İnsanın sosyal bir varlık oluşu, üzerinde tartışma olmayan ender yargılardan biridir. Bu yargının kabulü, sosyalleşmenin önemini de ön plana çıkarır. Sosyalleşme süreci kişi daha doğmadan başlar. Zira insan henüz dünyaya gelmeden kendisine verilecek isim, cinsiyetine uygun renkte alınan kıyafetler, onun adına kurulan hayaller hazırdır. Aynı zamanda doğduğu topraklardaki davranış ve düşünce kalıpları, saygı, sevgi gösterme biçimleri ve kimlik unsurları da bireyi şekillendirmek için sırasını beklemektedir. Bireyin sosyal ortamlarda nasıl davranacağı, nasıl selam verip hal hatır soracağı gibi pek çok davranış kalıbı aileden başlamak üzere toplum içerisinde yavaş yavaş öğrenilir ve bu sosyalleşme süreci insan ölene kadar devam eder. Dolayısıyla biyolojik bireyin “insan” olması için bir topluluk içinde bulunması olmazsa olmaz en başat şartlardan biridir. Nitekim herkes bir cemaate (aile) doğar ve insanın bütün hayatı topluluklar içinde geçer. Bu durumdan azade olmaya çalışmak, nefes almadan yaşamak istemeye benzer. Bu nedenle insan ne kadar çabalasa da bu gerçekliği tümüyle aşamaz.
Tarih boyunca insanlar kümeler halinde yaşamış ve hayatın zorluklarını aşmak üzere dayanışma içinde olmuşlardır. Ne var ki bu dayanışma durumu, modernizasyon süreciyle birlikte toplulukların ilişki biçimlerinde değişime uğramıştır. Bilindiği gibi Sanayi Devrimiyle birlikte hızlanan modernleşme sürecinin bir sonucu olarak kırsal alandan şehirlere akın eden insanlar daha resmî ve rasyonel temelli ilişki biçimleri geliştirmek durumunda kaldılar. Geleneklere savaş açmış Fransız Devrimi, toplumsal yapıyı alt üst ederken o dönemde emekleme safhasında olan sosyal bilimcilerin de en önemli meselesi toplum içindeki anomiyle (kuralsızlık durumu) nasıl baş edecekleriydi. İnsanların lonca ve kilise gibi geleneksel sosyal bağlarını koparan devrim, büyük bir kaos yaratmıştı. Bu süreçte yeni yeni filizlenen sosyolojinin de ilk sorunu “düzen”in nasıl sağlanacağı idi. Çözüm önerileri farklı olsa da dayanışma ve sosyal bağların önemi üzerine pek çok şey yazılıp çizildi. Kiliseden bağımsız, rasyonel temelli etik kuralları üzerinde kafa yoruldu.
Dinin yerine ikame edilmeye çalışılan, soyut akıl temelindeki bu düzen arayışları Batı içinde “muhafazakârlar” tarafından eleştiriye tâbi tutuldu. Muhafazakârlar, geleneksel cemaatlerin özlemini çekiyorlardı ancak süreç onların lehine gelişmedi. Neticede kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte sanayileşme sonrasında nüfus kentlere akın etti, geleneksel aile parçalanıp küçüldü, toplumsal denetim artık cemaatlerle değil yasalarla sağlanmaya çalışıldı. Bu yapıda birey, devletin soğuk denetim mekanizmalarıyla karşı karşıya kaldı.
Bu süreçte şehirleşme toplumsal ilişkilerde de dönüşüm yaşanmasına sebep oldu. Bu değişimi anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan ilk sosyologlar, dönüşümü bir kavram çifti ile anlatmaya çalıştılar: cemaat ve cemiyet. Buna göre cemaat birincil ilişkilerin olduğu, duygu yoğunluklu bir yapılanmaydı ve geleneksel toplum modelinin oturduğu zemini anlatıyordu. Cemiyet ise şehirleşmeyle birlikte sizli bizli, ikincil ilişkilerin hâkim olduğu bir yapılanmaya denk düşüyordu. Bu iki kavramı sosyolojiye armağan eden Tönnies, cemaat kavramını kişisel, yakın ve sürekli insan ilişkilerini anlatmak için kullanmış ve bu yapıyı, toplumsal ve coğrafi hareketliliğin sınırlı olduğu ve tüm hayat tarzının homojen bir kültüre, örgütlü dine dayandığı ve aile ile kilise tarafından desteklenen kesin değerler, ahlak kuralları tarafından düzenlendiği köy topluluklarıyla ilişkilendirmiştir. Cemiyet ise modern kent hayatının kişisellikten uzak, yapay ve geçici aynı zamanda kişilerin rasyonel çıkarlarına odaklanan bir ilişki biçimini anlatıyordu. Ne var ki modern hayatla birlikte dönüşen toplum yapısının cemaat-cemiyet üzerinden tasvirinin her kategorizasyon gibi sosyal hayatın karmaşık yapısına tam olarak denk düştüğü söylenemez. Zira insan toplulukları şehir ortamlarında da kendilerine aidiyet duygusu yaşatan cemaat ya da benzeri bazı yapılar içinde yer almaktadırlar. Yine de cemaat/cemiyet kavram çifti hâlâ toplumsal hayatı hem anlamak hem de dönüşümü anlamlandırmak açısından önemini korumaktadır.
Verili Olandan İnşa Edilmiş Olana “Cemaat” Aynı “Cemaat” Değil
Ancak şu bir gerçektir ki modern öncesi dönemde kişi, hayatına yön veren cemaat yapılarını doğduğunda hazır/verili bulurken iletişim imkânlarının artması ve küreselleşmeyle birlikte cemaatin üyesi olmak bir çeşit çaba ile gerçekleşir. Başka bir deyişle modern öncesi dönemde birey zaten mevcut olan cemaatin içine doğar. Ona katılmak için uğraşmaz. Böylelikle kişinin içinde bulunduğu mekân onu çepeçevre kuşatan kültür, gelenek ve değerlerle yüklüdür. Oysa modern dünyada bu kuşatılma hali yerellikten çıkarak küreselleşmiştir. Küreselleşme bir yandan Batı kültürünü dayatırken bir yandan da çoğulculuğa kapı aralamıştır. Dolayısıyla modern dönemde insan, yerel sığınaklarını kaybetmiş durumdadır. Bu duruma ilaveten çoğulculuk adı altında her kafadan bir sesin çıktığı kaotik bir dünyaya doğmaktadır. Aile ve toplumsal dokunun muhafazakâr olduğu durumlarda bile bireyin kaçamak noktaları ve çeldiriciler çok fazladır. Zira internet dünyasında gezinen bir kişi artık her türlü fikre bir tık mesafesindedir. Dolayısıyla kişi, artık bir cemaate üye olduğunda bile başka cemaatler, başka fikirler ve başka hayat tarzlarının çeldiriciliğine daima maruz kalmaktadır. Eskiden kişiyi başkalarından ayıran ve ona doğal yollardan kimlik veren cemaat yapısı, modern zamanlarda üyeleriyle dış dünya arasındaki iletişim arttıkça sarsılır. Bu nedenle geleneksel toplumda “beşikten mezara” kadar süren cemaatler, yerini, modern dünyada kendini sürekli savunma zorunluluğu duyan cemaatlere bırakmıştır.
Başka deyişle cemaat artık aynı cemaat değildir. Bu nedenle insan bir cemaat içinde iken bile geleneksel dönemdeki aynı zihin konforuna sahip olamamaktadır. Çünkü modern insan egoların şişirildiği bir dünyada sıcak bir yuva arayışında cemaate yönelirken bile cemaatin birey özgürlüğüne bir tehdit olduğu algısıyla baş etmek zorundadır. Bu ikisi arasında gidip gelen insan kâh cemaate girer kâh cemaatten çıkarak idealindeki cemaati bulmak için kapı kapı gezer ya da bireyselleşerek cemaat düşmanı olur. Özetle geleneksel dünyada verili ve doğal olan cemaat, modern dünyada inşa edilir.
Modern Dünyanın “Hayali Cemaati”: Ulus
Cemaat tamamen yok edilmez. Bunun bilincinde olan modern tahakküm din temelli cemaatler yerine seküler cemaat yapılanmasına gitmiştir. Bu duruma örnek olarak ulus devletin oluşturduğu “yurttaşlar cemaati” verilebilir. Bir ulus devlet, belli değerler çerçevesinde yurttaş ortaya çıkarır ve ona bir aidiyet yükler. Çizilen ülke sınırları bireylerin zihinsel haritasını da belirler. Bu açıdan ülke, aynı etnisiteden insanların kendi doğallığında oluşturdukları bir oluşum değildir. Aksine ulus devlet oluşum sürecinde yaşanan mübadeleler ve bayrak, marş gibi sembollere yüklenen anlamlara bakıldığında bu bir inşa sürecidir. Bu inşa süreciyle “hayali cemaat” oluşturulur. Hayali cemaat, insana ulusal duygu ve düşünce kalıplarını sunar ve bu kalıplara tam olarak itaat edilmesini ister.
Ayrıca ulusal sınırlar insanları, ulus devlet sınırları içinde ve dışında yaşayanlar olarak ayırır. Toprağa bağlı bu modern aidiyet biçiminin oluşturmaya çalıştığı cemaat, din temelli cemaatin karşısındadır. Toprak temelli bu aidiyet biçimi “din”i tümden gözden çıkarmaz ancak din olgusunu kendi aidiyet biçimini oluşturmak üzere araç olarak kullanır. Oysa Müslümanın ötekisi toprak ya da ulusal sınırlarla belirlenemez. Müslüman için aidiyet tevhidî inanç çerçevesinde şekillenir.
Ne var ki Müslümanlar uzun bir süredir doku uyuşmazlığı yaşadıkları hegemonik kültürün etkisi altındadır. Bu etkiyle din ve ulus devlet idealleri zaman zaman iç içe geçmiş durumda. Dinî değerlerin ulus devlet değerlerini yüceltmek adına yer yer kullanıldığı da hesaba katıldığında “hayali cemaat” zemininde ümmet anlayışını oluşturmanın zorluğu ortadadır. Bu zemin, İslami bir cemaat yapısının kurulması önündeki en önemli düşünsel zorluklardan birisidir. Bu zorluğa rağmen dünya üzerinde Müslümanların oluşturdukları cemaat ve hareketler ise geleceğe dair umudumuzu beslemektedir.
Cemaat Yok mu Oluyor, Dönüşüyor mu?
Aydınlanmacı zihin, bilimin ilerlemesiyle dinin yok olacağını öngörüyordu. Bu bilimsel kılıflı seküler özlem, tarihî süreçte yanlışlanmıştır. Zira özgül ağırlığı nedeniyle din olgusu hiçbir zaman tümüyle bastırılamamış, çeşitli veçhelerle gün yüzüne çıkmıştır. Gerçekten de din -sahih ya da tahrif edilmiş- yalnızca birey ve Allah/Tanrı arasında bir ilişki olarak kalmamış, çeşitli alanlarda insan davranışlarını yönlendirmiştir ve yönlendirmeye devam etmektedir. Bu açıdan bakıldığında insanların cemaate ihtiyacı da özlemi de bitmemiştir. Bu nedenle insanlar, hâlâ dernekler, platformlar, partiler vb. yapılanmalar içinde bulunmakta, cemaatin verdiği “aidiyet” sıcaklığını burada aramaktadırlar. Hatta çağımıza uygun bir biçimde sanal ortamlarda örgütlenen bazı yapılanmalar oluşmakta ve literatüre “sanal cemaatler” kavramı olarak dâhil olmaktadır. Bu yönüyle cemaat arayışı ve özleminin yok olmadığı ancak modern durumla şekil değiştirdiği iddia edilebilir. Müslümanlar bu yeni durumu iyi okumalı ve cemaat formları konusunda kafa yormalıdır.
Her Zorlukla Beraber Bir Kolaylık Vardır
Bir sabiteyi savunmanın giderek zorlaştığı post-modern bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda kadim değerleri savunmak oldukça zor. Ancak her zorluk gibi bu durum da içinde bir kolaylığı barındırıyor. O da söz konusu çağda korunaklı bir limana, sıcak bir sosyal ortama, aynı düşünceye sahip insanlarla bir araya gelmeye ve zulme karşı mazlumun safında durmaya duyulan ihtiyaçtır. Bu nedenle İslami değerlerle hayatının bütününü şekillendirmek isteyen müminler “cemaat” yapısı içinde bulunmayı tercih etmektedir. Zira cemaat olmak ümmet olmanın ilk nüvesidir. Cemaatin yapısı, cemaatin hiyerarşisiyle ilgili eleştiriler ya da cemaatle ilgili fikrî ya da amelî zaaflar cemaat olmanın gerekliliğini ortadan kaldıramaz. Bu nedenle mahallemizdeki cemaate dair zaafların eleştirisi bir yana cemaat olma zorunluluğu başka bir yana konmalı ve sapla saman birbirine karıştırılmamalıdır.
Cemaat, İslami kimliğe sahip rol modellerin ve aidiyet bilincinin oluşturulmasında önemli olduğu kadar birey için fahşâdan korunma imkânı sağlayan bir sığınaktır. Bu açıdan cemaat, evsiz barksız bir dünyada “yuva”dır. Bu yuva müminler için, “insan insanın kurdudur” anlayışına inat, Allah için fedakârlığın, sevgi ve merhametin adresidir. Ayrıca herkesin kendi gemisini yürütmeye çalıştığı bu ruhsuz dünyada hem dünyayı hem de ahireti mamur etme “dert”i olanların yeridir. Bu dert, müminleri -akan suyun tersine doğru yol almak pahasına da olsa- bir amaç uğruna Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaya yöneltir.