Bize düşen ne ki?
Kalemim, karabasan gibi çöken gecenin ortasında ilerlememek için direniyor. Yorgun şakaklarımdaki nabız vuruşları kendimi ele vermek için yeterli.
Yüreğimi kasıp kavuran, kendini hissettirmeden, sinsice yaklaşan ölümden korkmak mı? Hayatın aslında bir tükenişin başlangıcı olduğu düşüncesini kabul edebilir miyim? Ülser olmak, azgın düşüncelerin sayesinde zor değil, belki de bir umut ışığı. Beynime üşüşen kaygılar, endişeler, yersiz düşünceler daha ne kadar iğdiş edecek beni? Ruhumun en gizli köşelerine kadar uzanan karanlık elleri kırmalı mıyım artık?
Her şeye rağmen bir devrimci gözüyle bakmak istiyorum hayata. Varlığımın tüm zerrelerine kadar devrimci olmanın tek kurtuluşum olacağına inanıyorum. Düşüncelerim, davranışlarımla beraber bu mecrada bütünleşip, bir büyük, coşkun nehir gibi akmalı. Anaforların sürükleyişinden, çetrefillerin bilinmezinden kurtuluşun tek çaresi bu gibi. Ben hayatın ortasında dimdik durabilmek için var değil miyim? Öyleyse kendime gelmenin vaktidir artık.
Yanık, dertli sesleriyle ezilen insanların feryatlarını haykıran, bilmem hangi tandansların iradecisi, kimin söylediğini bilmediğim ezgilerin kafamda şekillenenlere katkısı ne kadar? Yüreğini bir kurşuna satmaya razı olanlarla yeni ve sonsuz bir yolculuğa çıkma hiç de zor görünmüyor. Umudumu yanımda taşıyorum. Bir azık gibi önemsiyorum sivri düşüncelerimi, beyaz umutlarımı. Çıkınımda sevdaların habercisi hasretlerim duruyor. Yürüyorum...
Mavzerlerin yırtıcı seslerinde parçalanıyor karanlıklar ve zulumat dağılıyor. Akşam yorgunluğu yerini sabah mahmurluğuna bırakıyor. Tekrar tutmak üzere çekiyorum ellerimi ölüm kusan makinalardan. Bir ışık bekleyen kentlerin üzerine aydınlık sabahlarda dönmek, soğuk betonlarına karışmak, etrafımı alevlendirmek istiyorum. Üstüne üstüne gitmek isteyen küfrün, zulmün, şirkin, genç mücahidlerin yüreklerini alıyorum avuçlarıma. Avuçlarım ne kadar da büyük, gözlerim ne kadar da keskinmiş. Şehrin ortasında sabahın ıssızlığında kafamda bin-bir düşüncelerle dolaşıyorum pervasızca. Beni oraya çeken sessizliğe daha ne kadar tahammül edeceğim.
Bize düşen o ki;
Yavaş, sakin adımlarla basılıp geçilen topraklarda uzanmak istemek ölümlere, ölümü öldürmek, ölümü yok etmek düşüncesinin korkusundan, ölüm kaçıyor ellerimden. Şimdi roller değişiyor. Şimdi varolan, var olması gereken bizleriz. Kara çehreli sehpaların kara sevdalı sevgilileri olmak ne kadar da zor. Ne kadar da zor yorgun gözlerin beklendiği aydınlık ufukların ardına yürüyüşler, uykulardan uyanmak ne kadar da zor.
Sonsuzluğa yüzen bir gemiden bakıyorum hayata. İşte hayatın içindeyim, tam ortasında. Benden beklenenler, kendimden benim beklendiklerim ne kadar da yoruyor beni. Uyumaktan, uyuya kalmaktan ne kadar da korkuyorum. Korkuyorum sabah olur, uyanamam, sabah namazına yetişmem, mahşere uyanırım diye. Kendimi çimdikliyorum vücudumun yaralı kuzeyine, güneyine, batısına ve doğusuna dokunuyorum; kanlar akıyor, feryatlar yükseliyor, yardımlar isteniyor. Yaralarım beni uyanık tutuyor. Alevler ortasındayım, kederler zindanındayım, nasıl tutar ki beni uykular, nasıl hapseder? Bulur mu ki beni bekleyenler, bir yerde yorgun ama mutlu, güçsüz ama başı dik, gözleri dolu dolu? Bulur beni kara gözlü çocuklar sözlerimde kağıtlarım da.
Ne ben konuşmak istiyorum, ne beyaz kağıt.
Üzerine bir çizgi çekiyorum hayatımın öncesine. Bu defteri kapatıyorum, eski hesapları siliyorum, geçmişin çöp sepetine yollanmalı bunlar. Şimdi anlattıklarım var. Şimdi ben varım, ne zaman olmadılar ki?
Gecenin üzerinde bir kurşun vınladı.
Bir çocuk defterine bir harita çizdi.
Yüreğimden bir parça daha kanadı, bir sızı duyuldu.
Bir genç, sokak ortasında tekbir getirdi.
Şafak söktü, dağların kızıllığını gördüm. Ben varım artık ve üzerime düşeni biliyorum.