Bir yanıyla Yön’ün, bir yanıyla Büyük Doğu’nun insanı olduğunu ifade eden Cemil Meriç’in kitaplarını, onun üzerine kaleme alınmış biyografileri, armağan kitapları ve makaleleri uzun bir zaman aralığından sonra yeniden okuduğumda, tam bir çözümleme getirilememiş, anlaşılamamış bir yazısının da Ali Şeriati’yi ele alan ve onu Türkçe kültür dünyasına tanıtmaya çalışan Göller Bölgesinde Bir Ada başlıklı yazısı olduğunu fark ettim. Pek muhterem Türk muhafazakârlığının çalışkan kalemleri başta olmak üzere, çeviri hareketlerinin Türkiye’de İslamcılığın düşünsel gelişimindeki anlamını ve önemini bir türlü tayin edip kavrayamayan İsmail Kara, Cemil Meriç’in bu yazısı ve diğer iki yazısı hakkında bakın ne diyor: “Yazılarından üçünün hangi şartlarda ve niçin yazıldıkları benim için hep muamma olarak kalmıştır. Bunlar Bediuzzaman Said Nursi, Ali Şeriati ve Celal Nuri hakkındaki yazılarıdır. Ali Şeriati için attığı başlık şu: Göller Bölgesinde Bir Ada” (Kara, 2006:86) Unutmanın, görmemenin, görmezden gelmenin bin bir türlü gerekçeli mazeretini üreten düşünce dünyasının, hatırlamanın da bir yolunu bulması gerektiğine inanıyorum. Çünkü hafıza-i beşer hatırla(t)makla var olur.
Cemil Meriç’in hemen bütün yazılarında karşılaştığımız diri ve polemikçi anlatı katmanlarıyla Ali Şeriati’yi ele aldığı portre yazısında da karşılaşırız. Onun portre yazılarının ne kadar diri olduğunu başka portre yazarlarıyla karşılaştırarak anlamlı bir sonuca ulaşmak da mümkündür. Hem yargılar hem anlamaya dönük kanatlı bir üslup kullanır ele aldığı kişileri irdelerken. Kişisel tarihe ilgi duyması, insanları ve toplumu daha iyi anlamayı sağlayacak bir yönelişle yakından ilgilidir. Cemil Meriç, “Doğu’nun yağmalanma tarihinden olduğu kadar kendi kişisel hikâyesinden de (‘horlanan göçmen çocuğu’ olmasından) yola çıkarak bir mağlupluk anlatısı kurmuş, bazen bütün dünyanın hakir görülmüş kavimleriyle, bazen Avrupa’nın talan ettiği aç Asya’yla, bazen mağrur bir Doğu’yla, çoğu zaman da mukaddesleri çiğnenmiş bir Türk-İslam medeniyetiyle özdeşleştirdiği ‘mazlum’un yanında yer almıştı. Gergin uçlar arasında savrulmaktan çekinmeyen cümleleri, sevgileri kadar kinlerini de hissettiren üslubu ‘bu ülke’ yazarını şekillendirmiş yeraltı dinamiklerini anlamamız açısından önemlidir.” diyor Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili’nde. (2008:14) Şiirden düşünceye sıçrayan Cemil Meriç’in üslubunun diri oluşu kuşkusuz basit bir retorik uygulaması olarak görülemez, görülmemelidir. Üslup, onda yazınsal boyut kadar itiraz eden kültürel bir gerçekliktir aynı zamanda. 1970’li yıllarda Türkiye’ye Cemil Meriç tarafından tanıtılan Ali Şeriati gerek üslup gerekse ilgilerinin çok yönlülüğü bakımından Cemil Meriç’le benzeşen yönleri fazla olan bir düşünürdür. Cemil Meriç’in tezatlarla dolu dünyasının melez ikliminde Ali Şeriati nasıl bir yer tutar, mağlubiyetle, mağdur edilerek susturulmaya çalışılanların sesi olma isteğiyle bir ilişkisi var mıdır bu ilginin? Ali Şeriati ile kendi gerçekliği arasında nasıl bir ilişki kuruyor Meriç? Sevdiği insanların kimliği kadar onlarıneden sevdiğine de dikkat kesilmek kaçınılmaz bir zorunluluktur Cemil Meriç’i anlamak bakımından. Sevdiklerinin ortak özelliği gür sözcük dağarcığına sahip isimlerdir. Saint Simon, Proudhon, Marx ve diğer isimler “hem bir büyük hakikatin sözcüsü olmayı hem de bu hakikati gür bir sesle haykırmayı” kişiliklerinin ayrılmaz parçası haline getirmeleri ile belirginlik kazanmış isimlerdir. (Gürbilek, 2008:87) Yeni Devir gazetesinde 9 Ocak 1981’de yazdığı yazıda Şeriati’yi niçin sevdiğini ortaya koyar: “Mühim olan celadettir. Celadet son derece mühim. Aydınların ne kadar tabansız olduğunu belirtirken söyledim. Necip Fazıl hakkında söylemiyorum bunu Said Nursi hakkında söylüyorum; Said-i Nursi demek celadet demektir. Bir manayı tek başına bütün husumet dünyasına karşı müdafaa etmiş adamdır. Neden celadet demeyeyim? Müdafaa ettiği fikirler zaten Kur’an-ı Kerim; Kur’an’ın bir nevi şairidir. Bir Müslüman mütefekkiridir ve başlıca hususiyeti celadetidir. Belki onun gibi düşünenler çoktu Türkiye’de; milyonlarca insan vardı. Fakat onların hepsi sindiler ve sustular. Said Nursi sinmedi ve susmadı. Bütün zorluğa rağmen iktidara karşı koydu. Bir davanın müdafaasını yüklendi üzerine. Artık burada mühim olan celadettir. Çünkü ferdi iman, şahsi iman, susan iman, şerle mücadele etmeyen iman, kendi evinde oturan iman hürmete layık değildir. Ali Şeriati için gösterdiğim muhabbet de ondan. Bir fikir uğruna kafasını koydu adam. Said Nursi de koydu. Necip Fazıl için bir şey söyleyemem. Necip Fazıl hiçbir şeyini koymadı.” (akt. İslamoğlu, 1998:88)Demek ki aydında celadetten söz ettiğinde bir düşünce uğruna ölümü göze alabilmeyi kastediyordu Cemil Meriç.
“Konuşan bir şahit, daha doğrusu bir şehit”
Ali Şeriati’nin yaşamsal ve düşünsel topografyasını çizmeye yöneldiğiGöller Bölgesinde Bir Ada yazısı ilk defa Pınar dergisinde yayımlanır. Önce, bu yazının Pınar dergisinde yayımlanma hikâyesini, derginin o yıllardaki sorumlusu Cevat Özkaya’dan dinleyelim:“‘Göller Bölgesinde Bir Ada’ Pınar dergisinin ikinci dönemi diyebileceğimiz bir dönemde yayınlandı. (…) Benim Ali Şeriati’ye olan ilgimden hareketle Ali Şeriati üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. Konuşmak derken ben Ali Şeriati ile ilgili birtakım şeyler söyledim; Cemil Meriç de bana biraz da hayıflanarak hatırladığım kadarıyla şöyle bir itirafta bulundu. Dedi ki: ‘Ali Şeriati sosyolog ben de sosyologum, Ali Şeriati Müslüman ben de Müslümanım, Ali Şeriati Fransızca biliyor ben de biliyorum ama Ali Şeriati benden farklı şeyler söyledi.’ Netice itibariyle sosyoloji ile ilgili düşüncelerini de okumuş, bunları söyleyebildi, bu bir iklim meselesi, sıkıntılı bir ortamda yaşıyoruz biz. Tabi tam kelimeleri hatırlıyor değilim ama böyle bir şeyi konuştuğumuzu biliyorum. Bunun üzerine ‘Göller Bölgesinde Bir Ada’ başlıklı yazısını bana verdi. ‘Bunu da yayınla’ dedi. Yani özellikle Pınar dergisi için yazdığı bir yazı değildi. Yazıp kenara koymuş ama sağ olsun onu Pınar’a verdi.” (Özkaya, 2008) Cemil Meriç’in şu an yayımlanan kitaplarından Kırk Ambar’ın ikinci cildinin 208-224. sayfaları arasında müstakil bir bölüm olarak yer alır bu yazı. (Meriç, 2006)
Meriç, yazısına önce İslami düşüncenin, Osmanlı’nın son zamanlarında ‘Avrupa’nın zâde-i melaneti olan ufuksuz ve köksüz intelicansiya’nın’ ‘Batı’nın ve Batıcıların taarruzu karşısında’ kalıplaştığını, katılaştığını, yığınların vicdanında bir hatıra ve bir ümit olarak yaşamaya başladığını ifade ederek başlar. Ona göre Vakayı Hayriye’ye kadar her şey iyidir, o tarihten bu yana,“Ülkemizde tek büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiştir. Bu acı hükmü tekrarlarken, ne Cevdet Paşa’yı unutuyoruz, ne Tunuslu Hayreddin’i. Ama birkaç şimşek pırıltısı, cehaletin kesif bulutlarını dağıtamaz. Zamanla küfür daha da koyulaşır. Mabedin bekçileri susarlar... Küfrün amansız hücumları karşısında, İslâm’ın ezeli hakikatlerini haykıracak insanlar korkak ve kararsız, fildişi kulelerine çekilirler.” diyerek tarihsel bir arka plan oluşturur.
“Asrın idrâkine söyletmeliyiz Kur’an’ı!”diyen Akif’in, en zehirli oklarını, milletlerarası küfrün boy hedefi II. Abdülhamid’e fırlatmasını eleştirir. Said Nursî’yi yakın tarihimizin tek mücahidi olarak selamlar. Ardından Necip Fazıl’ın Türkiye’de kitleleri etkilemesine yoğunlaşır: “Said’in kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor: Cesarete susayan insanımız, an’a-nevî irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâva uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu. Genç nesilleri İslâm mefkûresi etrafında toplayan Necip Fazıl da tefekkür semamızın bir başka yıldızı. Şairimiz, öfkesiyle, hayal kırıklığıyla, günahları ve nedametleri, bilhassa coşkun ifade kabiliyetiyle genç aydınlara rehber oldu. Said’in kitapları tahkiki imanın birer kalesi: kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak. Necip, çeşitli kollarla kabaran, gürleşen bir sel; zaman zaman coşkun, zaman zaman bulanık.” (Meriç, 2006)Said Nursi ile ilgili herhangi bir eleştiri getirmeyen Meriç, Necip Fazıl’la ilgili zaman zaman üstü örtülü zaman zaman açık eleştiriler getirir. Edebiyattan toplumsala doğru değişme gösteren, iskeleden iskeleye savrulan gergin uçlu düşünce dizgesinde Meriç’in İslami Düşünce kavramını isabetli bir biçimde kullandığını görürüz. Müsteşriklerin, özelde Kur’an’ı vahiy olarak kabul etmemelerinden dolayıİslam Düşüncesi tabirini kullandıkları ve bu kavramsallaştırmanın da oldukça yaygın olduğu hatırlandığında ilmi ve oldukça dikkatli bir kavramsallaştırma yaptığını söylemek mümkündür Cemil Meriç’in. Vahye istinadını yitirmeyen muvahhid bilgi ve düşünce adamlarıyla her zaman yolunu sürdüren İslami Düşünce’yi (Mengüşoğlu, 2008:30) zaman, mekân ve ırk temelli olarak görenleri eleştirerek müsteşrik edalı, ulusal kibirli yaklaşımlardan uzaklaşır: “Bizce, İslâm düşüncesi, şu veya bu kavmin, şu veya bu mütefekkirin yoğurup şekillendirdiği, zaman ve mekânla mukayyet değildir. Ezeli hakikatler üzerinde düşünmek, ne Arabın, ne İran’ın, ne Turan’ın imtiyazı.” Düşüncelerin, akımların ve değerli olanın hep Misak-ı Milli sınırları ile çerçevelendiği bir iklimde onun Ali Şeriati’ye coşkuyla dikkat kesildiğini şu satırlardan çıkarıyoruz: “Kulaklarımız İslam dünyasından yükselen seslere kapalı Bu ‘dasitanı’ şaşkınlık sürüp giderken, İran’dan yükselen dost bir ses gönlüme su serpti, ümitlerim çiçek açtı. İsrafil’in sûruna benzeyen bu gür seste bir basü badel mevt müjdesi buldum.”
Şeriati’nin İslami düşüncesinin toplumcu, sosyal adalete ve özgürlüğe vurguda bulunan yönleri kadar onun, bildiği hiçbir çağdaş Müslüman düşünüre benzemediğini, onlardan tamamen farklı olduğunu düşünür: “Yalnız, itiraf edelim ki, Ali Şeriati’de bulduğumuz engin tecessüse, çağdaş İslâm mütefekkirlerinden hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu’yu ve Batı’yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin üstünde eşsiz bir mücadele azmi.” Engin tecessüsün aynı zamanda Cemil Meriç’in, düşünce çizgisini açıklamak bakımından başvurulabilecek kavramlardan başlıcası olduğunu hatırladığımızda onun Şeriati’ye teveccühü ile engin tecessüsün yakın bir ilişkisi olduğunu da görürüz. Hem Şeriati’nin hem de Meriç’in, çeşitli konuları ele alırken ortaya koydukları terkip kabiliyeti, şiiri böğründe taşıyan coşkulu dil, onların düşüncelerini ve kimliklerini inşa eden öğeler arasında paralellikler kurmamızı kolaylaştırır. Tabi iki düşünürün tıpa tıp aynı olduğu gibi bir çıkarsama yapamayız. Ama benzer ilgi ve yönelişler vardır. Şeriati, İranlı bir sosyolog olarak Fransız kültürü ile ilişkilidir. Yine Cemil Meriç de hem bir sosyolog hem de Fransız kültür dünyasını, çocukluğunun geçtiği ve o yıllar itibariyle Misak-ı Milli içinde yer almayan Hatay’dan başlamak üzere yakından tanımaktadır. İkisinde de yersiz yurtsuz marjinal kimlik vurgusu yoktur. Bu bakımdan her iki düşünür gerek aidiyet gerekse yaşamsal mekanları bakımından Edward Said’den farklılaşmaktadırlar. Hıristiyan bir Filistinli olarak Filistinliler içinde azınlık, Filistinli olmakla dünyada yurtsuz, Batı’da yaşamakla sürgün olan Edward Said ile kıyasladığımızda Şeriati’nin son dönemi hariç Said’le çok fazla kesiştiğini söyleyemeyiz. İtiraz eden taraflarıyla ortak yönlerinin bulunduğu ise kuşku götürmez bir gerçektir. Her ikisi de yani Meriç ve Şeriati ayarı bozuk kavramları tamir etmek için olağanüstü bir çaba içinde olmuşlardır. Ancak tamirat dereceleri farklı olmuştur. Şeriati’nin Cemil Meriç’e göre ve çoğu aydına göre üstünlüğü Sokrates gibi eşiz bir mücadele azmi ortaya koymuş olmasıdır.
Cemil Meriç, Cumhuriyet Türkçesinin “ihanet ve hamakatin piçi uyuz bir dil” olduğunu oldukça sert bir biçimde ortaya koyarken kullandığı ‘ihanet’ kelimesine Şeriati’yi tanıtırken de başvurur: “Şeriati’yi tanıtırken çift ihanet içindeyiz. Genç sosyoloji doktorunu yabancı bir dilden, İngilizceden okuduk. Yoksa genç mücahidin konuştuğu ve yazdığı dil Farsçadır. Eserini bütünüyle göremedik, üstelik okuduklarımızı hülasa etmeye yeltendik. Tercüme, başlı başına bir tahrif; hülasa, tahrifin tahrifi.” diyerek bir düşünürü ikinci dilden okumanın yanlışlığına dikkat çekerek Şeriati’nin Türkçe’ye Farsçadan çevrilmesi gerektiğine de işaret etmektedir.
Entelektüel kölelikten çıkış için sorumluluk etiği
Yazının Bir Mücahidin Hayat Hikâyesibölümünde Şeriati’nin biyografik hayatı yer alır. Yazıda Cemil Meriç’in entelektüeli ele alırken kullandığı kavramlarla Şeriati’nin kavramlarının çakıştığı görülecektir. Var olan dünyanın yeniden düzenlenmesi sürecinde özellikle de kültürel biçimlemenin işlerliğinin sağlanmasında entelektüele ideolojik bir görev üstlenme zorunluluğu doğar. İster Şeriati’nin eserlerine yapılan göndermelerle olsun, ister doğrudan doğruya Meriç’in yorumlarında açığa çıkan söylemde olsun hep bu sorumluluk etiği içinden entelektüellerle hesaplaşmaktadır yazı.
Entelektüelin mevcut hali üzerinde düşünürken yazarın bağlı kaldığı sorunsal, okura iletmeyi amaçladığı metnin kurucu öğesi olarak sorumluluktur:“Gerçi hakikati görmezlikten gelen, hakikati umursamayan bir çağda şuur ve hassasiyet, serazad düşünce ve gönül yüceliği değildi artık. Entelektüellik ikbal ve mevki hırsına dönüşmüştü. Ahlaksızlığa katılmayacak kadar ödlek, dört yol ağzında şaşkın ve mütereddit bekleşen, başarısızlıktan korktukları için hiçbir karara yanaşmayan entelektüelleri acı bir tebessümle iğneler Şeriati. Ona göre bir yol seçmek, ilk adımı atmak değildir; hayatın bütününü tayin etmektir. Duraksama ve kuşku bugünkü entelektüel köleliğimizin başka bir deyişle entelektüalizmin sonucu. Şeriati çok kısa fakat çok verimli hayatı boyunca düşüncenin ve insanlığın bu kadim ve tanınmış düşmanıyla savaşacaktı.” (Meriç, 2006)
Şeriati’nin yaşadığı kültürel ortamın entegrist bir yapıda olduğunu, uyuşuk uysallık uykusunda olduğunu cesaretle teşhis etmesinin önemini, toplumsal ve düşünsel formasyonun sağlıklı olabilmesi için kuşatıcı bilinçlilikten kaynaklanan yapısal değişikliğin zorunluluğuna inanan bilincini ve bu yolda takati zorlayacak çabalar içinde olmanın önemini tespit ettiğini ortaya koyar:“Yalnız onunla mı... yaşanılan hayatı ideal bir hayatla değiştirmeye çalışacaklarına, tabii ve kabule şayan bulan; insan ömrünü boş ve mânâsız sayan; bayağılığa katlanan; böbürlenen herkese karşı direnecekti. Çevresi morfinlenmiş gibiydi, yarı uykuda yarı uyanık. Bir vurdumduymazlık, bir işe yaramazlık kâbusu içindeydi insanlar. Afyonlanan ve hak yolundan uzaklaşan halkın büyük bir çoğunluğu değildi sadece; tevhid dininin bekçilerinden bir bölümü de onlara katılmıştı. Tevhid yolu, zinde bir iman, dinç bir kafa, uyanık bir şuur istiyordu. Çağımızın ve toplumumuzun meş’um mizacıyla durmadan pençeleşecekti Şeriati. Biliyordu ki kuruyan kökler şehadetle sulanmadıkça yeşeremez, yeni bir hayata kavuşamazdı.”(Meriç, 2006)
Tarih içinde bütünü kucaklayabilmek
Tarihi, bir sürekliliğin yeniden düzenlenmesi olarak gören Şeriati’nin düşüncesinde tarih, özellikle de 60’lı yılların düşünsel tartışmalarında önemli bir yer tutar. Onun, İslam’ı bir dünya görüşü olarak sunma gayretini önemser Cemil Meriç ve bu ideolojinin ‘genç nesle yol gösterecek bir tebliğ’, ‘çağımızın özlemini duyduğu -ara yolu bulma, cehdi’ olduğunu ifade ederek var olan ideolojilere karşı gösterdiği bilinçli dirençliliği hususunda şunları ifade eder: “Evet. Ona göre, İslâm, bir ‘ara mektep’ti. Sosyalizmle kapitalizm arasında üçüncü yol: Öteki düşünce mekteplerinin müspet yönlerini benimseyen, menfi yönlerini atan bir yol.” Bu satırları okurken bugün için zaaf olarak görebileceğimiz pek çok şeyin o yıllarda bir tür meziyet olarak anlaşıldığını da görüyoruz.
Şeriati’nin ömür boyu, iki cephede dövüşme cesaretini gösterdiğini ve bu azmin onu ayırt etmenin temel kıstaslarından biri olduğunu anlatır. Bunlardan köksüz ve taklitçi aydınlarla hesaplaşma vurgusu bakımından ortaklıkları vardır. Aşırı gelenekçilerle hesaplaşma noktasında Meriç’in düşünsel üretimini baz aldığımızda çok fazla ortaklıkları yoktur. Şeriati’nin bu konudaki düşüncelerini tevhid temelli olarak özetler: “Şeriati’ye göre, doğru düşünce doğru bilginin başlangıcıdır, doğru bilgi de imanın... Yalınkat ve şuursuz bir inanç, çok geçmeden fanatizm’e ve hurafeye dönüşür; sosyal inşa için bir engel olur. Kafa değişmedikçe, toplumda derin bir değişiklik beklenemez. Hızla gelişen modern dünyada ihtiyaç duyulan böyle bir ideolojik ve entelektüel değişikliktir. İslâm’ı doğru tanımak, ancak, tevhid’e dayanan bir tarih felsefesiyle ve toplumun gerçek yüzünü olduğu gibi ifade eden bir ‘şirk sosyolojisiyle’ mümkündür. Belli bir zamana, belli bir mekâna bağlı beşeri bir ideoloji değildir İslâm. İnsan tarihinin bütününü kucaklayan bu ırmağın kaynağı uzak dağlardadır. Kayalıklarda dolaştıktan sonra dökülür denize. Peygamberlerle sahabeler zaman zaman akışını hızlandırır. Tarih, hak’la batıl, tek tanrılı din’le çok tanrılı din, ezilenlerle ezenler, budalalarla üç kağıtçılar arasında bir savaştır.”(Meriç, 2006)
Yazısının ana omurgasını ise Ali Şeriati’nin derslerinden, konferanslarından, risalelerinden derlenmiş İslâm Sosyolojisi kitabı oluşturmaktadır. Cemil Meriç’in kitabı nasıl yorumlayıp değerlendirdiğine baktığımızda eserin olumlu yönüne işaret ettiği ve sosyolojik bakış açısından paradigmatik bir çerçeveye yerleştirdiği görülmektedir:“Algar’ın da altını çizdiği gibi, eser İslâm Sosyolojisi üzerine bütün bir şema sunmak iddiasında değildir. Şeriati de farkındadır bunun: ‘Söyleyeceklerim, bu konu hakkında son söyleyeceklerim değildir. Bugün söylediklerimi yarın değiştirebilir veya tamamlayabilirim.’ Ne var ki, cesur ve özgün zekâsıyla, baştanbaşa taze kavramlar getirmiştir konuya.”(Meriç, 2006)
Cemil Meriç’in genel olarak“İslam’a dair bilgi düzeyinin yetersizliği” (Cündioğlu, 2006:40)hatırlandığında onun, Şeriati’nin düşünce dünyasını anlamak ve okur gündemine taşımak için ortaya koyduğu çabanın bir örnek olarak incelenmeyi hak ettiğini düşünüyorum. Çünkü bu yazısında İslam’ı doğru bir biçimde anlamanın yöntemleri, hicret,İslam’ın insan anlayışı, Allah anlayışı, dünyaya ilişkin emirleri, tevhidi anlayış, vahdet-i vücud ile tevhid-i vücud, ümmet kavramı, Adem’in oğulları gibi oldukça geniş konuları doğru biçimde anladığı ve okuyucuya aktardığı görülmektedir. Hâl böyle olunca onun, Hz. İsa’dan söz ederken kullandığı hakaretamiz dilden Mevlit bahsinde dile getirdiği bidat “Hz. Muhammed Mevlûd’da bir Yunan Tanrısı gibi oluyor.” yorumlarına kadar pek çok noktadaki tezatların bir biçimde irdelenmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır.
Ali Şeriati’yi tanımış olması onun düşünce dünyasında ne kadar etkili olmuştur, tam bilemeyiz. Ama onunla pek çok noktada ortak özelliğinin olduğunu ifade edebiliriz. Zaten onu bu kadar kolay algılamasında bu yakınlığın mutlaka payı vardır. Keşke İngilizceden okuduğu Şeriati ile yetinmeyip 1980 sonrasında neredeyse bütün külliyatı Türkçe’ye aktarılan Şeriati’yi bütüncül olarak yazabilseydi. Ama birkaç fırça vuruşuyla değil, olanca ayrıntısıyla. Birkaç fırça darbesi ile yazdıkları onun Ali Şeriati’yi anladığının alameti farikası olarak önümüzde durmaktadır. Maksat hasıl olduğuna göre, yazıyı Göller Bölgesinde Bir Ada’nın son cümleleriyle bağlayalım:
“Netice: Şeriati, coşkun bir zekâ ve inanmış bir Müslüman. Genç bir yaşta, şarkısını tamamlayamadan hayata gözlerini kapayan, kardeş İran’ın bu pervasız mücahidini bütün buutlarıyla tanıtabildik mi? Sanmıyoruz. Şeriati, önce şairdir. Onu, dilinden okumadığımız için, bu tarafını aksettiremedik. Şeriati, bir ilim adamıdır. İrfan seviyesi şüpheli bir kalabalığa hitap ederken, ilmi ciddiyetini ne kadar koruyabilir! Bizce Şeriati’nin en büyük tarafı, hamiyeti, samimiyeti ve kendini mukaddes bir davaya feda etmesidir. Genç şehide saygılarla...” Ali Şeriati’ye böyle bakmak bir bakıma onu daha iyi anlamak demektir Meriç’e göre.
Kaynakça
MERİÇ, Cemil(2006) Kırk Ambar, Cilt 2, İletişim Yay., İst.
KARA, İsmail(2006) Sözü Dilde Hayali Gözde, Dergah Yay., İst.
ÖZKAYA, Cevat (2008)“Cemil Meriç’i okumaya çalışırsanız, nelerle ilgilenmeniz gerektiğine ilişkin birtakım fikirler elde edersiniz.” Umran, Sayı: 166
GÜRBİLEK, Nurdan(2008) Mağdurun Dili, Metis Yay., İst.
CÜNDİOĞLU, Dücane(2006) Bir Mabed İşçisi Cemil Meriç, Etkileşim Yay., İst.
MENGÜŞOĞLU, Metin Önal(2008) Zihni Karışıklar İçin Alışkanlık Reçetesi, Beyan Yay., İst.
İSLAMOĞLU, Mustafa (1998) Bahtımca, Denge Yay, İst.