Risaletten önce Arap cahiliyesi sosyal, siyasi ve ahlaki yönden büyük bir çöküntü içinde bulunuyordu. Dünya hayatına aşırı düşkün olan müşrikler, malı yığma tutkusuyla seviyor, ahirete karşı dünya hayatını seçip üstün tutuyorlardı. Helal, haram sınırı tanımadan mirası yiyorlar, yetimlerin hakkını gaspederek (89/17), kabirlerine gidene kadar dünya nimetleriyle oyalanıyorlardı. Kendi nefislerini tatmin için, mustazafların alınteri ve emeklerini çalıp çırparak oluşturdukları zenginlikleri her türlü değer yargısından uzak olarak tüketiyorlardı. Böyle bir ekonomik düzenle paralel olarak gelişen ahlaki davranışlar da erdemden oldukça uzaktı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen (81/89), yemin edip duran, alabildiğine ayıplayan, söz getirip götüren, hayrı engelleyen, saldırgan, günahkar, zorba, saygısız kişilerin egemen olduğu bir sistem. Ve bu karanlığın ortasında doğup büyüyen, aldığı vahiyle düzenin çarklarını durdurup yalnız Allah'ın otoritesine dayalı bir sistem kurmakla görevlendirilen bir peygamber: Hz. Muhammed.
Mekke aristokratları başlangıçta önemsemedikleri ve alay ettikleri risaletin taşıdığı potansiyel gücün kısa bir sürede farkına varmış olmalılar ki daveti engelleme yoluna gittiler. "Engellemekte olanı gördün mü? Namaz kıldığı zaman bir kulu." (96/9-10). Böyle bir ortamda azgın ve şımarık, zulme dayalı otoriteyi oluşturan zihniyetin daha ilk inen ayetlerde eleştirilmesi onları endişelendirmiştir. Bu nedenle Rasul'ü ve inananları yıldırmak için bütün kinleriyle çaba göstermişlerdir.
Peygamberimizin risalet görevini üstlendiği böylesi bir topluma karşı Allah, Rasulünün nasıl bir yol izlemesini emretmiştir? Bu soru günümüz müslümanını da yakından ilgilendirmektedir. Uzlaşma mı yoksa kopma ve direnme mi? Rasulullah'ın İslam tarihinden bildiğimiz her türlü cazip teklifi reddedişi ve uzlaşmaz tavrı, onun çağlara hitap eden en büyük sünnetidir. İşte Mekki surelerden iki ayet: "Pislikten (puta tapıcılıktan ve her türlü şirkten) uzaklaş (fehcur)." (74/5). "Onların demelerine sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum ile) kopup ayrıl (vehcurhum hecran cemila)." (73/10)
Hicret, bu ayetlerdeki anlamıyla bedenen yapılan göç olmayıp zihinsel bir tutumla cahili sistemden ayrılmaktır. Böylelikle Mekke'nin baskı ve işkence kokan ağır havasını teneffüs edenler, yepyeni bir atmosfer oluşturmak üzere tüm sıkıntılara, Allah ve Rasulüne hicret etmek üzere katlanacaklardır. Bu hicret, Lut (a)'un, Hz. İbrahim'in mesajını dinledikten sonra söylediğidir. "Gerçekten ben Rabbime hicret edeceğim." Yani tüm cahili değerlerden vazgeçerek Allah'ın otoritesine uyacağım.
Rasulullah'ın tüm zorluklara göğüs gererek uzlaşmaya yanaşmaması ve öncelikle zihinsel olarak Allah'ın otoritesine hicret etmesi, sahabenin uyduğu bir sünnet olduğu gibi bugün de bütün dünya müslümanlarının izleyeceği, örnek alacağı en büyük sünnettir. Ancak uzun bir dönemdir hicretin müslümanlar için genellikle Kur'ani değerlerden cahili değerler ve sistemlere doğru evrilme şeklinde gerçekleştiğini üzülerek müşahade etmekteyiz. Müslümanların dilinden düşürmedikleri Kur'an'a rağmen, vahiy kalbe inmemiş, hayata yansımamış ve müslümanların yaşayışları adeta cahili değerlere inananların yaşantı biçimi dönüşmüştür. Hz. Peygamber, Kur'an'dan beşeri sistemlere hicret edenleri Allah'a şöyle şikayet edecektir; "Rabbim, gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (mehcur) olarak bıraktı." (25/30). İslam dünyasının bugün her yönden geri kalışının sebebini öncelikle bu ters istikametteki hicret olayında aramak gerekir.
Müslümanların düşünce ve eylem bakımından müşrik düzenden ayrılmalarıyla tırmanan sindirme politikaları kelimeye bugünkü yüklenen anlamıyla hicreti getirdi. Katlanılmaz zulümlere, dayanılmaz baskılara karşı dininden döndürülmeye zorlananlar için hicret izni verildi. Mekan değiştirme açısından ilk hicret Habeşistan'a yapıldı. İkinci büyük hicretten sonra, güç yetiremeyen ve hicretten geri kalanların dışında tüm müslümanlar Medine'ye hicret etiler.
Bu hicretle müslümanlar nelerden vazgeçmemişlerdi ki! O zamana kadar sahip olduklarının tümünü bir inanç uğruna bir kenara bırakmışlardı. Toprak parçasının ancak sahip oldukları değerlerin yaşandığı yer olduğu ölçüde anlam kazanacağı bilinciyle, nelerle karşılaşacaklarını bilmeden hem zihinsel, hem de bedenen Allah ve Rasulüne hicret ediyorlardı. Ve bu fedakarlığı öven ve onları cennetle müjdeleyen onlarca ayet inmiş, müslümanların yüreklerine su serpmişti: "Rableri onlara karşılık verdi: 'Ben sizden erkek kadın, hiç bir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... Elbette onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Yaptıklarına), Allah katından karşılık olarak. Karşılıkların en güzeli Allah katındadır." (3/195). (9/20, 100; 2/218; 8/72).
Bir de inandıkları halde hicretten geri kalanlar vardı. Onca zulmün ve sıkıntının üzerine evini barkını terkedecek kadar güçlü olamayanlar. Çeşitli bahanelerle hicret etmeyip, Mekke'de kalmalarına karşılık Allah şu uyarıda bulundu: "Melekler kendi kendilerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki; 'Neyde idiniz?' Onlar 'Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustazaflar) idik' derler. (Melekler de:) 'Onda hicret etmeniz için Allah'ın arzı geniş değil miydi?' derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o." (4/97)
Hayatın çeşitli safhalarında imanlarının sınanacağını unuttular. "İnsanlar yalnız inandık demekle hiç sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?" (29/2). Bu ayetteki gerçeği gözardı edenler İslami mücadelede istikrar ve kararlılıklarını gösteremediler. Allah ise onların öne sürdükleri hiç bir bahaneyi kabul etmeyecekti.
İnanç ve amellerinde salih olanlar ise Rasul'e imanla neleri göze aldıklarını idrak etmişlerdi. Önce imanla gelen işkenceler ardından hicret ve malla, canla cihad. Yani hayatın sonuna kadar bir mücadele. "İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah katında dereceleri daima büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır." (9/20). Zaten müminler ilk ayetlerden itibaren bu zorluklara psikolojik olarak hazırlanıyorlardı. İlk yıllarda inen Müzemmil Süresinin son ayetinde zulüm altındaki müslümanlara Allah yolunda çarpışacakları gelecek günler hatırlatılıyordu.
Müslümanların, Medine'ye hicretiyle birlikte görülmemiş bir kardeşlik olayı gerçekleşti. Medineli ensar, Allah'ın vasiyet bakımından akrabaların muhacirlerden daha yakın olduğunu hatırlatacak kadar (33/6), bütün mal varlıklarını yurtlarını terkedip gelen bu müslümanlar için infak ediyorlardı Kendilerinin ihtiyaç duyduğu şeyleri bile hicret edenlere yardım edenlere Allah elbette ki mükafatını esirgemeyecekti. "(Bundan başka bu mallar) hicret eden fakirleredir ki, onlar Allah'tan bir fazl arayıp, Allah'a ve O'nun Rasulüne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp çıkarılmışlardır. İşte, sadık olanlar bunlardır. Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa işte onlar felah bulanlardır." (59/8-9). (9/100, 82/72-75).
Ayetlerde gördüğümüz gibi hicret öncelikle insanın düşünce sistemini oluştururken vahiy dışı unsurları terketmesi anlamına gelmektedir. Cahili değerlerden hicret etmek için müslümanların sürekli bir çaba içinde olmaları gerekir. Fikri ayırımı gerçekleştirmemiş kişilerin cahili değerleri beraberinde taşıyarak bedenen göç etmesinin bir değeri yoktur. Ancak zihinsel hicreti gerçekleştirdikten sonra gerek zulümden kurtulma, gerekse İslam mesajının açılımını sağlama ya da başka önemli siyasi kararlarla yapılacak yer değiştirmenin önemi vardır. İşte bu yüzden tüm dünya müslümanlarının egemen şirk sisteminden esaslı bir hicretle kopmaları ve hicret edilecek mekanlar oluşturmaları dileğini kalbimizde taşıyoruz.