1- Referandumda gündeme alınan düzenlemelerin mahiyetine dair kanaatiniz nedir? Söz konusu değişiklikler hangi ihtiyaç ve taleplere karşılık gelmektedir?
2- Referandumun kabulü durumunda Türkiye siyaseti ve toplumsal yapısında ne tür ve ne yönde bir değişim gerçekleşecektir?
3- Referandumun reddi nasıl bir tablo ortaya çıkaracaktır?
Öncelikle referandum kavramından ne anlıyoruz. Bunu açıklığa kavuşturmamız gerekir.
Referandum, demokrasi ile yönetilen ülkelerde yaşanan ve yaşanması muhtemel olan sorunların aşılabilmesi için yönetim biriminin, siyasi iktidarın, parlamentonun kendi bünyelerinde oluşturdukları yasa ya da anayasa değişikliklerini veya toplumu ilgilendiren herhangi bir konuyu halkın takdirine sunmasıdır. Buna halkın yönetime katılmasıdır da diyebiliriz. Meclisin, yasama organının hazırlamış olduğu kanun ya da karar kanunlaşmadan halka sunulur ve halkın tercihi sonucunda yasal bir hüviyet kazanır.
Birleşmiş Milletlerin kayıtlı 193 üyesi bulunmakta. Bunların yönetim biçimleri farklı da olsa bu üyelerin zaman zaman birçoğunun referanduma başvurduğu bilinmektedir. Mesela anayasal bir monarşi ile yönetilen İngiltere, geçtiğimiz yıl AB’de kalıp-kalmama konusunu referanduma götürdü. Referandum sonucu AB’den çıkma yönünde olunca Başbakan Cameron istifa etti (23.6.2016). Yerine Theresa May geldi. İtalya’da hükümet anayasa değişikliğini referanduma sundu (4.12.2016), halk ‘Hayır’ dedi. Başbakan Renzi istifa etti, İtalya yoluna devam ediyor. Yani referandum sonuçları itibariyle hiçbir ülke için dünyanın sonu değil. İslam tarihinde de benzer uygulamalar olmuştur. Mesela Hz. Ömer (ra) zamanında hatırlayabildiğim kadarıyla iki referandum olmuştur. Birincisi ümmet mülkiyetinin dağılımı, ikincisi de kadınların mehrine kısıtlama getiren kararlar halkın onayına sunulmuştur. Her ikisinde de Hz. Ömer’in tercihi kabul görmedi.
Türkiye’de de 1961’den bu yana altı kez referanduma gidildi. İlki 9 Temmuz 1961, sonrasında 7 Kasım 1982, 6 Eylül 1987, 25 Eylül 1988, 21 Ekim 2007 ve son olarak da 12 Eylül 2010’da Türkiye referanduma gitti. Bunlardan bazıları siyasi iktidarın arzularının dışında gerçekleşti. Mesela Özal’ın 1980 ihtilali sonrası getirilen siyasi yasakların kaldırılmasına ilişkin hazırlamış olduğu teklif halk tarafından Özal’ın arzusu istikametinde neticelenmedi. Demirel ve diğer siyasi yasaklıların yasakları kalktı. Kalktı ama kıyamet de kopmadı. Aslında referandumdan korkmak, halktan korkmakla eş anlamlıdır. Ya da halka güvensizliktir. Halktan korkma mirası bize tek parti döneminin armağanıdır! Halkı tehdit olarak algılayan zihniyetin ürünüdür.
Özellikle CHP açısından referanduma baktığımız zaman, CHP bugün olduğu gibi dün de halkın kararından korkuyor ve bu yüzden de hep halktan uzak duruyordu. Rivayet olunur ki İnönü’nün bir seçim gezisinde siyasilerden birisi İnönü’nün halka yaklaşım tarzını anlatır: “Seçimlerden birkaç gün önce bir yerden dönüyorduk. İsmet Paşa’yı il sınırında karşıladım. Beni arabasına aldı. Bir köye yaklaştık. Köylü İsmet Paşa’yı karşılamak için yolun üstüne çıkmıştı, paşayı bekliyorlardı. İsmet Paşa durmak istemedi. Uyarım üzerine ellerini pencereden çıkararak salladı ve -İyi misiniz, iyi misiniz?- diye sordu. Cevap bile beklemeden şoföre -Yürü!- dedi.”
Halka uzak olanların halktan ve onların tercihlerinden korktukları muhakkak. Ancak bugün Türkiye’nin gündeminde olan ve 16 Nisan’da halkın tercihine sunulacak olan referanduma siyasi iktidar ne kadar hazırlıklı? Keza İslami kesim bu referandumu nasıl algılıyor? CHP vb. parti ve kuruluşlar bu işin neresinde? Elbette tüm bunlar tartışılmaya müsait konular.
Öncelikle şunu belirtelim ki henüz siyasi iktidar 18 maddeden oluşan referandum kararının öznesini ortaya koyabilmiş değil. Cumhurbaşkanı kısmen de olsa referandumun öznesi konusunda ipuçları vermiyor değil. Mesela yeni sistemde kendisinden sonra ne olacak sorusuna ilişkin verdiği cevapta: “Millet ne derse o olacak, Allah ne derse o olacak…” Görüldüğü gibi anayasa değişikliğinin, kişiye endeksli olmadığı, milletin aidiyeti konusunda vereceği kararların muteber olacağının altı çiziliyor. Bu bağlamda SETA’nın 11 Şubat’ta tertiplediği sempozyumda cumhurbaşkanlığı sisteminin farklı ülkelerin deneyimlerinden faydalanılarak hazırlanmış, fakat Türkiye’ye özgü bir sistem olduğunun altının çizilmesi de önemli. (Ufuk Ulutaş, Akşam, 13.2.2017)
Halkoyuna sunulacak olan değişikliğin ya da “devlet başkanlığı” sisteminin yönetimde “bürokratik engeli” kaldırması da amaçlandığı görüşünün de tavzihi gerekir. Zira bürokrasinin etkisizleştirilmesi devletin de güçsüzleşmesini beraberinde getirir. Bürokrasi devletin hafızasıdır, devletin devamının teminatıdır. Ve yine iyi yetişmiş bir bürokrat rejimin bekasından çok devletin bekasını önceler. Bürokrasiyi, yürütmenin önünde engel olarak görmek yerine, hafızasının yenilenmesine, davranışlarına öncülük eden kavramların gözden geçirilmesine ve yeni bir eğitim sisteminin geliştirilmesine gayret göstermek elzemdir.
Referanduma gidilen bu süreçte hep başkalarını tenkit etmektense, bir de iktidar cenahının ya da referanduma ‘Evet’ diyen kesimin kendi söylem ve eylemlerini gözden geçirmesi gerekmektedir. AK Parti 7 Haziran seçimlerine kadar girdiği tüm seçimlerde ve 12 Eylül 2010 referandumunda halkın karşısına TEZ ile çıktı. Bu kez AK Parti ve ‘Evet’çi kesim tez yerine antitezi tercih etmekte. Bununla da halkın önemli bir kesimini ötekileştirmekte. Mesela referandumda ‘Hayır’ diyenlerin HDP veya FETÖ’nün yanında yer alacağı söylemi yapıcı bir siyaset söylemi değildir. Ya da cumhuriyet tarihi boyunca kurulan hükümetlerin ömürleri üzerinden ‘Evet’ kampanyası yürütmek, ‘Evet’i meşrulaştırmaya çalışmanın ciddi bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Oysa bunun yerine cumhurbaşkanlığı ya da “devlet başkanlığı” sisteminin yerel, bölgesel ve İslam dünyasını ilgilendiren boyutu ile küresel karşılığı öne çıkarılsa; hem yerel, hem bölgesel ve hem de tüm İslam dünyasında önemli bir karşılık bulacağı düşünülebilir.
Ülkemiz ve bölgemiz 17 Ocak 1991’den beri (Irak’a yönelik Körfez Harekâtı) çok yoğun çatışmaların, kargaşanın, terörün, istikrarsızlığın hedefi olmuştur. Hakkaniyetle ifade etmek gerekirse Sykes-Pikot-Sazanov üçlüsünün Osmanlı toprakları için tahmil ettiği parçalama ve bölüşmenin revize edilmek istendiği bir dönemden geçmekteyiz. Bu yeni projeye karşı bölgede direnen tek ülke Türkiye. AK Parti iktidarı bu sürecin Türkiye’yi en az bir şekilde etkilemesini temin eden bir iktidar oldu. Bunun da en önemli nedeni siyasi iktidarın tek başına olmasıdır. Koalisyonlar dönemi olsaydı ülkemizin bu badireyi atlatması zor olurdu. İşte bu, referandum aşamasında işlenecek bir tezdir.
Yine 11 Eylül 2001’deki İkiz Kulelere saldırının ardından ortaya çıkan İslamofobi söylem ve anlayışının bilhassa İslam’ın Sünni yorumunun geçerli olduğu coğrafya ve insanlarını kapsadığı bilinmektedir. Faili kim olursa olsun; Taliban, el-Kaide, IŞİD, Boko Haram ve FETÖ hareketlerinin Sünni kökenli olduğu bir vakıa. Osmanlı ile birlikte hilafetin de ilga edilmesi Sünni İslam dünyasını başsız bıraktı. Tüm bu İslam’a maledilen terör ve terör odaklarının arka planında yatan en önemli nedenlerin başında ‘başsızlık’ gelmektedir. Ve belki de her zamankinden daha çok bir başa, liderliğe, lider fikre ihtiyaç vardır. Mütevazı olmanın anlamı yok. Bunu hamasi duygularla da söylemiyorum ama Türkiye’nin; İslam Konseyi Sekreterliği, İslam Ülkeleri Birliği temsilciliği veya Müslümanların Maslahatlarını Koruma ve Kollama Birimi vs. adlar altında öncülük etmesi gerekmektedir. Bu yaklaşımım klasik manada hilafet, imamet, saltanat gibi anlaşılmamalıdır. Ama Sayın Cumhurbaşkanının Merkel’in “İslami terör” ifadesi karşısında “Ben, Müslüman bir cumhurbaşkanıyım” sözü ile son Bahreyn, Suudi Arabistan, Katar seyahatlerinin ardından Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarının umrede verdikleri fotoğraf işte tam da İslam dünyasına referandumun izahını yapmaktaydı. Ürkekliği bir tarafa bırakarak daha açık bir şekilde referandumun yerel, bölgesel ve küresel gerekliliği halkla paylaşılmalıdır. Yalnız Türkiye halkıyla değil tüm İslam dünyasıyla paylaşılmalıdır.
Referandumda gündeme alınan düzenlemelerin mahiyetine gelince, aslında bu maddelerin tamamı hukuki misyonu olan ehil eller tarafından değerlendirilmelidir. Ancak haddim olmayarak bir iki hususun altını çizmek isterim. Bilhassa değişikliğin 7. 8. 9. 10. 12. 13. ve 14. maddeleri aslında bir sistem değişikliğini değil, düpedüz rejim değişikliğini içermekte. Hiç evelemeye-gevelemeye gerek yok. Açıkça yürütme cumhurbaşkanı veya yeni düzenlemeyle “devlet başkanı”na bırakılıyor. Keza 5. Madde ile de TBMM’nin görev ve yetkileri belirleniyor. Tabiri caizse yasamanın önündeki popülizm kalkıyor. Yasamanın ya da TBMM’nin yasa çıkarırken hukukiliği ön plana almasının önü açılıyor. Değişiklikle 550 milletvekili sayısının 600’e çıkarılması ve yine seçilme yaşının 18’e indirilmesi bana biraz siyasi rüşvet gibi geliyor.
Özetle ifade etmek gerekirse referandum kabul edilirse yalnız Türkiye’de değil, İslam dünyasında da yankıları olacak. Milletvekilleri asli görevlerine dönecekler. Değişiklikle “yeni bir hükümet modeli” ortaya çıkacak. Külliye yani cumhurbaşkanlığı sarayı yalnız Türkiye’ye değil bölgeye ve İslam dünyasına da hitap etme imkânına kavuşacak. Milletvekillerinin ve TBMM’nin akçeli işlerden uzak kalması beraberinde ehliyet, liyakat, ahde vefa gibi erdemliklerin öne çıkması ile Türkiye daha şeffaf ve güvenilir bir görünüme kavuşacaktır.
Referandumun reddi halinde ise, zaten mevcut yasalar çerçevesinde cumhurbaşkanı ve parlamento 1982 Anayasasının tanımış olduğu haklara sahip olarak ve bu haklarını kullanarak yollarına devam edeceklerdir. Değişiklik ise belki de başka bir bahara kalacak. Ancak Recep Tayyip Erdoğan ve benzeri karakterde olan cumhurbaşkanları sanırım “Bende halkın oyuyla geldim, siz cumhurbaşkanı iseniz, ben de başbakanım!” diyenlerle çalışmakta zorlanacaklardır.