Ceza İçinde Ceza Olmamalı!

Leyla Güler

"Bir odadan diğerine gitmek ne kadar lüksmüş meğer! Bir ağaç ne kadar da özelmiş!"

Türkiye'nin kirli insan hakları sicilinde cezaevleri sorunu ayrıcalıklı bir yer tutmakta. Devletin baskıcı uygulamalarının en dolaysız ve şiddetle hissedildiği mekanlar cezaevleri. Üstelik Aralık 1999'dan itibaren açılan F tipleriyle birlikte bu halin çok daha yakıcı bir boyut kazandığı da görüldü. Sorunun muhatapları sadece cezaevlerinde kalanlar değil. Tutuklu ve hükümlülerin yakınları da cezaevlerinde süregelen uygulamaların mağdurları arasında yer almakta. Aşağıda yayınladığımız söyleşi bu duruma açıklıkla işaret etmekte. Düzce Hizbullah davasından hükümlü Recep Güler'in eşi Leyla Güler'in anlatımları F tipi cezaevi uygulamasının nasıl bir insan hakkı ihlali ve zulüm teşkil ettiğini ilk elden ortaya koyuyor. Bu arada, 21 Ocak 2007'de gerçekleştirdiğimiz bu röportajdan bir gün sonra Adalet Bakanlığı genelgesiyle tecridin kaldırılmasına yönelik olumlu bir adım atıldığını öğrenmekten duyduğumuz mutluluğu da belirtmeden geçmek istemiyoruz. Bu genelgenin başta Behiç Aşçı olmak üzere gerek içeride, gerekse dışarıda çok sayıda insanın hayatları pahasına sürdürdükleri direnişleriyle gerçekleşen bir kazanım olduğunu biliyoruz. Devletin klasik taktiklerinden birine başvurup, sorunun kamuoyunun gündeminden çekilmesinin ardından tecrit zulmüne kaldığı yerden devam etmemesini sağlamak ise son kertede kamuoyunun sorumluluğu. Bu vesileyle herkesi cezaevleri sorununda daha duyarlı davranmaya çağırıyoruz.

- Eşiniz ne zamandan beri ve hangi cezaevinde kalıyor?

Eşim Recep Güler, ilk 20 ay boyunca Ankara Sincan F Tipi Cezaevi'nde kaldı. 14 aydır ise Kandıra F Tipi'nde yatıyor.

- Öncelikle bir mahkûm eşi olarak cezaevinde yaşadığınız sorunları öğrenmek isteriz.

Dört çocuğumla birlikte Sakarya'da ikamet ediyorum. Ankara'ya eşimi ziyarete gittiğimde yaşadığım öncelikli sorun Ankara merkezden cezaevine giden bir vasıtanın olmaması idi. Yenikent'ten sonra ya bir saati aşkın ıssız yollarda yürüyerek gideceksiniz ya da yüklü bir para verip taksi tutacaksınız. Sakarya'dan Ankara'ya 15 milyona giderken merkezden cezaevine gitmek için yaklaşık 40 milyon harcıyordum. Görüş saatleri farklı olduğundan organize olup araba da tutamıyorduk. Bu sorunu defalarca yönetime ilettik ama güya "Arabaya bomba filan koyarlar!" diye çekindiklerini söylediler. Geçenlerde sordum, aynı sorun hala devam ediyormuş.

Cezaevine girdiğinizde ise yapılan aramalar çok onur kırıcı. Zaten genel olarak biz mahkûm yakını değil de suçlu gibi muamele görüyoruz. Tüm tutumlar bizi aşağılamaya yönelik. Aramalarda insan mahremiyetine zerre kadar saygı duymuyorlar. Bu utanç verici aramalardan ve pek çok kapıdan geçtikten sonra harap bir psikolojiyle yakınlarımızın yanına gidiyoruz. Nihayet eşimizin yanına geldiğimizde yaklaşık 45 dk. gibi çok kısa bir sürede görüşmeye çalışıyoruz. Bu kısa süreyi en verimli nasıl geçirebiliriz telaşını üzerimizden atamadan süre doluyor zaten.

Bir de mahkûm yakınları için yapılmış ve hiçbir şekilde temizlenmeyen tuvaletler sorunu var. Birçoğumuz buradan hastalık kaptık. Hiç olmazsa "Biz temizlikçi tutalım!" diye defalarca teklifte bulunmamıza rağmen bir sonuç alamadık.

- Sanırım giysilerle ilgili olarak da sorunlar yaşıyorsunuz!

Evet. Örneğin çorap ve iç çamaşırlarını mutlaka cezaevinden almak zorundayız. Cezaevi idaresinin onayını alabilecek giysi temini başlı başına bir sorun. Ben en büyük sorunu ise eşime götürmem gereken ayakkabılar konusunda yaşadım. Eşim düztabanlı, hatta bu nedenle askerlikten de muaf tutulmuştu. Ortopedik ayakkabı giymesi gerekiyor ama içerisinde demir bulunan hiçbir ayakkabıyı içeriye almıyorlar. Altında demir olmayan ayakkabı ise eşim için uygun değil. O olmadı, belki bunu kabul ederler umuduyla tam 17 çift ayakkabı götürdüm ama olmadı, başaramadım.

- Peki, yaşadığınız bu sorunları cezaevi yönetimi dışında başka mercilere ilettiniz mi?

Geçtiğimiz yıl Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış ile görüştüm. Randevu almamıştım, elimde dilekçe vardı. Beni görüştürmek istemediler, dilekçemi ileteceklerini söylediler. Bense dilekçelerin duyguları olmadığı için bizzat yaşadıklarımızı kendisine anlatmak istedim. Israrlarım sonucunda görüştüm. Ayrıntıları aktarmak istemiyorum ama şu kadarını söyleyeyim, derdimi aktarabilmek ümidiyle gittiğim kişinin beni kesinlikle anlamadığını ve dolayısıyla derdime deva olamayacağını anlamış oldum. O anda içimde fırtınalar koptuğunu ama kimseye sesimi duyuramadığımı hissetmiştim. Nitekim birkaç ay sonra dilekçeme gelen Elkatmış ve Cemil Çiçek imzalı cevapta söz konusu sorunların yaşandığının tespit edilmediği yazılıydı. Yani biz sözünü ettiğimiz sorunları yaşamamış, hayal görmüştük! Öyle ki, dilekçelerden nefret ediyorum çünkü onlar bizim yaşadığımız acıları aktaramıyorlar ve hiçbir derdimize deva olmuyorlar.

- Ya bir mahkûm ailesi olarak sosyal hayatta yaşadığınız sıkıntılar?

Eşim içeride tecrit edilirken ben ve çocuklarım da hayat içinde tecrit ediliyoruz. Eşim hapse girmeden önce evimiz misafirle dolar taşardı, şu an ise ne gelen var, ne giden. Ama kimseye de kızamıyorum. Bir örnek verirsem neden kızmadığım daha iyi anlaşılır. Eşimin istediği bir derginin eski sayılarını getiren bir kardeş polis tarafından benim tehlikeli olduğum ve benzeri sözlerle uyarılmış.

Çocuklarım ise babalarının durumundan çok etkileniyorlar. "Babanız ne iş yapıyor?" diye sorulduğunda çocuklarımın yüz ifadelerini size anlatabilmem mümkün değil.

Aynı zamanda mahkûm ailelerinin çoğunun ekonomik sıkıntısı var. Aslında yalnızca eşlerimiz değil tüm aile fertleri cezalandırılıyor. Biliyorsunuz mahkûmlara su, elektrik gibi harcamalar ödetiliyor, sanki orada kalmayı kendi rızalarıyla tercih etmişler gibi ya da düzenli bir gelirleri varmış gibi! Bunun yanında kendi özel harcamaları da oluyor; dergi, kitap, mektup vs. asgari bir mahkûmun harcadığı para 400 milyon lirayı buluyor. Şimdi hiçbir mesleği olmayan ve evinin dışındaki dünyayı tanımayan bir kadın ne yapsın? Yeri gelmişken vurgulamak isterim ki, kadınlar yalnız kapılarının arkasında eşinden ekmek beklememeli, başına bir sorun geldiğinde ayakları üzerinde durabilecek bir yeterlilikte ve donanımlı olmalı. 

- Biraz da eşinizin F tipiyle ilgili görüşlerini almak isteriz. Biliyorsunuz yetkililer ısrarla cezaevlerinde bir tecrit olmadığını söylüyorlar?

Eşim yazdığı tüm mektuplarına "Dirilerin kabrinden dirilere selam olsun!" diye başlar. Aslında bu ifade her şeyi anlatmaya yeterli. "Bir odadan diğerine geçmek ne kadar lüksmüş!" dedi bir gün bana. "Bir ağaç ne kadar özelmiş, benim için de ağaçlara bakın!" diyordu.

Aslında onun bir şey söylemesine gerek yok. Ben her görüşmemizde eşimden bir şeyler kaybolduğunu hissedebiliyorum. Giderek daha alıngan oluyor mesela. Benden istediği bir şeyi yapamadıysam bunu anlayamıyor. Ben de hayatın zorluklarını beraber paylaştığımız eşime hiçbir sorun götürmemek durumundayım. Çünkü onun küçücük dünyası çok daha sorunlu, sıkıntılı.

Eşim tek kişilik hücrede kaldığında haftada bir görüşmelerimizde kendini ifade edemediğini görüyordum; adeta konuşmayı unutmuştu. Sersemleşmişti, hastalığının da etkisiyle soğuk soğuk terler döküyordu. Şimdi iki kişiyle kalıyor ama kesinlikle yeterli olmuyor sosyal ortam açısından. Ayrıca küçücük bir odada iki ya da üç kişiden ibaret bir insani ilişki ile sınırlanmak mutlaka sorunlar doğuruyor. Bir müddet sonra en yakın olduğunuz kişiyle takıntı düzeyinde sıkıntılar, gerilimler yaşayabiliyorsunuz. Eşim yeşil ve beyaz renginden nefret ediyor çünkü başka renk görmüyor. Bir de demir kapıların açılıp kapanma sesinin kendisini çok rahatsız ettiğini söylüyor.

- Tecrit aynı zamanda insanda ciddi fiziki hasarlara neden oluyor…

Hem de nasıl! Göz bozuklukları başladı. Tiroit bezinde kistler oluştu stresten ve de ciddi romatizmal ağrıları var. Duvarların hep ıslak olması romatizmalarını iyice azdırdı. Tabii yer beton ve bir şey sermek yasak, bu da soğuğu iyice vücuda çekiyor.

- Bu hastalıkların tedavi edilmesinde karşılaşılan zorluklar neler?

Bir kere belirli dilekçe günleri var. O günler içinde hasta olmanız gerekiyor! Örneğin yakınlarda yaşadığı bir durumu anlatayım: Eşimin diş ağrısı Cuma günü başlamış ve hafta sonu da çekmiş bu ağrıyı. Yanlarında ağrı kesici de bulunduramıyorlar çünkü haplar tek tek veriliyor.

Hastalar, hastaneye saçla kaplı bir arabayla taşınıyor. 2–3 kişinin ancak sığabileceği yere 7–8 mahkûm konuyor. Öyle ki, yer darlığından dolayı sadece tek ayaklarıyla basabiliyorlar zemine. Tabii bu arada elleri arkadan bağlı durumdalar. Hastaneye geldiklerinde tek tek alınıp muayeneye götürülüyorlar. Bu nedenle sabahın erken saatlerinden akşama kadar o arabanın içinde hasta halleriyle beklemek zorunda kalıyorlar. Ben bu tavırlarla şöyle bir mesaj verildiğini düşünüyorum: Hasta da olsanız dilekçe vermeyin ki, sizinle uğraşmayalım. Ayrıca İzmit Devlet Hastanesi'nde mahkûm odası morgun hemen yanında izbe bir yerde, havasız, ışıksız. Üstelik tuvalet odanın ortasında ve kapısı da yok.

- Behiç Aşçı'nın ölüm orucu eylemi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Devletin ölümleri durdurma konusunda bir çaba sarfetmemesini irkilerek izliyorum. Aşçı hepimiz adına bu eylemini yapıyor. Derhal bu ölümlerin durması için somut adımlar atılmasını istiyorum. Örgüt filan deyip ölümleri sıradanlaştırmak, halkın tepkisini azaltmak çok çirkin. Fikirleri hangi istikamette olursa olsun Behiç Aşçı da bir insan ve talepleri de son derece insanidir.

- Bülent Arınç'ın konuyla ilgili yaklaşımını nasıl karşıladınız?

Öncelikle sizler bizim sesimiz olduğunuz için çok sevindim. Arınç'ın duyarlılığı ayrıca beni mutlu etti. Ne yazık ki, şu ana kadar bir adım atmadı ama hâlâ ümidimiz var.

- Cezaevleri koşullarının iyileştirilmesi ile ilgili somut taleplerinizi öğrenebilir miyiz?

Ben eşimin bir gün hapisten çıktığında fiziksel ve ruhsal sorunlarla boğuşmasını istemiyorum. Bu nedenle biraz önce aktardığım tedavi ile ilgili sıkıntılar acilen çözülmeli. Ayrıca daha fazla sayıda insanla daha sık görüşmeli. Aile ve arkadaş görüşmelerinin süresi çok kısıtlı. Hastalık üreten odalar mutlaka elden geçmeli. Kısaca ceza içinde yeni ceza olabilecek tüm unsurlar kaldırılmalı.

- Röportaj için teşekkür ediyor, tüm mahkûm ve yakınlarına sabır diliyoruz.

Not: O gün Leyla Hanım'ın eşiyle telefon görüşmesi yaptığı gündü. Eşinin her zaman aradığı saat gelip geçerken endişesi ve telaşı yüzünden okunuyordu. Nihayet eşi aradı. Telefon açmak için getirildiği sırada gardiyanlarla tartışmış. 'Belki' diyordu Recep Bey, 'bu yüzden görüşme cezası koyabilirler. Görüş gününde yanına gelemezsem merak etme!'

Röportaj: HÜLYA ŞEKERCİ