirler. Çoğu zaman yapılan örnekler de göstermelik ve reklama yönelik olmaktan öteye geçmemektedir. En basitinden bir dil eğitimi talebi bile anlamsız mazeretlerle geçiştirilmekte ve mahkumların bu yöndeki taleplerine cevap verilmemektedir.

Bu nedenle mahkumların eğitim talebi yasal güvence altına alınmalıdır. Örneğin; talebin olması durumunda 10 kişilik bir sayı eğer bir alanda eğitim almak/görmek istiyorsa normal bir program ile bu talep mutlaka yerine getirilmelidir. Bu konuda illerdeki halk eğitim kurumlarının imkanlarından yararlanılabileceği gibi, üniversitelerin imkanlarından yararlanmaya da açık olunmalıdır. Üniversite son sınıf öğrencileri tarafından cezaevlerinde staj niyetiyle eğitim verilmesine olanak tanımak, işin maddi külfetinden tasarruf sağlar.

Bu konuda yapılan bazı denemeler –örneğin geçmişte Bandırma ve Bolu F Tipi'nde– olmuş ve çalışmalardan başarı sağlanmıştır. Örneğin Bolu F Tipi'nde yapılan bir tiyatro çalışmasında üniversiteden gelen öğretim görevlisi ve öğrencilerle cezaevinde küçük çaplı bir temsil grubu kuruldu. Cezaevindekiler ile üniversiteden gelen küçük kadro arasındaki ilişki çok verimli geçtiği gibi, mahkumlar için de güzel bir rehabilitasyon görevi gördü. Aynı şey resim, müzik vb. alanlar için de pekala uygulanabilir.

Değer kazanma ve amaçlara uygun değerler gerçekleştirme olanaklarının oluşturulması, hem insanın kendisini gerçekleştirme ihtiyacının sağlanması hem de insanın verimliliğini keşfetme imkanıdır. İnsanın kendisini gerçekleştirebilme olanağı aynı zamanda insanın toplumsal yapı içindeki yerini fark etmesi ve belirlemesi olanağıdır. Eğitim imkanı ve eğitim fırsatı insanın kendisini bulmasına ve gerçekleştirmesine zemin sağlar. Hangi koşullarda olursa olsun fark etmez.

İnsanı insan yapan öğelerin tümü "insani hak" kapsamına girer. Kişinin insani bütünlüğünü koruyabilmek bu hakların tümünü asgari düzeyde gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. Bu durum sadece yöneticilerin iyi niyetlerine de bırakılamaz. Elbette iyi niyetli olmak önemli bir konudur. Ama tek başına iyi niyet, güzel-iyi olanı gerçekleştirmek için yeterli değildir. Önemli olan güzel ve iyi olanın yasal güvencelerle bir sistem haline dönüştürülmesidir.

Tek bir bireyin mutsuzluğu, huzursuzluğu ve verimsizliği bütün bir toplumu etkilemektedir. O halde o bireyin mutsuzluğunu, huzursuzluğunu ve verimsizliğini gidermek toplumsal bir sorumluluk olduğu gibi, toplumun kendi huzuru için de bir zorunluluktur. Bireylerin sorunları karşısında duyarsızlık ve lakayt kalmak ise açık bir kötülüktür.