Önce adı büyük gelmişti bize hem de çok büyük. Biraz korkmuştuk şehrin adından ve böyle bir şehirde yaşamaktan. Zor şey olmalıydı. Eee.. o kadar çok şey duymuştuk ki hakkında. Şarkılar şiirler anlatırken mest oluyor, kendimizi oradaki şehrin güzellikleri içinde buluyorduk. Ancak şehrin güzelliklerini tamamen yok olmaya yüz tuttuğu, şehrin korkunç bir hal aldığı haberleri bizi kendimize getiriyordu.
İşte böylece gelmiştik şehre. Üst üste, çarpık evler karşılamıştı bizi, ürkmüştük. Ne acı demiştik "bahçesiz, balkonsuz evler" Tıpkı bir hücre gibi. Daralmıştık. Bu bize göre değil diye düşünüp halimize, şükretmiştik. Tabi haberimiz yoktu. Bizi de bekleyen böyle bir hücreydi. Ve biz hücremize doğru büyük bir heyecanla koşmaktaydık.
Zamanla alışmak ümidiyle şehri yaşamaya koyulduk. Şehrin en acı yönünü tespit etmek hiç de uzun zamanımızı almamıştı: YAPAY bir yaşam. Yapmacık tavırlar, yapmacık insanlar. Nerdeyse herkes ve her şey aynı rolü benimseyip, oynamaya koyulmuştu. Yapmacık, tebessümü olmayan bir selamla (zoraki) başlanırdı söze ve böylece devam edilirdi anlamsız konuşmalara, bu insanlar tarafından.
Ne gündemleri gündemimizdi, ne dertleri dertlerimiz. Sözlerimiz, hatta dilimiz bile ayrıydı bu insanlardan.
Oysa bizim büyük planlarımız vardı. Büyük hayallerin, büyük ideallerin planları. Öyle herkesin bilebileceği, elde edebileceği şeyler değildi hani. Çok özel çok anlamlıydılar. Bunların gerçekleştirilmesi için bu şehre bile katlanırdık. Hem bugüne kadar öyle olmamış mıydı? Acıya acı demezdik kolay kolay. Güçlüydük. Bilirdik çünkü, bizim gibi büyük ideal sahipleri planlan uğrunda katlanmışlardı katlanılması gerekenlere. Ve aşmışlardı aşılması gerekenleri. Zor olmuştu. Zafer olmamıştı sonuçta belki. Olsun. Zaten istenen uğurda mücadele vermek her halükarda zafer değil miydi? Buydu bize güç veren unsur. Ancak gerçek yaşam çok ama çok zor gelmişti. Hele de yapmacık, gayesiz insan(cık)larla bir arada yaşamak zorunluluğu...
Bu şehrin insanları, düşünmeyen akl etmeyen insanlardı. "İnsan, erdemli insan" tanımlamaları hiç mi hiç uymuyordu onlara. Yaşam onlar için; büyük bir ihtirasla, sahip olma tutkusuyla her şeyi elde etmekti. Her şey onların olmalıydı. En çok para, en yüksek mevki, en büyük şöhret, en etkili ve yetkili, arkadaş, en... Bunları tüketmek için istiyordu. Tükettikçe doymuyor, hep daha fazlasını istiyor ve canavara dönüşüyordu. Toplum canavarlaşmıştı.
Tutkuları, ihtirasları silahtı ve yok ediyordu her şeyi. İnsanı deviriyordu, Erdemi deviriyordu. Doğayı deviriyordu. Kendisiyle birlikte yaşamı ve toplumu deviriyordu.
Şehrin sokaklarında insanlar ölüyordu, öldürülüyordu, yok oluyordu, kayboluyordu, kayıyordu birer birer. Haklar alınıyordu hak sahiplerinden haksızlık hak olarak yaşatılıyordu. Zulümler vardı, gözyaşları vardı ve kan vardı. Bu şehrin her yerinde. Ancak yaşayan(!) bu insanlar görmüyorlardı zulmü, duymuyorlardı çığlıkları, feryatları. Ve değiştirmek için toplumu hiç bir şey yapmıyorlardı.
Bir bilselerdi diyorduk yaşamın gerçek anlamını. Yok etmezlerdi böyle her şeyi. Yaşamı zindan haline getirmez, yıkmazlardı bu şehri. Ancak şunu da öğrendik ki bu insanlar masum da değillerdi.
Düşünüyorduk. Neydi bu insanlardaki temel fark? Kalpsiz miydiler? Ruhsuz mu?.,. Artık anlıyorduk. Yıllar bize bunu öğretmişti. Bu insanlarla yaşarken hep yalnızlığı seçtik, yalnız kaldık. Kabuklarımıza çekildik ve sustuk. Toplumu tanımak için sustuk. Onları ve tavırlarını izledik. Sustuk, sustuk. Suskunluğumuz haykırışlara gebeydi, feryatlara gebeydi.
Suçluları bulmuştuk. Yargılamış ve infaz etmiştik onları yüreklerimizde. Mazlumları canavar insanlardan görüp-ayırdık.
... Ve bu şehir büyütmüştü bizi. Çok büyütmüştü. Hayallerimiz ve planlarımız da bu ölçüde büyümüştü.
Bizi yok etmeye, eritmeye çalışmıştı, ancak başaramadı. Çünkü başarı bizimdi. Çünkü biz tek başımıza da olsak, canavar sisteme karşı ayakta durmayı öğrenmiştik. Çok zor olmuştu, çok zor. Ancak başarmıştık bunu.
Artık teklerin, birlerin biz olma zamanıydı. Ve "biz" olmuştuk. Ve vakit de şafak vaktiydi.