Bir önceki ay "22 Ekim Pazar günü" bütün Türkiye'de yapılan nüfus sayımı dolayısıyla birçok ilginç gelişmeye tanık olduk.
Balıkesir Valisi Utku Acun'un "Milletin Efendisi" Balıkesir köylülerine hitaben iradettiği: "Sayım günü kimse ayı gibi dağa gitmesin, evinde kalsın" sözleri ise ilginçlikten de öte, bir dünya görüşünün, halka bakışı, üslubu olarak karşımıza çıkıyordu. O üslup ki, halka rağmen halkçılığı şiar edinmiş Cumhuriyet elitlerinin yıllardır devam ettirdikleri; milleti adam etme, eğitme ve gerektiğinde aşağılamayı da mubah ve çoğu kere de mutlak kılan bildik üslubuydu.
Halka olan ihtiyaçları ve onlarla ilişkileri; vergi toplamak ve askere çağırmakla sınırlı bulunanlar için halk, hele hele de köylüler kim ola ki?! Elbette Allah'ın dağlılarını, baldırı çıplaklarını eğitmek ve aydınlatmak gerekmekte! Onlara "anladıkları dilden" seslenmek; -Utku Acun örneğinde gözüktüğü üzere 'Ayı" benzetmesinde bulunmak da dahil- her tür alay ve aşağılama, bu mezkur eğitmenin bir parçası olabilir.
En son 10 Kasım törenleri sırasında bürokrasinin asker kanadına mensup bir şahsın sarf ettiği "Bugün örtünmekte ısrar edenler var. Onları hala eğitemedik." sözleri de gösteriyor ki, Cumhuriyet seçkininin, devlet bürokratının zihnindeki "eğitmek", halkın inanç bellediği, kutsal bildiği değerlere karşı oryantalistçe müdahalelerle, saldırılarla özdeş olabilmekte.
Müstemlekeci valilerin yerli halka" yaklaşımını, bakışını çağrıştıran bu kopukluğun, uzaklığın temelinde en genelde inanç ve kültür değişiminin, farklılığının yattığı ise ortadadır.
Halka ve onların değerlerine karşı olabildiğince ve alabildiğince haşin ve hoyrat davrananların sövmeden duramayışları, yakın dönemde RP'nin kapatılma davası vesilesiyle "Bunlar habis ur ve kan içiciler" şeklindeki ifadelerle, en üst sınıra vardırılmıştı. Bu ve benzeri söylem estetik olmayabilir ama, "Bürokratik" olabiliyor!
Böyle demokratik ülkeye, böyle bürokratik üslup!!
Eskilerin: "Beyan aynıyla insan" sözünü, mevcut sistem için anlamaya ve algılamaya mani ne ola ki?
Böyle olduğu içindir ki köleleri üzerinde her tür sahiplenmeyi ve tasarrufu elinde tutan pervasız ve tabii ki sorumsuz efendilerin tavrını andıran bir yönetici profili ve ortaya çıkabilmektedir.
'Saymak ve Sövmek" ise bu tarzın siyaset anlayışının ve üslubunun, normal bir gereği ya da getirişi olabilmektedir.
Ülkeyi babalarının çiftliği gibi yönetmeye ve her türlü sahiplik hakkını kendilerinde görmeye alışıklar için "sövüp saymak" sadece nüfus sayımları öncesi ile de sınırlı değildir. Bürokrat taifemiz, elbette saymadan da sövebilirler! Zira bu onlarda tevarüs edilen bir alışkanlığa bürünmüştür.
Hülasa bürokrat taife sövmeden edemiyor. Peki, "Soymadan edebiliyorlar mı?" diye sual olunursa, orası tartışılır. Mevcut ülke manzarası tartışmaya açıklık kazandıran en önemli ipucu olarak karşımızda dururken sorunun cevabı da belirginleşmiş ve kesinleşmiş olur.
Sövme hususunda bu denli fütursuz davrananların rahatlığını egemen olmanın da ötesinde, "sahip' olma duygusu körüklüyor olmalı.
Türkiye'yi yıllarca şeflik misyonuyla yönetmeye alışık bir zihniyetin, bir müddet sonra zoraki demokrasi antrenmanlarına girişmesine bakıp da "egemenlik" hususunda kata karışıklığı içine girenlere, eski Ankara valisi Nevzat Tandoğan'ın: "size ne oluyor, bu ülkeye komünizm gerekliyse onu da biz getiririz" sözleri yol gösterici olabilir.
Bürokratik egemenliğin kendisinde vehmettiği gücü, yetkiyi ve hakkı, keza halka bakışı, onlara verilen, biçilen rolü, bundan daha iyi özetleyebilecek bir söz olmasa gerek.
Bu tavrın, psikolojik üslup sahnesine (arenasına demek daha doğru olur) "fırlayışı" da vermeye çalıştığımız örnekler çerçevesinde olmaktadır.
Halka, "sövüp sayanların" halktan beklentilerinin "sevilip sayılmak" olması ise, demokratik olma iddiasında bulunup da gerçekte "Bürokratik" olan sistemin çelişkilerinden sadece biri olsa gerek.