Günlerdir perdelerini bile açmadan oturup duruyordu evin içinde. Varoluş imgeleri birer birer dumura uğratılmıştı da kolunu kaldıracak mecali kalmamıştı sanki... Hayatın renkleri hergün biraz daha pastelleştikçe gönül sarnıcındaki munis kıpırtılar yerini hırçınlığa ve bedbinliğe terkediyor, yıllar yılı kulağından çekip durduğu içindeki o haylaz kız yeniden sahneye çıkmak için fırsat kolluyordu. Öyle arsızdı ki, kâh iki elini burnunun üzerinde birleştirerek nanik işareti yapıyor, dil çıkarıp kaçıyor; kâh geri sayımın başladığım ilân edercesine debelenip duruyordu damar çeperinin hapsinde. Nasıl baş etmeliydi ki katran karası gecelerle?..
Gündüzün bereketli şavkı, her günbatımı perdesine vuran karanlığın aksinden farksızlaşmıştı. Yedi iklimlerin, arı mevsimlerin, nisan ve eylülsü hüzünlerin nakşedildiği samanlı kâğıtlara hergün içinde solan bir gülü resmetmek istiyordu; fakat kaleme sarıldığında elleri titriyor, gözleri buğulanıyordu umuda ihanet ederken... Neden böylesine salmıştı ki kendini? Dışarıdan bakıldığında dertsiz tasasız bir aile ocağı vardı oysa. Sıradan lâkin klişeleşmemiş bir yaşamı... Fakat yaşam denen müşkülat yalnızca insanın kendi dünyasıyla mı sınırlı? Öyleyse hüzün diye bir şey olmamalıydı bu ölümlü dünyada... Çünkü kişiye özel ne varsa dert-tasa-sıkıntı adına sayılı gün bunaltırdı adamı. Fakat künyesi esaret altındaysa insanlığın ve sinsi bir yılan gibi yol alıyorsa zulüm, zor şeydi huzura kavuşabilmek! Öyle açtı ki ruhu; sancılı yürekler arayıp duruyordu et yığınları arasında. Hangi hemcinsine baksa rutin bir çemberin hapsinde yuvarlanıyor görüyordu. Bitip tükenmeyen ev işleri, çocuk bakımı, alış-veriş zincirleri, ev ziyaretleri, dantel-örgü motifleri, yemek tarifleri ve çıkmayan çamaşır lekeleri ekseninde sürüp gidiyordu hayat...
Çaylı-pastalı hanım günlerini eskiden beri sevmezdi. Sevmediği çay ve pasta değildi tabii ki. Çayın ilk yudumda damağı okşayan o sihirli tadını değişmezdi hiçbir şeye. Onun ruhuna hitap etmeyen bu "gün"lerde ortaya dökülen uçuk kaçık, yerli yersiz söylemler, rütuşlanmış tavırlar ve çoğu kez 'dedikodu olmasın ama' vurgusuyla perçinlenen çekiştirmelerdi. Bu tür toplantılarda sanki herkes konuşacaklarını önceden prova yapıp gelirdi de, o ödevini hazırlamamış tembel öğrenci sessizliğiyle otururdu köşesinde. Halbuki gün müdavimleri el işlerini yaparken, birbiriyle gözgöze bakışmadan, hatta birbirlerinin ismini bile bilmeden ne çok kelime üretirlerdi, birçok yazara taş çıkartacak.. Bir mankenin giydiği transparan kıyafeti ya da tv dizilerinden birini yorumlamaktan bıkıp usanmazlardı saatlerce. En mahrem konulan ulu orta söyleyivermek ortamı renklendirmek adına yapılan en klâsik yöntemdi. Çay ve pasta servisinin ardından fazla kilo problemleri ortaya dökülmezse olmazdı. İçtiğim su, bu bile yarıyor şekerim, ya da bu hafta başı yeniden rejime giriyorum, lafızlarını iyice kanıksamıştı artık. Yalnızca iç dünyasında fokurdayan öfkeyi de...
Son günlerde ise bu kadarı da fazla, bu kadarı da fazla diye içerlenip duruyordu. Telefonun Önünden geçerken aynı şehri paylaştığı, birçok konuda ayrışsalarda aynı davaya inandığı arkadaşlarını anımsıyordu her seferinde. Ahizeyi eline alıp yedi rakam tuşlamayı ve ikindi çayına gelsene, ya da sahilde dolaşalım mı biraz diye teklifler sunmak istiyordu herhangi birine. Fakat her seferinde vazgeçiyordu. Biraraya gelsek ne değişecek ki diye söyleniyordu. Duyacağım sözler ya da önereceğim adımlar yaşamın bencil çarkını bizim lehimize döndürecek mi? Ya da dindirebilecek mi birbirimize iyice asileşen ruhumuzun çığlığını? Şehre, sisteme, geleneğe, taassuba entegrasyonu aşmayı, tükettiklerimizi değil, ürettiklerimizi paylaşmayı öğrenebilecek miyiz yeniden?.. Sonra kaşları çatılıyor ve aynı filmi defalarca izlemiş bir hafıza bıkkınlığıyla perdeyi kapatıyordu. Vücudundaki tüm hücreler kocamıştı sanki. Artık daha iyi anlıyordu Cahit Sıtkı'yı... Halbuki ateşe, taşa, saça düşen beyaza hazırlıklıydı kendince. Hiçbir derde, "neden ben!'' diye diklenmeyecek kadar tevekkül sahibi... Fakat yine de...
Aşka ilk günden beri inanıyordu. Allah hiçbir kulunu aşksız yaratmamıştı çünkü. İnsanlar aşklarını gün yüzüne çıkardıkları sürece özgürleşiyorlardı. Fakat neden tabiiliğini korumakta zorlanırlardı bu duygunun? Alabildiğince yapay ve sığ bir hale getirmek için çaba sarf ederlerdi. Daha geçen gün karşı komşunun küçük kızının evdekilere: O çocuğa aşığım, eğer evlenemezsek çıldırırım dediğini duymuştu. Buz gibi bir ürperti yayılmıştı yüreğine. İkinci gün aynı kız: Evlenebilmemiz için çok para gerekli diyordu; yoksa aşkımız yarım kalacak... Bu aşkın köleleştirilmiş versiyonuydu. Şah ve vezir olmadan oynanan bir satranç oyununda piyonların sürüngenliği... Oysa aşk bir çocuğun gözbebeklerindeki ışık kadar saf ve masumdu. Onu kirletmeye ikincil, üçüncül çıkarlar için kullanmaya hakkı yoktu kimsenin... Fakat o üç güzel harf niçin ulvi anlamıyla değil de hep eser geçer mantığıyla yakardı ki yürekleri...
Annesi şu halini görse, eskiden de böyleydin derdi şüphesiz. Kendine ait bir dünyan vardı diye başlardı her seferinde; sonra sokaklardan topladığı kiremit parçalarını ve gazoz kapaklarını nasıl itinayla sakladığını, bakkala bir koşuda gidip geldiğini, insanlara hep mesafeli durduğunu, bayramlarda el öpmeyi sevmediğini, yemek ayrımı yapmadığını, üstünü başını temiz tutmadığını sıralardı peşpeşe. Ve ne yapar eder, tüm bunları, bunca yıl okudun, ama... diye biten bir cümleye eklemeyi başarırdı. Sanki içindeki nasırlaşmış yarayı kanamaya davet eder gibi... Annesi üzüntüsünden böyle konuşsa da o yaradan damlayan kanlar bazılarının vampir duygularını kamçılardı nedense. Bunca yıl evinde oturmak için okumadığını, buna mecbur edildiğini çevresindeki kimse anlamak istemezdi. Dünyanın binbir çeşit hali vardı. Bu devirde insan kendi ayakları üzerinde durabilmeliydi. Hiç değilse sigortasını ödemeli. Allah korusun yarın öbür gün... Ve bilmem kimin kocası ölmüş de beş çocuğuyla ortada kalmış misalleri... Hep bu dünya için kaygılanırlardı. Hep Allah'ın gaffar sıfatına sığınırlar... Kahhar olduğunu hiç mi bilmezlerdi? Halkını evcilleştirme fonksiyonunu biteviye icra eden sistemi neden sorgulamazlar? Kaç kez tekrarlamıştı bunları. Hepsinin boynu kıldan inceydi. Halbuki hiç de öyle değildi. Zahmetsizce yaşamaktan bütün uzuvları kalınlaşmıştı... Bir keresinde söyleyivermişti de bu tesbitini kızılca kıyamet kopmuştu apartmanda.
İşin doğrusu hergün biraz daha vazgeçiyordu çevresiyle diyalogdan. Hergün biraz daha içine gömülüyordu. Kendini dört duvar arasına hapsettikçe Ümit Yaşar'ın ufuktaki dağlarına, iyot kokulu denizlerine açılmak istiyordu. Ne zamandır hasretti yeşile ve maviye... Farklı iklimlerin, renkli coğrafyaların büyüsü onu da sarmıştı. Acaba diyordu çoğu zaman başını yastığına koyduğunda: Şu an Himalayalar'da olsam, ya da Haremeyn'de, Veda Tepesi'nde güç toplayabilir miyim yeniden? Ya da bu ülkeye dönmeyi arzu eder mi yüreğim? Taşını toprağını özler miyim? İnsanlarını mumla arar mıyım? Ufkum genişler mi? Kültürüm artar mı? Ortadoğu denince titrer mi içim? Ben de "buralarda insan hakları muhteşem" diye mektuplar yazar mıyım sevdiklerime?.. İçi sıkılıyordu sonra düşündüklerinden. Yükünü boşaltmak isteyen merkeplere benzetiyordu kendini. Çünkü insan uzaya bile gitse insandı ve insan insansa eğer her zaman kutsal bir yükü vardı...
Evi caddeye değil, arka cepheye bakıyordu. Yan kısımda boş bir arsanın olması diğer apartmanla burun buruna gelmelerini engellemişti. Balkonlarına ulu orta kıyafetlerle çıkmakta bir beis görmeyen karşı apartman sakinleriyle bir arsalık da olsa mesafe kalmıştı aralarında. Onların, dışarıda evlerinin içinden daha rahat hareket ettiklerini gördükçe, bunlar çocuklarıyla aynı reyondan mı giyiniyorlar acaba diye meraklanmaktan alıkoyamıyordu kendini. Çünkü üstlerindeki parçalar o kadar küçüktü ki, ya kumaş tasarrufuydu bu, ya da çocuklarının üstbaşları... Balkona işi olmazsa çıkmazdı. Yalnızca sıcak yaz gecelerinde yıldızlarla yüklü göğü seyretmeyi severdi... Huşu ve tefekkür arayan, o kutlu Kitabın sayfalarını böylesi bir göğün altında karıştırmalı, her ayetten sonra bir yıldıza aşık olmalıydı. Ne talihsizliktir ki sırf dilek tutmak için saatlerce kayan yıldızları gözleyen kimseler tanıyordu. Fal baktırmak için kapı kapı dolaşanları.
Birkaç gün sonra bayramdı. Çevresinde hummalı bir bayram telaşı... Dip köşe temizlik derdine düşmüştü herkes... Bir kutlu ay geride bırakılmıştı. Herkes bayramı hakettiğine öyle inanıyordu ki, ömrünce bir gün bile oruç tutmayan nice insan, güzel giysiler içinde salınmaya, eş-dost ziyaretinde bulunmaya ve her yerde yedik ama hadi sizin baklavanızın da tadına bakalım demeye hazırdı. Bazıları günler öncesinden yaptırmışlardı turistik otellerde rezervasyonlarını. Birçoğu ise sıla hasretini giderebileceği bir otobüs biletinden bile yoksundu. Binlerce çelişki ve tezatlar zincirine rağmen ne zordu kendisiyle doyasıya barışık olanları anlamak.
Ve şimdiden başlamıştı yılbaşı hazırlıkları. Daha iki gün önce kaldırıma stand kurmuş milli piyango satıcısının Noel Baba kıyafetiyle müşteri çekmeye çalışan yapmacık tavırları ve çocuklardan çok yetişkinlerin ilgisine mazhar olması zihnini bulandırmıştı. Bayram ziyaretlerinde bile, 'yılbaşında ne yapıyorsunuz' sorusu öyle sıradanlaşmıştı ki, baklava tepsileri ve çam ağaçları yan yana konuyordu artık. Bir şeyler kutlansın, gönlümüz şen olsun da gerisi bize lazım değil mantığı her tarihe bir eğlence düşmeyi mubah kılıyordu uzay çağı insanına. Halbuki bir cadı kazanı gibi kaynayan kıtalarda üçüncü dünya halkları üzerine ne hain plânlar, iğrenç saldırılar, riyakar kutlamalar tasarlanıyordu müstekbirlerce. Kendi özüyle var olmaya çalışanlara ne sinsi tuzaklar... Kur'an'ın müstezaflara yüklediği misyon unutturulmak için her yol deneniyor, hunharca al aşağı ediliyordu tevhidi ilkeler. Öte yandan dünyanın bir ucunda toplumsal patlamalar olurken, diğer ucunda kardeş kanı üzerine gölge devletler kuruluyor, adına da işte özgürlük bu deniyordu. Olsun!.. Kime neydi ki tüm bunlardan?
İnadına bir vurdumduymazlık vardı çevresinde. Daha yakında bir dost toplantısında, Cenk Kalesi'ndeki dramı dillendirmek istediğinde gruptakilerden birinin aman bize dokunmasınlar da... deyişiyle sarsılmış; peruk takarak üniversitede okuyan bir öğrenciye tavizsiz bir mücadeleyi önerdiğinde ise, okumayalım da Taliban'ın kadınlarına mı benzeyelim cevabıyla karşılaşmıştı. Bunlar umudun ve zaferin katilleriydi işte. Duayı ve selamı kendi elleriyle katledenlerin sızlanmaya hakkı yoktur dese, bir daha bakarlar mıydı ki yüzüne...
O yaman sorgulama izdüşümüyle kahırlanmaktan başka geriye ne kalıyordu peki? Doğru olan, güneşin ışınlarından bile keskin bir durulukla insanın gözüne gönlüne dolarken, hakikat muştulu bir sabahın perçemindeki çiğ damlası kadar saf ve pakken, bunca hile ve düzenbazlık hangi şeytan üçgeninde palazlanıyordu? İyiliğin alıcısı her geçen gün azalırken, kötülük kıtalar fethediyordu! Neden?.. Perdelerini açsa ve göğe uzatsa boynunu gövermiş buğday başaklarıyla göz göze gelebilir miydi? Kentin bulvarlarına inse insanlar arasında bir insan bulabilir mi? Utanmadan başını koyacağı secdeleri olur muydu bundan böyle? Ya da kardeşlik türküsüne inanabilir miydi yeniden???
Oturduğu koltuktan kalkarak gayri ihtiyari pencerenin önüne gitti. Perdeyi araladı usulca. Günlerdir gün ışığına hasret gözleri, vefalı bir dosta kavuşmuş gibi harelendi. Bakışları yolun kenarına park edilmiş üç tekerlekli eskici arabasına ve yamalı urbalar içinde kaldırımda dikilen eskiciye takıldı. Çok geçmeden karşı apartmandan öylesine tanıdığı bir genç çıktı ve elindeki montu ivedi adımlarla eskicinin arabasına bıraktı... Eskici yepyeni montu evirip çevirerek bir fiyat biçti. Genç para istemez, al götür der gibi salladı elini. Sonra apartmana girmek üzereyken onu farketti pencerede. Gülümseyerek boş arsaya yürüdü ve pencerenin altında durdu. Birşeyler söylemek ister gibi baktı yukarı.
Dalgınlığından sıyrılıp hemen pencereyi açtı o da. Gencin yüreğindeki heyecan kasırgası üçüncü kata kadar tırmanmıştı sanki. Bütün sevecenliğiyle:
- Abla! diye seslendi. Anneme verdiğiniz o dergilerin hepsini okudum. İnanın bundan böyle Amerikan armalı hiçbir şey giymeyeceğim. Az önce ilk eşyamı verdim eskiciye... Sabah da ilk namazımı kıldım... Benim için dua edin...
İçinde binlerce çiçek açtı, menevişler devindi birden. Boğazında düğümlenen yumruyu alelacele savuşturdu. Ve:
- Elbette! dedi. Sen duaya inandıkça sırtın yere gelmez zaten...
Sonra perdeleri ardına kadar açarak mutfağa geçti. Tavşan kanı bir çay demledi kendine. Gözlerini okşayan çayın buğusuyla çalışma masasına oturdu. İçinde solan gülleri değil, tomurcuğa duran umudu harmanlayacağı bir öykü bulmuştu nihayet. Buralarda insanlar...