Kırk yılı aşkın süredir Baas zulmü altında inleyen mazlum Suriye halkının başlattığı onurlu direniş üç yılını geride bıraktı. Esed rejimi üç yıldır tüm dünyanın gözü önünde kitle imha silahları dâhil her türlü yönteme başvurarak Suriye’de sistematik katliamlarla büyük bir vahşete imza atıyor. Dünyanın suskunluğundan da aldığı cesaretle Suriye’de milyonlarca insanın yerinden olmasına, yüz binlercesinin katledilmesine ve yaralanmasına, baştan sona Suriye’nin büyük bir yıkıma uğramasına yol açan bu vahşi rejimin tüm bu insanlık dışı uygulamalarına destek sunan insanlarla aynı havayı soluduğumuzu düşünmek bile oldukça rahatsız edici!
Suriye Direnişi Safları Netleştirmiştir!
Suriye direnişi başladığı andan itibaren birçok konuda adeta bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Bu direniş haklıyla haksızı, mazlumla zalimi birbirinden açıkça ayırdığı gibi; vicdanıyla hareket edip mazlumların yanında saf tutanla insanlığını unutarak tüm değerleri ayaklar altına alan ve kan içici zalimlerle kol kola girenleri de net biçimde görmemizi sağladı. Bu yönüyle Suriye direnişi adalet ve özgürlük talebiyle ayağa kalkan bir halkın mazlum ve mahrumlara umut aşılayan direniş kararlılığını ortaya koymakla sınırlı kalmayıp aynı zamanda gerek içimizdeki İslamcı geçinen zalimleri ve hainleri ortaya çıkarması açısından gerekse de sözde “evrensel insani değerleri” dillerinden düşürmeyen liberallerin ve solcuların ikiyüzlü ve insanlık dışı tutumlarını yansıtması bakımından çarpıcı bir gösterge olmuştur.
Üç yıldır birtakım saçma sapan iddialar ve gerekçeler öne sürerek adeta Esed zulmüne meşruiyet arama uğraşı içinde olanlara, türlü ideolojik veya siyasi hesaplarla zulmün yanında saf tutanlara, Esed mücrimini yere göğe sığdıramayacak kadar alçalanlara lanet dilemek dışında söyleyecek sözümüz yok! Ancak İslamcı geçinip de Suriye halkına uygulanan bunca vahşetten sonra, Suriyeli mazlumlardan yana safını belirlemeyenlerin, susup görmezden gelmeyi tercih edenlerin, zulme karşı açık tavır almaktan çekinenlerin içine sürüklendikleri ilkesizliği ve ölçüsüzlüğü teşhir etmek gerekir. Yanı sıra Suriye meselesi dışında birçok konuda adaletten, haktan, kardeşlik hukukundan ve özgürlükten bahseden bu kişi ve kesimlerin nasıl bir akıl tutulması içinde olduklarının ve adil olması gereken Müslümanlara yakışmayan bir çifte standart sergilediklerinin de altı kalınca çizilmelidir.
Zalime Kol Kanat Geren Sahtekârlar ve Şarlatanlar
Dün Suriye direnişi için Batı’nın planladığı küresel bir oyun, NATO’nun “direniş eksenini” bertaraf etme projesi diye atıp tutan şarlatanlar, küresel güçlerin güçlenen İslami direniş karşısında seküler-laik Esed’i övgülerle desteklemesinin ardından bu defa da “mezhep savaşı” endişesinden, “iç savaş” demagojisinden, “kirli savaş” retoriğinden bahsetmeye başladılar. İran ve Hizbullah sevdasıyla vicdanları kararan bu kesimlerin türevleri ise hem Suriye içindeki vahşetin hem de Türkiye’ye sığınan muhacirlerin yaşadığı sıkıntıların, acıların sorumluluğunu zulmün mimarları Esed ve İran’a yüklemek yerine direnişi destekleyen kesimlerin omuzlarına yükleme kurnazlığına başvurarak zilleti tercih ettiler. Bazı İslamcı eskileri ise vicdanlarını sağaltmak, takındıkları utanç verici suskunluğa dayanaklar arama ihtirasıyla Nusra-IŞİD bahanesine sığınmaya ve bu düzlemde Suriye’deki İslami direnişin meşruiyetini sorgulamaya, direnişi itibarsızlaştırmaya bile yeltenmekteler. Kimi sahtekârlar da Suriye’deki savaşın “centilmenliğine” atıfta bulunarak hakemlik rolüne soyunup, bu savaşın “insanlık adına” bitirilmesini vaaz ediyorlar; Beşşar’ın varil bombaları, kimyasal silahları, işkence yöntemleri ve bu yolla katlettiği yüz binlerce insan ise umurlarında bile değil. Daha evvel de söylediğimiz gibi Suriye direnişi izzeti tercih eden mazlum ve haklı Müslümanlarla zalime meyledenleri açıkça ayrıştıran bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Bugüne dek birbirleriyle ne siyasi ne de sosyolojik hiçbir yakınlığı bulunmayan kişiler-kesimler, konjonktürel ve geçici menfaatler uğruna iğrenç bir ittifaka tutuşarak bir koro halinde Suriye direnişini mahkûm etmek, itibarsızlaştırmak ve bunun üzerinden birilerine fatura kesmek için yoğun mesai harcıyorlar.
Suriye Direnişine Saldıran Hizmet, Kimi Memnun Ediyor?
Maalesef ki, her geçen gün koroya yenileri eklenerek Suriye direnişini mahkûm etme yarışına girişiyorlar. Esed’i savunmak, zulmünü örtmek için gönüllü şebbihalık yapan bu halkaya son dönemde hükümetle kavgaya tutuşan ve hükümeti Suriye politikası üzerinden de vurmaya çalışan Hizmet Hareketi de hararetle ve iştahla dâhil olmuş durumda. Dershanelerin kapatılması tartışmasıyla başlayan ve 17 Aralık Operasyonuyla birlikte tam anlamıyla şiddetli bir savaşa dönüşen bu kavgada Cemaat medyası ve Cemaatin önemli kalemleri hükümetin dış politikasını ve bilhassa Suriye direnişine verdiği desteği mahkûm etmeye çalışmaktalar.
AK Parti hükümetinin son birkaç yıldır İslam coğrafyasında mazlum halkların taleplerini destekleyen bir siyaset tarzı izlemesi, Müslüman halkların ve vicdan sahibi herkesin takdirini kazanmaktadır. Bununla beraber AK Parti’nin dış politikada ümmetin lehine geliştirdiği siyasetin, başta içerdeki İslam düşmanı solcu-liberal-ulusalcı kesim olmak üzere emperyalist-siyonist güçler ve onların Ortadoğu’daki yerli taşeronları tarafından mahkûm edilmeye çalışılmasına da ümmet duyarlılığını ve kardeşlik hukukunu önemseyenler karşı çıkmaktadır. Ümmetin maslahatını önceleyenler, küresel desteğe sahip yerli diktatörlerin işgali altındaki İslam topraklarının özgürleştirilmesini dileyenler, tüm dünyanın sus pus olduğu bir dönemde Suriye’den Mısır’a, Bangladeş’ten Libya’ya, Tunus’tan Filistin’e, Arakan’dan Yemen’e kadar ümmetin mazlumlarının meşru ve haklı taleplerini açıkça destekleyen Erdoğan’ın sırf bundan dolayı yıpratılmasına ve güçten düşürülmek istenmesine karşı onunla dayanışmayı artırmaktalar. Zira Erdoğan’ı bu politikalarından ötürü zayıflatmaya yönelik her girişim ilk önce Esed’i, Sisi’yi, İsrail’i, ABD ve Rusya’yı memnun etmektedir.
Cemaatin Suriye Politikasındaki İkiyüzlülüğü
Cemaat medyasının hükümete dış politikası nedeniyle saldırması da zalimleri oldukça sevindirmektedir. Cemaat medyasının Suriye politikası, ilk günden bu yana Suriye direnişini her fırsatta mahkûm eden, sözde acıma duygusuyla Suriye’deki insani dramın sorumlusu olarak Esed ve destekçileri dışında herkesi suçlayan, Esed’in ve İran’ın zulmünü bir nevi perdelemeye çalışan Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç’ın çizgisiyle gittikçe paralelleşiyor.
Suriye direnişi başladığı andan itibaren Suriye muhalefetine açık destek verip medya organlarında Esed zulmünü tüm ayrıntılarıyla aktaran ve hatta direnişçilere sunulan desteğin yetersizliğinden şikâyet eden bu camia ne oldu da farklı senaryolarla ve manipülatif yayınlarla Suriye direnişini karalama şeklinde bir tavır değişikliğine gitti? Cemaat, hükümetle tutuştuğu iktidar kavgasında mazlumların onurlu mücadelesini itibarsızlaştıracak ucuz ve ahlaksız yöntemlerle mi zafere ulaşmayı hedefliyor? Hükümetin Suriye politikasının iflas ettiği iddiasını elleri ve dilleri Suriyeli mazlumların kanıyla kirlenen Esed uşaklarının tezleriyle temellendirmeye çalışarak ancak mazlumların vebalini yükleneceklerinin farkında değiller mi? Suriye direnişini zayıflatan her girişimin, Esed’in zulmüne ortak olmak anlamına geldiğini bilmiyorlar mı? Gülen Cemaatinin bu sorulara vereceği tutarlı ve ilkeli hiçbir cevabın olmadığı herkesin malumu. Zira Hizmet Hareketinin bugüne dek ümmeti ilgilendiren hiçbir konuda ümmetin maslahatına yönelik adım atmadığını, İslam coğrafyasındaki Müslümanlarla dayanışma içinde olmadığını ve aksine zalimleri sevindiren politikalar izlediğini İslami camianın geneli yakinen bilmekte. Cemaatin yıllardır takındığı bu “istikrarlı” tutum, onların Batı destekli ve emperyalist-siyonist güçlerin çıkarlarına hizmet eden bir anlayışa sahip olduğu algısını her geçen gün daha da güçlendiriyor. Gülen Cemaati garip biçimde, İslami kesimde kendilerine yönelik gelişen bu algıdan dün olduğu gibi bugün de pek rahatsız görünmüyor. Bu nedenle Suriye konusunda son bir yıldır geliştirdikleri tavır değişikliğine de hiç kimse şaşırmıyor.
Zulme Kılıf Giydirmeye Çalışan Cemaat Medyası
Cemaat medyasında hükümetle kavgadan sonra iyice beliren Suriye direnişi karşıtlığına dair örnekler incelendiğinde ya Esed’in suç ortağı zalim İran’ın tezlerinin işlendiği ya ulusalcı-solcu çevrelerin hükümetin dış politikada başarısız olduğu iddialarının merkeze alındığı ya da Esed’in Batı’ya İslamcılar konusunda yaptığı uyarıların tekrarlandığı “analizlerle” karşılaşmaktayız. Mesela Cemaat medyasının önde gelen isimlerinden Ali Ünal, Mayıs ayından bu yana Suriye ve Ortadoğu ile ilgili yazdığı yazılarda direnişin anlamsızlığını, Suriye’de birtakım “kuşkulu” şeyler yaşandığını, küresel güçlerin derin dehlizlerde kotardıkları “oyunları” vurgulamak için üstün çaba sarf ediyor. 27 Mayıs’ta Zaman gazetesinde yazdığı “Suriye Meselesinde Dört Duruş” başlıklı yazıda Ünal, Türkiye’de Suriye meselesinde dört farklı duruştan bahsediyor ve bunlardan birinin de İslamcı duruş olduğunu belirtiyor ama İslamcılık değerlendirmesi Mümtazer Türköne’ye rahmet okutacak cinsten. Ünal’ın Türkiye İslamcılığı ile ilgili tespitleri şu şekilde: “Türkiye’de İslâmcılık temsilini daha çok güneydoğulu Müslüman aydınlarda bulduğundan, bunlar, Türkiye, Türk ve Türk Milliyetçiliği dendiğinde hep “irrite” olurken, aynı tavrı Kürt, İran ve Arap denince göstermemişler, ırkçılık ve milliyetçilik karşıtlığını daha çok Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği karşıtlığı olarak ortaya koymuşlardır.” Türkiye’deki tevhidi ve İslamcı düşünce çizgisine katkısı herkesçe bilinen Ünal’ın, İslamcılıktan istifa edip mistik ve maneviyatçı uydurmalara inandığını biliyorduk ama İslamcılığa saldırma misyonunu üstlendiğini de yeni öğrendik. Ünal, bu yazıda İslamcılığın milliyetçi kirliliklerden arınmasından rahatsızlık duyduğunu bir güzel özetlerken aynı zamanda İslamcıların Suriye savunmasının “tutarsızlığını” da ispat etme gibi bir itirafçılık çabasına soyunur. Yazı oldukça temelsiz, dar ve konuyu bilenler tarafından gülünecek cinsten lakin Cemaatin dindar tabanını İslamcılıktan ve İslamcıların Suriye tutumundan soğutma gibi bir işlev gördüğünü de belirtmek lazım.
Ali Ünal, Suriye konusunda zulmü bulanıklaştırma çabasını, 26 Ağustos 2013 tarihli “Suriye ve Mısır’a Yardım” ve 20 Ocak 2014 tarihli “Erdoğan, Haşhaşîler ve Sivil Yardım Kuruluşları” başlıklı yazılarla kışkırtıcı biçimde ileriye taşıyor. “Suriye ve Mısır’a Yardım” başlıklı yazıda Ünal, Suriye ve Mısır konusunda dünyanın suskunluğuna tek kelimelik eleştiri getirmediği gibi Müslümanların en azından şahitlik vasfı gereği ve kardeşleriyle dayanışma duygusuyla düzenlediği protestoları yerden yere vuruyor. Ünal’a göre bu protestolarla kitleler uyutuluyormuş, insanların tüm enerjileri bu yolla harcanıyormuş, asıl yapılması gerekenlerin üstü örtülüyormuş ve hatta zulmün devam ettirilmesi adına bu protestolara müsaade edildiği gibi “güçlü” bir ihtimal bile olabilirmiş! Ne dünyada ne de İslam âleminde bu protesto ve tepkileri duyup gerekeni yapacak merciler olmadığı için de yapılanlar tamamıyla anlamsız ve boşunaymış; bütün bu tepkiler popülist yaklaşımlardan ibaretmiş! Pes doğrusu! Bu yazı katılaşmış bir vicdansızlık ve adaletsizlik örneği olduğu kadar ölçüsüzlüğün ve ahlaksızlığın insanları nerelere savurabildiğinin de bir kanıtı. Yazının sonunda şöyle diyor Ünal: “İslâm dünyasının, bilhassa şu anda Suriye ve Mısır Müslümanlarının meselelerini dert edinenler, popülist yaklaşımları bir tarafa bırakıp, iğneyle kuyu kazmak şeklinde bile olsa, müsbet manâda yapılması gerekenler üzerinde yoğunlaşmalı. Yoksa her geçen gün, bir öncekinden daha kötü olabilir.”
Ali Ünal müspet manada yapılması gereken bu işlerin ne olduğu konusunda da birkaç kelam edip bizleri aydınlatsaydı iyi olurdu! Kardeşlerimizin yanında olduğumuzu tüm dünyaya haykırmak, zulmü ve tuğyanı lanetlemek, kardeşlerimizle dayanışma içinde olup onlarla yardımlaşmak yerine belki de böyle “saçmalıklardan” vazgeçip hepimizin topyekûn Hizmet Hareketinin ipine sarılması ve onun metodunu kuşanmamız öneriliyor!
Gelelim “Erdoğan, Haşhaşîler ve Sivil Yardım Kuruluşları” başlıklı yazısına. Bu yazıda Ünal, Başbakan’ın Haşhaşiler ifadesini eleştireyim derken bir yandan Selçuklu’dan girip Osmanlı’dan çıkarak İran tehdidinden bahsediyor diğer yandan el-Kaide’nin küresel güçlerin taşeronluğunu üstlenen bir terör örgütü olduğu gibi fantastik komplolara dalıyor. Hızını alamayan yazar adeta Esed’in Suriye direnişini karalayan iftiralarını doğru çıkartmak için çırpınıyor. Yazının son kısmında İHH’ya isim belirtmeden ettiği şu nasihatler ise oldukça dikkat çekici: “Sivil yardım kuruluşları topladıkları yardımları bazı siyasi hedefler adına kullanılma izlenimi verecek davranışlardan kaçındıkları takdirde yardım kuruluşu olarak kalabilecek yoksa üzerlerine çektikleri şüphelerle kendi fonksiyonlarını kendileri bitirmiş olacaktır.”
Hatırlanacağı üzere, İnsani Yardım Vakfına ait olduğu iddia edilen “silahlı tır” iftirasının yalan olduğunun ortaya çıkmasının hemen ardından İHH’nın Kilis ofisine Van emniyet görevlileri tarafından hukuksuz bir şekilde baskın düzenlenip arama gerçekleştirilmişti. Bu baskın Bugün gazetesi ve Zaman gazetesinin internet sayfalarında oldukça ilginç biçimde haberleştirilmişti. İHH tabelasını öne çıkartan ve İHH Kilis deposunu gösteren bir resim, “El Kaide’ye Büyük Darbe! Yöneticiler Yakalandı!” spotuyla manşete çekilmişti. Gerek Kilis operasyonunun haberleştirilmesi gerekse Cemaat yazarlarının İHH hakkında kuşku uyandırmayı amaçlayan yazıları, son aylarda İHH’yı karalama kampanyasının olağan şüphelisi olan Cemaatin bu konumunu pekiştirecek mahiyette adeta. Oysa bugün çok ötelere savrulan Ali Bulaç, Mavi Marmara baskını sonrası 14 Haziran 2010 tarihinde yazdığı “İHH ve AK Parti” başlıklı köşe yazısında “içimizdeki İsraillilerin” İHH’yı “terörle” ilişkilendirmeyi hedeflediğini şu vurgularla ifade etmişti: “İHH'nın hedef tahtasına yerleştirilmesi İsrail'in içimizdeki İsraillilerle eşgüdüm halinde başlattığı kampanyanın bir parçasıdır. Amaç, önce İHH, sonra AK Parti'yi bertaraf etmektir.” Kendisine “Bugün İHH’yı terörizmle eşitlemek için bunca hukuksuzluğa ve yalana başvurarak kumpas kurmaya çalışanlar da acaba ‘içimizdeki İsrailler’ ya da uzantıları mıdır?” sorusu yöneltildiğinde ise Bulaç, kem küm etmekten başka cevap vermemiş, gelişkin tevil yeteneğine başvurarak soruyu savuşturmuştu. Suriye’deki zulmün mimarlarına toz kondurmayan Bulaç’ın açık bir tutarsızlığa ve utanılası bir duruma düşme pahasına da olsa, Suriyeli mazlumlar için bütün enerjisini sarf eden İHH’yı desteklemeyeceği de bizleri hiç şaşırtmamıştır.
Cemaate Göre Mısır ve Suriye Politikası: Fiyasko!
Hizmet Hareketinin siyasi meselelere yönelik yaklaşımlarını kaleme alan, Cemaatin siyasal perspektifi doğrultusunda yazılar yazan ve Cemaat medyasının en önemli kalemlerinden Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın Suriye’ye ilişkin değerlendirmeleri Ali Ünal’dan aşağı kalmıyor. Acaba Dumanlı, geçmişte Suriye ile ilgili neler yazmış diye dönüp arşivlere baktığımızda dünle bugün arasındaki mesafenin nasıl açıldığına, kimileri için hakikatin, merhametin ve adaletin hiçbir değer ifade etmediğine üzülerek şahit oluyoruz. 2 Nisan 2012 tarihinde “Suriye İran... İşte Çetin İmtihan!” başlığıyla yazdığı yazıda Dumanlı; İran’ı ve Esed’i Suriye’deki vahşetten dolayı yerden yere vuruyordu. Esed rejiminin düşmesini istemeyen BMGK üyesi ülkeleri ikiyüzlülükle, akan kanın durması için hiçbir etkinlik göstermeyen Arap Ligi’ni de çok konuşup az iş yapmakla suçluyordu. Amerika’yı Suriye’ye müdahale etmediği için eleştirip Libya için devreye giren Fransa’nın sessizliğinden yakınıyordu. Suriyeli mazlum halkın yalnızlığa terk edilerek katillere teslim edildiğini belirtiyor, İran-Rusya-Çin ittifakının dış müdahaleyi engellemesinin yanlışlığını ifade ederek zulmün son bulması için dış müdahalenin önemini vurguluyordu. Esed’in devrilmesiyle İsrail karşıtı bir yönetimin işbaşına gelmesinden endişe duyarak Esed’e destek veren Batı’yı eleştirip, "demokratikleşme"yi ağzından düşürmeyen Batılıların petrolün az olduğu ülkelerde neden bu kadar munis bir pozisyon aldığını kınıyordu. Suriye konusunda Türkiye’nin yalnızlaştırıldığı, meseleye Türkiye kadar insani perspektiften bakan başka hiçbir ülkenin bulunmadığı, Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu'nun konuşmalarındaki insan vurgusunun, hiçbir ülkeden bu kadar net ifadelerle yükselmediği gibi net tespitlerle de Türkiye’nin Suriye politikasını övüyordu. Dumanlı adeta hükümetin Suriye politikasını bu yazısında özetlemiş ve açıkça desteklemişti.
Suriye meselesini bu netlik ve keskinlikte yorumlayan Dumanlı, ne gariptir ki, 17 Aralık Operasyonunun hemen ardından çıktığı TV kanallarında hükümete saldırmak için dün kendisinin de savunduğu siyaseti -tutarsızlığa düşmeye aldırmadan- açıkça yeriyordu. Dumanlı, 13 Ocak 2014’te STV ekranlarında, Türkiye’deki Baas lobisinin tezleriyle aynı mahiyette sözler sarf ediyordu: “Suriye için yapılan diplomatik hesaplar hem büyük bir hayal kırıklığına dönüştü hem de Türkiye’nin başına büyük gaileler açtı. ‘Üç gün, bilemedin, beş gün içinde devrilir...’ diye bakılan Beşşar Esed üç senedir yüz bini aşkın insanı katletti, iki milyondan fazla insanı yurdundan yuvasından ederek muhacir hale getirdi. Üstelik Rusya, İran ve Çin ile diplomatik ilişkilerini bir baraja dönüştürdü ve Türkiye’nin karizmasını defalarca çizdi. Esed gitmedikçe atılan her adım karşı adımlarla bertaraf edildi ve acziyet gizlenemez hale geldi. Mısır’da da yanlış yapıldı. Elimizde olmayan imkânlar varmışçasına, uluslararası etkinliğimiz sınırsızmışçasına üst perdeden seslendirilen tavır Türkiye’yi yalnızlaştırdı, içine kapanmaya mecbur etti.”
Bu sözler, Esed ve Sisi destekçisi ulusalcı-solcu yazarların sözleriyle birebir aynı. CHP’nin her fırsatta Suriye direnişini mahkûm ettiği argümanların tekrar edilmiş iğrenç bir versiyonu maalesef.
Suriyeliler Ölmeyi Çoktan Hak Ediyor!
Cemaatin önemli yazarlarından Abdülhamit Bilici de hükümeti Suriye üzerinden vurma kolaycılığına başvuranlar arasında. Bilici de diğer muadilleri gibi bir dizi saçma sapan argüman sıralayarak hem Suriye direnişini hem de hükümetin dış politikasını mahkûm etme fırsatını kaçırmayanlardan. 17 Aralık 2013 tarihli “Suriye'nin Sürpriz 2 Acı Sonucu” başlıklı yazısında, yurtdışındaki gezileri sırasında Türkiye’nin dışarıdaki imajına yönelik tespitlerini paylaşıyordu. New York’ta, Londra’da yaptığı gözlemlerde, Türkiye’nin Suriye politikası nedeniyle el-Kaide’ye destek verdiği şeklinde bir imaj oluşturduğunu ve bundan ötürü büyük şaşkınlık duyduğunu örnekleriyle anlatma ihtiyacı duyuyordu. Bilici, Türkiye hakkında Batı’da böyle bir imajın oluşması için Today’s Zaman başta olmak üzere Cemaat medyasının nasıl canla başla çalıştığını bilmiyor mu acaba? STV’nin skandallarla anılan o meşhur operasyonel amaçlı seviyesiz dizisinde Nusra’nın kimyasal silahlarla katliam yapması bu algı inşasını amaçlamıyor mu?
Abdülhamit Bilici, yazısının ilerleyen bölümlerinde gözlemlerini paylaşmaya devam ediyor ve Alevilerin hükümetin Suriye politikasından oldukça rahatsız olduğunu, hatta Esed’i açıkça desteklediklerini yeni öğrenmiş gibi davranıyor. Alevilerin, hükümetin Suriye’de mezhepçi saiklerle bir siyaset izlediğine inandıklarını yazıyordu Bilici, hükümetin Suriye muhalefetine neden destek verdiğini bilmezlikten gelerek. Oysa herkes, Alevilerin büyük kesiminin mezhepçi kaygılarla ilk günden bu yana zalim Esed’e destek verdiğini biliyor. Dışarıda hükümet hakkında oluştuğunu iddia ettiği algının benzerini, Türkiye’de mezhepçilik endişesi üzerinden üretmeye çalışan bilindik kesimlere, bir nevi kendisi de bu yolla destek sağlıyordu.
Bilici, bin bir güçlükle Suriye’deki katliamlara karşı direnen Suriye halkının direnişini hükümetle savaşta üstünlük elde etmek, bu süreçte Batı’ya yakın durduklarını göstermek adına karalamaya devam ediyordu diğer yazılarında. Diğer yazarlardan farklı olarak biraz kurnazlığa kaçıp açıktan saldırmıyor, önce hükümetin Suriye politikasındaki doğrularına değiniyor sonra da kendince yanlışları sıralıyordu. 21 Ocak 2014 tarihli “Suriye Politikasındaki Doğrular” başlıklı yazısında hükümetin doğrularını; muhacirlere kucak açmak, uluslararası platformda Suriye meselesini gündemleştirmek ve Suriye ile savaşa girmemek şeklinde basite indirgiyor, hükümeti Suriye konusunda eleştiren hemen herkesin dile getirdiği ortak şeyleri zikrediyordu. Yazının genelinde ise Suriye’deki olayların değerlendirmesini yapıyordu. Takip eden 25 Ocak 2014 tarihli “Suriye Politikasındaki Yanlışlar” başlıklı yazıda ise hükümeti adeta yerden yere vuran Bilici, ilk önce Suriye direnişini “insanlık dışı eylemleri” nedeniyle peşinen mahkûm ediyordu. Ardından; hükümetin öngörüsüzlüğünden, başkalarını da bu öngörüsüzlükle kandırdığından, Batı’nın tutumuyla paralelleşemediğinden, İran ve Rusya’nın Esed’e vereceği desteği kestiremediğinden, Baas’ın gücü hakkında hiçbir fikri olmadığından, Türkiye’deki muhalefetle Suriye konusunda ayrı düştüğünden, AK Partili birçok vekili bile ikna edemediğinden, bu konuda toplumsal desteğe sahip olamadığından, Suriyeli muhalifleri silahlandırıp Türkiye topraklarında eğittiğinden bahisle bir yığın saçma sapan şeyi iç içe katarak ve bunlar arasında bağlantı kurma ihtiyacı bile hissetmeden sırf hükümete vurma adına akıl almaz ve merhametsizce yorumlara başvuruyordu, zekâmızla alay edercesine! Suriye’de acı çeken, katledilen mazlumların neler yaşadığını umursamadan yazdığı bu yazıyla adeta Suriyelilerin “hak ederek” öldüklerini ispat etmeye çalışıyordu fütursuzca!
Suriye İçin Pragmatizmi Salık Veren Direniş Düşmanları
Kendi çıkarlarını her şeyin üstünde gören, bu uğurda çekinmeden her yola başvurabilen, pragmatizmi ve takiyyeyi kimlik edinen insanlar; ilkeli ve tutarlı olmaya çalışanları, meseleleri adil ve hakkaniyetli biçimde değerlendirip tavır alanları sürekli yanlış yapmakla suçlarlar. Cemaat içinde hükümetin Suriye politikasını bu mantıkla eleştirenler de çoğunlukta. Hükümeti pragmatizme başvurmadığı, iki yüzlü bir siyaset izlemediği ve realist olmak yerine idealist davrandığı için açıkça eleştiren yazarların en önemlisi Zaman gazetesi yazarı Ali H. Aslan. Hakkını vermek gerekir, Aslan, çok eskiden beri Suriye konusunda böyle düşünüyor. Örneğin 8 Ekim 2012 tarihli “Suriye’de Kritik Sorular” başlıklı yazıda, Suriye meselesinde Batı tarafından Türkiye’nin yalnız bırakıldığını, ABD ve NATO’nun isteksizliğinin fark edilmediğini söyleyerek Türkiye’yi iç ve dış düşmanlara hedef haline getirmekle suçluyor hükümeti. Yazının sonundaki şu ifadeler oldukça dikkat çekici: “Türkiye’nin geleceği için, bu tür sorulara alınganlık göstermeden ya da politize etmeden makul ve gerçekçi cevaplar aramalıyız. Ve sonuçta gerekirse tornistan etmeliyiz.” Merhamet, insaf ve ahlak gibi değerlere sahip olanların kullanmaktan çekineceği sözler bunlar. Ulusal menfaatin olmadığı, Batı’nın destek vermediği işlerin içine girilmesini yanlış bulan bu zihniyete, Suriyeli mazlumların haklılığından Esed ve destekçilerinin zulmünden bahsetmek beyhude. Zira Suriyelilerin çektiği ıstıraplar onların neyine ki!
Ali H. Aslan, Erdoğan’ın Obama’yı Suriye konusunda ikna etmeye çalıştığı görüşmenin ardından kaleme aldığı 20 Mayıs 2013 tarihli “İyi Oynadık Fiziğimiz Yetmedi” başlıklı yazıda “döktürmeye” devam ediyor. ABD gibi bir süper gücün bile Suriye konusunda kırmızı çizgilerini pembeleştirdiğini, dolayısıyla Türkiye’nin gücünün de bir sınırının olduğunu, bu savaşın Rusya ve ABD arasında taktiksel bir mücadeleye dönüştüğünü belirten Aslan, yüz binlerce insanın öldüğü ve milyonlarcasının derin acılar yaşadığı Suriye meselesini sanki sıradan bir bilgisayar oyunu, diplomatik strateji planlaması şeklinde tanımlıyor; tamamıyla çıkarlar temelinde ve ruhsuz-donuk, insani hiçbir değeri önemsemez biçimde ele alıyor. Yazıda bu tutumu vurgulamak için kullanılan; “Zira pragmatizm ve realizme dayalı esneklik, başarılı diplomasinin temel unsurlarındandır. Tehlikeli olan, gerçeklere göz kapamak ve aşırı idealizmdir.” şeklindeki ifadeler, Aslan’ın mensup olduğu camianın yapısal ve düşünsel kimliğine de ışık tutacak mahiyette.
Aslan, 16 Eylül 2013 tarihli “Suriye’yle Yaman İmtihan” başlığını taşıyan yazıda, merhametsizliğinden ödün vermeden Başbakan’ın “vicdan siyaseti” izlediğini ve bu nedenle hata ettiğini ifade ederek şöyle davranmasını tavsiye ediyor: “Suriye’de olanlardan çıkarılabilecek nice ahlaki ve stratejik ders var. Ne vicdanı kör bir akılla ne de aklı dışlayan bir vicdanla çetrefil dünya sorunlarının içinden çıkmak zor. Çare, ortayolda. Bin düşünüp, yüz dinleyip, on yapıp, bir konuşacaksın. Tutamayacağın sözleri hiç vermeyeceksin. Yutamayacağın lokmayı ağzına almayacaksın. Hele halkını ikna etmeden ve rızasını almadan, asla... ABD gibi süper güç olsan da, Türkiye gibi bölgesel güç olsan da, bu kurallar geçerli.” Cemaat yazarından üstün ahlak ve erdem dersleri! Makyavel’e rahmet okutan yazarımız sözde Suriye’yi işlediği 17 Şubat 2014 tarihli “Obama’dan Suriye’de Kıpırdama Sinyalleri” başlıklı son yazısında ise hükümetin Cemaate baskı uyguladığından şikâyet edip bu durumun Esed rejiminin diktatoryal niteliğine benzediğine değiniyor: “Dünya, bir ülkedeki otoriterleşme eğilimleriyle ilgili konuşmak için Suriye’deki derecesinde zalim bir rejime dönüşmesini beklemek zorunda değil.” İyi de Suriye konusunda hükümete çıkar merkezli siyaset gütmesini ısrarla tavsiye eden siz değil miydiniz? Söz konusu siz olunca mı adalet ve merhameti hatırlar oldunuz? Sahi şu dünya üstünde Cemaatinizin çıkarlarından daha değerli hiçbir şey yok değil mi? Ne yüz binlerce masumun kanı ne de sistematik katliamlardan geçirilen bir halk; sizin için camianız dışında hiçbir şeyin değeri yok!
Esed Sever, Siyonizm Muhibbi!
Yıllardır Filistin direnişini karalayan, İsrail’in haklılığını ve meşruluğunu savunan yazılarıyla tanıdığımız Cemaatin dış politika “uzmanı” Kerim Balcı’nın Suriye ve Mısır konusundaki hezeyanlarının ve seviyesiz değerlendirmelerinin bir kısmı şu şekilde:
“Devlet ve siyasetçi ise realist olmak durumundadır. Onlar hayal kuramazlar. Sözlüklerinde doğrular değil, menfaatler vardır. Evrensel doğruları bile milli çıkarların üzerine koyamaz devlet adamları. Memleket çıkarları her nasıl gerektiriyorsa öyle hareket ederler.”
“Sivile, hislerin galebe çaldığı mevcut atmosferde, bir gün gelecek Esed’le konuşacağız yeniden, El-Kaide terörüne karşı işbirliği yapacağız desek, halkın ekser kısmı kabul etmez. Ne var ki devlet bütün köprüleri atmamakla sorumludur. Adil olanın ne olduğunun önemi yok; cari olan durum şudur: Esed daha uzun yıllar makamında oturacak.”
“Uzak değil, birkaç sene içinde Suriye rejimiyle konuşmak durumunda kalacak Türkiye. Mısır’a da büyükelçi gönderecek. Şimdi dolaylı olarak desteklediği Suriye muhalefetinin bir kısmıyla köprüleri atacak, öbür kısmı ile rejim arasında köprüler kurmanın yolunu arayacak.”
“El-Kaide ile nizami savaş kuralları çerçevesinde başa çıkmak imkânsız. Yakın bir gelecekte bu savaşı bizim adımıza, parçası olduğumuz Batı ittifakı adına yapması için Esed rejiminin kapısını çalmak zorunda kalabiliriz. Yakın bir gelecekte El-Kaide’nin yerel uzantılarından korkan Özgür Suriye Ordusu, yaşamak için esareti tercih edip Esed’den medet ummak zorunda kalabilir.”
“Eksik olsun! Ben konuşmam Esed’le. Ama devlete düşen, ‘Gün gelir...’ düşüncesiyle kimseyle olan düşmanlığını asla geri dönülemez bir yola sokmamak; bir gün düşman olabileceği endişesiyle de kimseyle olan dostluğunu aşırıya kaçırmamaktır.”
Bu iğrenç analizler Balcı’nın 29 Kasım ve 13Aralık 2013 tarihli yazılarından yapılan alıntılar. Suriye direnişine düşmanlığın açıkça ilan edildiği bu yazılar hakkında yorum yapma ihtiyacı bile duymuyoruz.
Manşetlerdeki Suriye Düşmanlığı
Cemaat medyasının çoğu yazarı, son dönemde, dış politikaya dair benzer düşünceleri birçok yerde ifade etmekteler. Gülen Cemaatine ait gazeteler ve TV kanallarında Suriye ve Ortadoğu ile ilgili düşmanca haberlerin haddi hesabı yok. CHP’li ve ulusalcı birçok ismi TV ekranlarına davet ederek hükümetin dış politikadaki “büyük hataları” konu ediliyor; ülkenin krize sürüklendiği şeklindeki “sansasyonel” yayınlar, Halk TV ve Ulusal Kanal’dan aşağı kalmıyor. Hükümete çakma adına Suriye konusunda bel altı vuran haberler de manşetlere çekilerek tam anlamıyla bir ölçüsüzlük sergileniyor. Mesela 4 Aralık 2013 tarihli Bugün gazetesinin manşeti oldukça manidar. Manşette; “Mısır ve Suriye İmajımızı Bozdu” deniyor. Güya TESEV’in yaptığı bir araştırmanın sonucu manşete taşınmış. Araştırmaya göre Türkiye’nin Ortadoğu’da daha önce “en sevilen ülke” sıralamasındaki yeri birincilikten üçüncülüğe düşmüş. Bunda da Mısır ve Suriyelilerin oyu etkili olmuş. Gazetecilerin bile girmekte zorlandığı Suriye ve Mısır’da nasıl, hangi yollarla ve kimlerle yapılmış bu anket, buna dair hiçbir bilgi yok. Ama Sisi ve Esed yanlılarına sorularak hazırlandığı her halinden belli bu anketin. Cemaat medyasının bunu haber yapmasının anlamı ise çok açık: Hükümetin Mısır ve Suriye politikası yanlış!
Suriye konusunda Cemaatin başlattığı karalama kampanyasının bir diğer örneği yine Bugün gazetesinin 17 Aralık’ta attığı “Hesap Hatası” başlıklı manşeti. Güya “hatırı sayılır” bazı emekli büyükelçilerden oluşturulan bir grup Suriye konusunda bir rapor hazırlamış. Raporda yeni bir şey yok. Hükümeti Suriye üzerinden vurmaya çalışanların bayat ve kokuşmuş tezleri tekrar edilmiş. Ama bu saçma ve temelsiz iddialar Cemaatin işine geldiği için hükümetin Suriye siyasetinin bir “hesap hatası” olduğu biçiminde sunuverilmiş bu rapor. Zaman ve Bugün gazetelerinde 1 Şubat tarihinde iri puntolarla verilen ve aynı amaçla manşete çekilen haberde, pek kimse tarafından tanınmayan, hiçbir temsil değeri bulunmayan üç Arap aydınla görüşüldüğü ve onlardan alınan “görüş”lerle Erdoğan’ın Suriye ve Mısır politikası nedeniyle Arap dünyasındaki popülaritesinin kaybolduğu işlenmişti. Arap dünyasını Sisi ve Esed’den ibaret görenler için doğru bir haber! İslam coğrafyasının mazlum halklarından yana geliştirilen siyaseti boğmaktan başka bir amacı olmayan bu manşet, Cemaatin ilkesizliğinin ve ne derece çirkinleşebileceğinin sadece bir örneği. Burada da cemaatin Suriye konusundaki o bilindik tavrı öne çıkmış.
Gelelim hükümeti köşeye sıkıştırmak için kurgulanan el-Kaide-hükümet ilişkisi senaryolarına Cemaatin manşetleriyle nasıl katkı sunduğu meselesine. Yalan olduğu açıkça bilinmesine rağmen Cihan Haber Ajansı’nın servis ettiği 2 Ocak 2014 tarihli “Hatay’da Silah Yüklü TIR Yakalandı” haberi, Cemaat medyasının tüm organlarında anında manşet oldu. Art arda yaşanan “TIR baskınlarının” hemen hepsi de aynı şekilde manşete çekildi. Türkiye’nin Suriyeli direnişçilere gizli yollardan silah yolladığı ve bu ülkede radikal olarak tanımlanan bazı grupları desteklediğine dair bir algı inşasına hizmet eden bir yayın politikası izleniyordu. Bu arada İHH’nın ismi de bu TIR olaylarına karıştırılarak İHH’ya yönelik bir yıpratma kampanyası eş zamanlı olarak yürütülüyordu. TIR olaylarını takip eden süreçte Cemaat bu yayın politikasından taviz vermedi. Hükümetin el-Kaide’ye destek verdiğine yönelik birçok haber-yorum mezkûr medyada yer almaya devam etti. Örneğin 16 Ocak 2014 tarihli Zaman ve Bugün gazetelerinde sırasıyla yer alan “El Kaide’yi Soruşturan Savcıların Korumaları Alındı” ve “El Kaide’ye Darbe Vuran istihbaratçı Müdür de Gitti” başlıklı haberlerde hükümetin el-Kaide’yi koruyup kolladığı imajını oluşturmaya yönelik yoğun bir gayret göze çarpmakta. Cemaat medyası hükümeti Suriye üzerinden sıkıştırmaya devam edeceğe benziyor. Bu tarz haberlere gittikçe ağırlık veriyorlar.
Suriye direnişine yönelik yetersizliğinden şikâyet ettiğimiz toplumsal desteği zayıflatmayı amaçlayan bu yayınları yapanlara ahireti ve azabın ağırlığını bu vesileyle bir kez daha hatırlatıyoruz. Bununla beraber Suriye’de direnen kardeşlerimizin silah dâhil her türlü ihtiyacını karşılamak gerektiğini her fırsatta dile getirmekteyiz. Şayet hükümet, Esed’in katliamlarına karşı direnenlere silah gönderiyorsa bu yanlış bir şey değil, aksine takdir edilmesi gereken bir iştir. Suriyeli mazlumların ihtiyaçlarının karşılanmasını engellemek için ilk günden beri kampanya yürüten azılı İslam düşmanlarının kampanyasına, İslami referanslarla hareket ettiğini iddia eden bir cemaatin katılması büyük bir utançtır ve ağır bir vebali yüklenmektir. Kavganın hararetinden bütün ümmetçi değerlere ihanet edecek kadar saldırganlaşan Cemaatin Suriye konusunda büyük bir vebal altına girdiğini vurgulamak gerekir. İslam ümmetinin maslahatına düşmanlık ederek elde edilecek “başarının” sadece bir yanılsama olacağını ve mazlum Müslüman halkların ahını alanların bu dünyada da ahirette de zelil olacaklarını unutmamak gerekir. Bin bir türlü zorluklarla toplanan ve ulaştırılmaya çalışılan yardımların zayıflamasıyla mağdur olan Suriyeli mazlumların vebalinden korkmayanlardan, din gününde bunun hesabı elbet sorulacaktır!