Kentin teker teker yanan ışıkları arasındaki hanemizde sıradan bir gece başlıyor yine. Mutfaktayım. Günün yapılacak son işlerini de bitirip evlerine yetişmeye çalışan kalabalıkların kaldırımlara çarpan sesleri sızıyor içeriye. Dört yaşındaki oğlum bulamadığı Ninja kaplumbağaları için bir süredir avazı çıktığınca bağırmakta. “Kim bilir hangi yere girdi. Onca oyuncağın içinde 6 cm’lik o sevimsiz şeyi arayacak değilim. Sizin için değerli olan eşyalarınızı kaybetmemeyi öğrenmelisiniz artık!” diyorum ya daha da artıyor öfkesi. Ablası yarım kalan proje ödevini okul servisinde unuttuğunu, yarın teslim etmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyor bana. Ne hoş büyük kızımın ders çalışma saati gelmiş. “Hâlâ yemek yetişmedi!” diye söyleniyor. Bir an önce yemek faslı başlasın bitsin istiyor. Her şey belli bir düzende olmalı ona göre. Saat 19.45’te masadan kalkmış olmalı. Beş-on dakika çalışma masasını hazırlamalı. Saat tam 20’de derse başlamalı. Aralıksız 21.30’a kadar kimse onu rahatsız etmemeli...
Elimde yarısı rendelenmiş havuçla oğlumu kontrol ediyorum kapı aralığından. Ne kadar oyuncağı varsa saçmış ortalığa. Ninja dışındaki bütün oyuncaklara savaş açmış. “Bu da değil, burada da yok!” diyerek eline geçen her şeyi karşı duvara fırlatıyor. Nasıl sakinleştirsem şunları diye düşünürken telefon çalıyor. “Hah işte babanız” diyorum. “Sizi şikâyet edeyim de görün.” diyen bir tonlamayla. Ama ağlamaklı bir ses telefondaki.
“Bu bayram benim hakkım!” diye başlıyor annem. “Artık her bayram gözyaşı dökmekten yoruldum. Ne var sanki bir bayramı da benim yanımda geçirseniz. Torunlarımı koklamak benim de hakkım değil mi?” “Anne sen miydin?” diyorum, asırlardır yol yürüyen birinin yorgunluğuyla. “Sesimi duyduğuna sevinmedin bile!” diyor annem. “Anan baban var mı? Yoksa seni leylekler mi getirdi belli değil.” Ocaktaki yemekten hafif bir yanık kokusu çarpıyor burnuma. “Seni birazdan arayacağım anne.” diyorum. “Ocakta yemek var da!”
Mutfağa koşuyor, bir yandan masayı kurarken bir yandan servisçinin telefonuna ulaşmaya çalışıyorum. Çaresi yok bu akşam serviste unutulan ödev alınacak. Dünya mı yıkılır bir gün sonra verse! Ama çocuk dünyası işte, bizimkine benzemez diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Bir zamanlar öğrencilerim vardı benim de. Onlardan dönem ödevleri isterdim. Bu ödevlere harcanmış emekleri ölçmeye çalışır, puanlar verirdim. Tembel ve çalışkanların ödevleri daha ilk sayfasından belli olurdu. İtinayla hazırlanmış ödev sahiplerinin sınıf içi durumlarını, yazılı notlarını daha iyi takip ederdim... Şimdi geçmişle oyalanamayacak kadar meşgulüm. Yarım havucu da rendeleyip masaya yerleştiriyorum salatayı. Çorbalar hazır diye sesleniyorum boşluğa. Çocuk odasına doğru uzanan koridorda sesim yankılanıp geri dönüyor. Çocukken inek otlattığım vadileri anımsatıyor bana. Sesime ses veren kayalıkları düşüyor aklıma…
Aman ne iyi! Servisçi bu tarafta bir ahbabına uğrayacakmış, ödevi geçerken bırakabileceğini söyledi. Kaplumbağaları da bulduk mu akşam krizini çözüldü sayabilirim. Çocuk odasına vardığımda, büyük kızımın koparacağı yaygaranın önünü alma derdine düşüyorum. Birazdan derse oturacağı odada fare yavrusunu kaybetse bulamayacak çünkü. Oğlum ise hâlâ Ninjaların derdinde. Benden yardım almazsa bulamayacak belli. Annelik duygularım kabarıyor yine. Ranzanın altındaki oyuncakları bir kılıç darbesiyle çıkarıyorum açığa. Neler çıkmıyor ki ranzanın altından… Toza bulanmış buruşmuş bir üzüm tanesi, birkaç kraker, yapboz parçaları, not kâğıtları… Ve işte Ninjalar! Not alıp tez elden hatırlatmalı kadına. Çocuk odasını temizlerken ranzaların altlarına mutlaka ulaşmalı toz bezleri… Ya da hazır elim değmişken ben mi yapsam? Şimdi kadın kırk dereden su getirir yapmamak için. “Temizlik setinin sapı yeterince uzun değil, toz bezleri küçük kalıyor, falanca firmanın mucize bezlerinden alsanız evde toz uçurmam ama!” İsraf ve hattı aşma noktasındaki duyarlılığımı cimriliğe bağlamasından huzursuz oluyorum çoğu kere. Bir anlatabilsem, elimizde olan eskileri değerlendirmenin en azından çevre felaketlerini önlemede etkin olduğunu...
Yeşil oyuncaklar keyfini getiriyor oğlumun. Üç çocuğumdan en hırçını bu! Oysaki acemiliklerimi atmıştım iki kızımda. O aramıza katıldığında eğitimle ilgili tüm tezleri okumuş, çocuklarımı iyi eğitebilmek için en makbul meslek sayılan öğretmenliğimden de vazgeçmiştim. İyi bir eş, iyi bir anne olmayı seçmiştim. Evime-eşime adanmışlığın sükûneti vardı üzerimde. Memleket ziyareti yaptığım zamanlar hariç, dingin bir ruh halim olurdu. Kurulu bir saat kadar düzenliydi hayatımız. Sabah 06.45’te uyanıp eşime kahvaltı hazırlardım. O kahvaltı ederken bir çay da kendime doldurur sabah haberlerine bakardım. Ufak tefek yorumlar yapardım gündeme dair. Evin uykusu dağılmasın diye ses tonumu düşük tutarak çocuklara, eve ve kendime dair bilgiler verirdim eşime. Sabahın alacakaranlığında beni sakin sakin dinleyen adamın onca işinin arasında bunları duymasının bir anlamı var mıydı? Yapılacak ne varsa ben yapıyordum zaten. Ona düşen faturalarımızın ödenmesiydi, buna dair bir itirazı da yoktu Allah’a şükür. Her maaş gününde servisin, okulun, gündelikçi kadının, apartman aidatının bedelini ve tüm ödeneceklerin Excel formatlı listesini elime tutuştururdu. Bense, servisin yeniden değiştiğini, kapıcının merdivenleri güzel silmediğini, okulun aidat ödemeyenlere gönderdiği yazıyı ödediğimiz halde bize de gönderişlerine itiraz için idareyi aradığımı bilsin isterdim. Annem öyle öğretmişti bize. Kadın kısmının aldığı nefesten kocası haberdar olmalı derdi ya aynen öyleydi işte. Hayatımızın en sessiz bu 45 dakikalık dilimine sığdırılacak bilgileri sıkıştırmak için acele ederdim hatta. Eşimi hayırla işine uğurladıktan sonra çocukların okul telaşları başlardı. Eşimle kahvaltı etmez, iştahımı çocuklarıma saklardım. Onlarla birlikte kahvaltı edersem, çocuklarımın iştahsızlığının biteceğini söylerdi annem. Sofrada anne olmazsa yemeklerin tadı olmaz, derdi.
Ninjaları bulunca dağılan odayı toplamaya başladım. Koridorda kaplumbağalarına talimatlar yağdıran oğluma kulak kabartıyordum bir yandan da. Mutfağa yönelirken, “Hadi bakalım Ninjalarına biraz enerji kazandırmaya ne dersin!” dedim. Çorbaları biten kızlarım; anne yemek, anne limon, anne su diye habire bir şeyler istiyorlardı. Böyle zamanlarda ahtapot kollu bir anne olmayı düşlüyor insan.
Bir telaş bir koşuşturmaca... Bir akşam yemeğini daha atlatıyorum çocuklarla. Biri babasını soruyor, diğeri okulunu anlatmaya çalışıyor, öteki kafamı kendi yanına döndürmek için çenemden çekiştiriyor. Böyle birkaç çocuğum daha olsa, halim nasıl olurdu tahayyül edemiyorum. Kafamı çevirdiğim mutfak tezgâhının bir köşesinde okumaya çalıştığım popüler yazarlardan birinin kitabı duruyor. Salondaki konsolun üstünde de kız kardeşimin yıllar önce hediye ettiği kitap. “Sistem İçinde Kadın / Cihan Aktaş”. İsmi pek soğuk gelmiş olmalı ki okumamışım. Belki de okumaya başlamış yarıda bırakmışım. İçinde ta öğretmenlik yaptığım günlere dair notların olduğu kartlarımı buluyorum. Son zamanlarda yıllar önce okumayı başaramadığım kitaplarımı açığa çıkarıyorum bir bir. Hatta okumuş olduğum pek çok kitabı yeniden okumak istiyorum. İki kitabı aynı anda okumaya çalışıyorum. Böylece zamanım bereketlenecek sanki. Hayatımda boş kalan kareler anlamlanıp, dolacak…
Yedinci sınıftaki kızımın rasyonel sayılarla başı dertte. Merdiven yöntemini anlayamadığını söylüyor. Aşağıdan yukarıya doğru kesirlerin çarpılarak tek bir kesre dönüştürülmesini anlamakta zorlanıyor. Dördüncü sınıftaki kızıma maddeler ve hareket konusunu anlatacağım. Maddeyi özkütlesiz düşünemeyecek bir kimya öğretmeniydim bir zamanlar. İlköğretim dördüncü sınıf çocuğuna madde nasıl ve ne kadar anlatılmalı? Salondaki masanın üstüne yayılmış ders kitapları, oğlumun zekâ geliştiren mini taşları. Sabahtan toplayamadığım için öylesine dağınık ki her şey… Nereden başlasam kestiremiyorum toplamaya.
Oğlumu kreşe bırakıp, küçük kızın veli toplantısına ulaştım bugün. Oradan büyük kızımın el işi ödevleri için malzeme almaya yollandım. Terzi provasına, bayram için kayınvalideme ve anneme hediye almaya derken, marketten acil alınması gerekenleri alıp çocukların okuldan çıkışlarını zor yakaladım. Eskiden kucağımda çocukla bir de fatura ödeme kuyruklarında beklerdim. Çok şükür artık otomatik ödemeye geçtik de kurtuldum. Bazı günler okul olduğu için şükrediyorum. Dışarıda işim yoksa evimin sükûtu çöküyor üstüme. Tüm yorgunluğuma ve yoğunluğuma rağmen bir kahve eşliğinde yarım saat okuyabildiğimde hayatım anlamlanıyor.
Çocuklarım bir şeylerle meşgul hale gelir gelmez annemi aramaya yöneliyorum. Annem, “Bayrama geliyorsunuz değil mi?” diye soruyor. “Geçen kaynanandan aldım haberinizi çarşıda, geliyormuşsunuz. Ama bak karışmam, bu bayram Aylalar da geliyor. Öyle bayram günü gelip el öpüp gitmek yok. Kurban kesildiği gün hiç değilse kalın.” diyor. Sesi bir lokomotifin düdüğü kadar tiz ve seri… Sonra, “Kocan olacak o adama söyle;” diye devam ediyor. “Benim de anam var. Beni köyümüzdeki çaydan tutup getirmediler sizin kapıya.” Konuşmama fırsat kalmadan “Ah ah!” diyor, “Seni şu Antepli öğretmene vermediğime ne pişmanım şimdi. Güya kendi insanımız değil diye istemedim. Abinin okulunda görev yapıyordu hani. İyi çocuktur demişti de ısrar etmemişti sana. Hiç oralı olmadın. İnsan bir tanışmaz mı kısmetiyle? Ayla gibi sen de benim itirazlarıma kulak asmazdın. Hiç değilse bir bayram bana gelirdin, bir bayram kaynanana giderdin. Kendi memleketlimiz diye verdik de ne oldu? Her bayram misafir gibi birkaç saatliğine uğrayıp gidiyorsun.”
Sonra derin bir nefes alıp, “Kız kardeşin öyle mi ya?” diyor. “Ana baba hakkı gözetiyor onlar. Elin memleketi diye vermek istememiştim ama beni nasıl da şaşırttı. Maşallah senden çok gelip gidiyorlar yanımıza. Üç gün geçmeden hem kocası arıyor hem kendisi. Hatır sorup, halimizi öğreniyorlar. Senin kocanın ise telefonda sesini bile duymadık. İnsan bir arar da hal hatır sorar. Bize yedi kat elmişiz gibi davranıyor. Kaynanalık hakkımı helal etmeyeceğim vallahi…” Annemin sitemleri uzadıkça uzuyor. Nefeslendiği bir sırada, “Anne işleri çok yoğun. Toplantılar, seminerler, yurt içi, yurt dışı gezileri derken bize bile zaman ayıramıyor. Biz de çok az görebiliyoruz onu. Eminim merak ediyordur sizi, sağlığınıza hep duacı.” diyorum. “Sus!” diyor, “Savunma bana şunları. Kaynanan olacak o mendeburu çarşıda bir gör, havasından geçilmiyor. Sanki onun oğlundan başka hariciyeci çıkan yok! Hem ne vardı sanki gül gibi mesleğini bırakacak? Çalışsaydın kocanın yanında itibarın olurdu. Kaynanan olacak o kadının da ağzının payını verirdim.” “Anne ne çektiğimi görmedin mi sanki. Büyük kızım beş yaşına gelene kadar direnmedim mi? Kaç bakıcı, kaç kreş denedim. Ders saatlerini ayarladım, evime yakın yere tayin aldım. Bir koltuğa kaç karpuz sığsın. Kimim kimsem yok şu şehirde. Çocuklarımı ortaya mı koyup gideydim işe.” diyorum.
Annem anlamamakta ısrarlı… “Onca okuttum sizi. Bak kardeşine, ücretsiz izin aldı. Kaynanası geldi. Hem işini bırakmadı hem de hiçbir hayır işinden geri kalmıyor. O kurs senin, bu toplantı benim, çocuklarıyla her yere gidebiliyor. Yok, anam yok, senin kocanın ailesinde iş yok. Kaynanan, hemşire kızı işinden olmasın diye üç sene kaldı Niğde’de. Damadının yanında kalıyor da oğlunun yanında mı kalamıyor. Benim oğlumun kazancı yeter, sen otur çocuklarına bak, diye başının etini yedi. Öğretmenlik gibisi var mı? Yazın üç ay, kışın on beş gün tatilin vardı.” diyor. Anneminki bir otorite savaşı kaynanama açılmış. Hayatta gerçekleştiremediklerini başarmamızı bekliyor bizden. Geçmişinin tüm ağırlıklarını yüklenmemizi istiyor sanki. Cevap vermenin bir anlamı yok… Sessizce dinliyorum artık. Durumu idare etmekten öteye varamayacağımı anlıyorum bir kere daha. Daha bayram gelmeden, tartışması başlıyor her sene. Kalp kırmamak için olan sessizliğimin ikrara yorulacağını öğrendim artık.
Yüzüme kapanan telefon hayatımı bir kere daha sorgulama gereği uyandırıyor bende. “Ben nerede hata yapıyorum? Nereye aidim?” sorusu tırmalıyor beynimi uzun zamandır. Evin en uysal çocuğu olmuştum hep. Hiç itiraz ettiğimi bilmem anne-babama. Derslerimde istikrarlı, okulda uyumluydum. Her veli toplantısında memnuniyetini belirtirlerdi babama öğretmenlerim. Okul hayatımda hiç aksama olmadan meslek sahibi olmuş, öğretmenliğe başlamıştım. Ailemin tavsiye ettiği biriyle evlenip çoluk çocuğa karışmıştım. Liseye başlayacağım zaman sağlık meslek lisesini kazanmış ve devam etmek istemiştim. Öğretmen lisesini de aynı anda kazanınca buraya göndermişti babam beni. Kız kardeşim benden iki yıl sonra liseye başladığında sağlık meslek lisesinde diretmişti. Köyümüzde okuyan kızların favori okulu sağlık meslek lisesi idi. Kısa yoldan mesleğe atılmak fikri aşılanıyordu küçük yaştan itibaren çocuklara. O yıllarda üniversiteye girişte liselere göre katsayı uygulaması yoktu. Her liseyi bitiren eşit katsayı uygulaması ile giriyordu üniversite sınavlarına. Kız kardeşim liseden sonra hukuk fakültesine girmiş, hem bir sağlık ocağında hemşirelik yapmış hem de okulunu bitirmişti. Bana göre daha özgür ruhluydu kardeşim. Anne-babamın el-âlem ne der endişesine, zoraki geleneklere karşı çıkar, kendi doğrularıyla hareket ederdi çok zaman. Ailem için böylesine asi bir çocuk çoğu kere üzüntü kaynağıydı. Sık sık kıyasa tâbi tutarlardı bizi. ‘Bak ablana!’ diye başlayan cümlelere tahammül edemez, tartışmayı büyütmemek için ortamı terk ederdi kardeşim. Üniversiteyi kazandığında aynı zamanda ilçemizin yakın bir köyüne de tayin olmuştu. Annem, “İstanbul seni yutar, büyükşehirler bize göre değil, gül gibi mesleğin var.” diyerek üniversiteye yollamak istememişti onu. Babam da kardeşimin asiliklerinin ailemize yeni acılar eklemesinden korkuyor ve üniversiteye gitmesini pek istemiyordu. Ona göre zaten bir mesleği vardı ve biraz daha okumasının kardeşime hayatta kazandıracağı olağanüstü bir yaşam standardı olmayacaktı. Kız kardeşim ailemin sözlerini hiç ciddiye almadan bütün yazını fındık tarlalarında günlük yaparak geçirdi. Kayıt dönemi geldiğinde evraklarını tamamlayıp İstanbul biletini alarak yola çıkmıştı. İlkokul öğretmenimiz Yusuf Bey’e uğrayıp İstanbul’daki tanıdıklarının yardımını istemiş yola çıkmadan önce. Yusuf öğretmen babama uğrayıp, “Bu kızın geleceği parlak, kendi başına her işini halleder o, endişelenme.” demişti. Ailemi bir parça rahatlatmıştı bu telkin. Okumayı ve keşfetmeyi çok severdi kardeşim. Çocukken büyüyünce ne olacaksın diye soranlara “Mecellen olacağım.” derdi. Yusuf öğretmenin çöpe attığı eski gazetelerini dahi alır tarihleriyle sıraya koyar, ilan reklâm sayfalarına varıncaya dek okurdu. Bilmediği kelimeleri not alır öğreninceye kadar herkesten bir bilgi almaya çalışırdı. Kafasına koyduğu şeyi ne pahasına olursa olsun elde etmeyi başarırdı. Üniversite hayatı boyunca da okuma ve öğrenme azmi ona hayata bakış noktasında benden daha olgun bir kimlik kazandırmıştı.
Kendini dindar addeden bir ailemiz vardı. Beş vakti koruyamasalar da namaz kılan, oruç tutan insanlardı. İstesek bile çok açık kıyafetler giyemeyecek kadar mutaassıp bir kültürle büyümüştük. Üniversitede herkesin istediği kıyafetle okula girme hakkı olduğunu görünce kendimi açıklıktan çok kapalılığa yatkın bulduğum için başımı örtmüştüm. Ailem bu duruma itiraz etmediği gibi annem benimle gurur bile duymuştu. Başörtüsü yasağının üniversitelerde uygulanmadığı zamanlardı. Zaten öğretmenliğe başlayınca da okulda açmayı dışarıda örtmeyi kabullenmiştim en başında. Öğretmen olarak başımı örtemeyeceğimi biliyordum yaşadığım ülkede. Ve buna ciddi bir itirazım da yoktu.
Kız kardeşim de üniversiteye başı açık başlamıştı. Üçüncü sınıfa kadar da başörtüyü tercih etmedi. Ailemizde bu bile kıyas unsuru olmuştu. Ancak üniversiteye başlaması iyi geldi kardeşime. Annem babamın tavırlarından daha az etkilenir oldu. Diyalogumuz daha bir iyileşti. Sanki o abla ben kardeş oldum bu süreçte. Okuduğu kitaplardan, katıldığı seminerlerden bahsederken yüreğinin sesi gözlerinden duyulurdu. Arayıştaydı kardeşim. Ötekilerden, ötekileştirilenlerden bahsederdi. “Anlamıyor musun?” diye sorardı, “Asırlardır Batı medeniyetini yakalamak için çırpınan bir toplumuz. Her seferinde başa dönerek yeniden düşüyoruz umudun peşine. Neden kalkınamıyoruz sorusunu sen de sorsana kendine.” “Sorsam ne değişecek?” derdim. “Ben hele bir öğretmen olayım. Gündelik işlerin işçisinin değil, saygın bir eğitimcinin hayat standardına ulaşacağım.” Ben, sen, o... Yaşam standartlarımızı artırdıkça ülkemiz de kalkınır herhalde diye düşünürdüm. “Her ülkede eğitim seferberliği olmalı, herkes eğitilirse ülkenin üretimini artıran bir sistem gelişir toplumlarda.” derdim. İsyan ederdi kardeşim bunca yetersiz ve duyarsız cevaba. “Hiçbir şeyi sorgulamıyorsun!” derdi. “Eğitim dediğin nedir ki? Üretim yapmadan tüketim yapan asalaklar yetiştiriliyor üniversitelerde. Üretim nasıl artar sorusundan önce, tüketim ve pazar nasıl artırılır sorusunu cevaplamaya çalışıyor iktisat bilimi. Muasır medeniyet denilen bir türlü ulaşılamayan, ardından koşturulan ütopyadır.” derdi kardeşim. Söylediklerinin üzerinde yeterince kafa yormazdım o zamanlar. Laboratuarda deneyler yapmayı, organik kimyayı, periyodik cetveli, ütopya da olsa bilimin yuvası sayılan ODTÜ’lü olmayı severdim. Hocaların zaman zaman dışa vuran nefret ve aşağılamalarını da insandır, hepimizin hoşlanmadığı yaşama tarzları vardır diyerek geçiştirir, başarımla kendimi kanıtlamaya çalışırdım. Öyle sınav kâğıtları verirdim ki hocalar bile itiraz edemezdi. Bir tanesi vardı ki “Bu hiç hoşuma gitmedi ama yine en yüksek notu senin kâğıdına vermek zorunda kaldım derdi çekinmeden.” Bu sözden bile fazlaca incinmez, gurur duyardım kendimle. Oysa üniversitelerde okutulan programları bile sorgulayan bir kardeşim vardı. “Babamı düşün.” derdi. “Ekonomiye tek katkısı asgari ücretle çalıştığı fabrikanın GSMH’ye kattığı ile değerlendiriliyor. Babam bahçemizde sebze, meyve yetiştirerek, evcil hayvanlar besleyerek 8 kişilik ailemizin ihtiyaçlarını karşılamadı mı? Ekonomi denilince ihtiyaçların karşılanması anlaşılmalı değil mi?” diye sorardı. ‘İhtiyaçlar sınırsız.’ diyen, aç gözlü bilim adamlarının tek yapmak istediği daha çok mal satmak, daha çok kâr elde etmek…
Kardeşimin sorgularına fazlaca kafa yordum diyemem öğrenciliğimde. Değiştiremeyeceğim şeylerin peşine düşmeyi bir risk olarak okuyordum açıkçası. Söz konusu olan hayatımdı, geleceğimdi. Ve geleceğimi riske atamazdım. Açıkçası kurulu düzenlere alışkındım. Belirsizlikler ve arayışlar bana göre değildi. Söz gelimi öğrenci evlerinin olumsuz şartlarıyla boğuşmaktansa yurtta kalarak geçirmiştim öğrenciliğimi. Okulum bittiğinde ailemin aracılığıyla eşimle görüşmüştüm. Komşu köyümüzdendi. Babası Almanya’dan işçi emeklisiydi. Okuduğum okulda ‘siyasal’ okumuştu. Benden iki dönem öndeydi. Öğrenciliğim sürecinde birkaç kez hemşeriler toplantısında karşılaşmıştık ama evlilik fikri ikimizden de çıkmamıştı. Aileler uygun bulmuştu bizi birbirimize. Uzaktan da olsa tanışıyordular eskiden beri. Aynı okulda okuyor olmamız bu fikri doğurmuş olmalıydı. Büyük şehrin kirliliklerine bulaşmadan öğrenciliğini bitirmişti. Ağırbaşlı bir kişiliği vardı. Az konuşup, çok kitap okumasıyla meşhurmuş çevresinde. Sabit bir yapılanma içinde bulunmamıştı, herkese eşit mesafedeyim, diyordu. Yapabileceğim en risksiz evlilikti. Kültürel kopukluklarımız olmayacaktı. Aynı memleketli olmanın, tatilleri ailemle aynı yerde geçirmenin avantajlarını kullanabilecektim. Dış işlerinin memuriyetini yeni kazanmıştı. İyi bir mezuniyeti vardı ve saygın bir memuriyeti olacaktı. En önemlisi de ailemin onayladığı bir damat adayıydı. Her şey çok kolayca ilerledi evlenme sürecimizde. Tayinimin Ankara’ya çıkabilmesi için düğünden önce resmi nikâh yapıldı. Düğünden birkaç hafta sonra Kızılay civarında bir okula atamamın yapıldığını öğrendik.
İlk yıllarda eşimin mesaileri düzenliydi. Tatil günlerinde eşimle dolaşırken ben bu şehirde hiç yaşamamışım diyordum. Kız kısmı çok dolaşmaz derdi annem, sahiden dolaşmamışım 5 yılda bu şehirde. Zaten ders çalışmaktan başka bir uğraşım olmamıştı öğrenciliğimde. Okul ve otogar dışında hiçbir yeri öğrenememişim. Memuriyette adaylığımızın kaldırılışına sevinip kutlayacak kadar kaygısız yaşıyorduk. Öğretmenliğe başladığımda biraz sıkıntıya girmedik diyemem. Yıllardır başörtümü hiçbir ortamda çıkarmamıştım. İlk gün eşimle gitmiştik okuluma. Müdür, “Sizi bu kıyafetle derslere sokamayacağımızı biliyorsunuz herhalde!” dediğinde eşimin yanında ezilip küçüldüğümü hissetmiştim. Derslere başım açık gireceğim derken, eşimin itiraz etmesini “Yürü gidelim.” demesini beklemedim desem yalan olur. Memuriyetin belirli kurallar içinde yapılacağını daha baştan kabullenenlerdendi eşim de. Evrakları verip çıkarken, “İstersen başını açma, özel sektörde başka seçenekler bakarız. Olmazsa çalışmak zorunda değilsin.” dedi ya; yumruğunu masaya vurup, “Başını açmana izin veremem!” deseydi itiraz edemeyecek kadar itaatkârdım aslında.
Başörtümü okula girdikten sonra çıkararak sekiz yıl öğretmenlik yaptım. Liseli öğrencilerle uğraşmak hiç kolay olmadı tecrübesiz yıllarımda. Öğrencileri anlayıp, öğretmenliğe adapte olduğumda dünyaya geldi ilk kızımız. Ücretsiz izinle bir yaşına kadar ben baktım kızıma. Bakıcı ve kreşlerle dört yaşına geldiğinde ikinci kızım da katıldı aramıza. Eşimin işyerinden izin alması zordu. Gece yarılarına kadar süren toplantılar, yurtiçi-yurtdışı seminerleri oluyordu çoğu kere. Arka arkaya aldığı terfilere bile sevinemeyecek kadar zorlu zamanlardı benim için. İki çocuğumla yalnız bir hayatın içine yuvarlanmıştım birdenbire. İnce ruhlu bir insandı eşim. Gittiği her yerden bizim için getirilecek paketleri olurdu. Hep aklımdasınız derdi, yanımda olsaydı her işte yardımıma koşardı belki. Fakat işleri yüzünden çok az görüşebiliyorduk. Yorgun ve bitkin düşüyordum bunca sorumluluğun içinde. Alerjik astım nöbetlerinden dolayı sık sık acile taşıdığım büyük kızımın yanında kucağımda taşıdığım küçüğü de olurdu.
Beş ve bir yaşında iki çocuk annesi iken dönmüştüm öğretmenliğe. Eve gelen bakıcının çocuklarıma nasıl davrandığıyla ilgili endişelerim beynimi bir kurt gibi kemirip duruyordu. Çocuklarıma bıraktığım yiyecekleri akşam yemediklerini görünce kahroluyordum. Hırçındı ikisi de. Sık sık hastalanıyorlardı. Akşam eve geldiğimde kucağımdan inmek istemiyorlar, evimin işlerini yapmama izin vermiyorlardı. Öğlenleri ve boş ders aralarında eve gidebilmek için okuluma yakın bir ev tuttuk. Tam düzenimi kurdum derken bu sefer evime uzak bir okula görevlendirildim. Üç ay dayanabildim bu tempoya. Sabahın alacakaranlığında evimden çıkıp akşamın bir vakti eve dönmek çok ağır geliyordu. Eşimin yurt dışı seyahatleri arttıkça evin bütün ihtiyaçlarını temin görevi de bana düşmüştü. Bir şubat tatilinde büyük kızım yine tıkanınca gecenin üçünde hastaneye iki çocuğumla gitmek durumunda kaldım. Geceyi çocuklarımla hastanede geçirdim. Eşimin seyahati uzun sürecekti. Kayınvalidemle kayınpederimi acilen Ankara’ya çağırdım. Okul başladığında kayınpederim çalışma tempoma ve çocukların durumuna tanık oldu. “Kızım” dedi “Bu böyle olmaz. Eskiden biz çalışırdık, hanımlar, evimize, çoluk çocuğumuza sahip çıkardı. Şimdi zaman değişti, kocan yurtdışında, sen şehrin öteki ucunda, küçücük çocuklar elâlemin ellerinde anne baba yolu gözlüyor. Evinizi ben alacağım. Kira vermeyince geçinir gidersiniz. Sen otur çocuklarına bak.” Kaynanam büyük kızım doğduğundan beri işten ayrılmamı salık veriyordu zaten bana. Kayınpederimin güven veren konuşmasına binaen eşimle istişare bile etmeden istifa etmeye karar verdim. O döndüğünde alabileceğimiz ev seçeneklerini bile belirlemiştik. Eşimin işine yakın bir ev aldık ve taşındık. Zamanımı evime ve çocuklarıma harcamak daha mutlu kıldı beni. Tüm işleri zaten ben yapıyordum. İlaveten bütün gün en az babalar kadar bir de dışarıda performans harcıyordum. Mesai saatlerini ayarlayan ben değildim. Yıllarca sabah uykusuna hasret kalmıştım. Çoğu zaman çocuklarımın başında uykusuz sabahlar, sonra okula yetişmeye çalışırdım. İşten arta kalan zamanlarda evimin ve çocuklarımın ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordum. Ütülenecek gömlekler, yıkanacak çamaşırlar, çocuklara verilmesi gereken ilaçlar bölüyordu derslerimi. Kimyasal bağlar çamaşır iplerine, tepkimeler çocuklarımın besin maddelerine dönüşüveriyordu zihin dünyamda. Kimi zaman yazı tahtalarına yansıyordu çocuklarımın soluk benizleri. Ve artık bu hayatın yükünü taşımakta bir tek ben değil, çocuklarım da zorlanıyorlardı. İstifa sonrası evdeki istikrar tüm hayatımıza yansımıştı. Büyük kızımın astım nöbetleri azalmış, çocuklarımın yanaklarına renk gelmişti. Yıllar sonra ilk kez okumak üzere kitaplar satın almıştım. Namazlarımı aksatmadan kılmaya başlamıştım en önemlisi. İstifa ettiğimi yaz tatiline kadar anneme söylememeyi planlamıştım. Çocuklarımın sağlıklı halini gözüyle görürse beni takdir eder diye düşünüyordum. Fakat benden önce kaynanamdan aldığı haber, annemi öfkelendirmiş, yıllarca bize verdiği emekleri boşa çıkardığıma hükmetmişti.
Annem ve kayınvalidem aynı kültürün içinde yoğrularak yetişmiş akranlardı. Her anne gibi oğlunun rahatını istemiştir kaynanam istifa etmemi isterken. Bana ve çocuklarına dair endişe ve gerilimi azalacak, gözü arkada kalmadan işine sarılabilecekti oğlu. Ancak bir tek eşim değildi rahat eden. Çocuklarım ve ben de daha sağlıklı bir hayatın içine açmıştık gözlerimizi. Vücudumdaki uyuşmalar geçmiş, mide ve baş ağrılarım azalmıştı. Çocuklarına düşkün kadındı kaynanam. Olağanüstü beklentileri yoktu gelinlerinden. Geçimsizlik yapmamamızı, Ankara’ya yolu düşen yakınlarını iyi ağırlamamızı, memlekete gittiğimizde de hep yanında kalmamızı isterdi. “İki adımlık yerde dünür evinde mi kalınırmış, gün içinde gidin görüşün, akşam olunca dönün.” derdi. “Sen de annenle kal istersen.” demezdi. Benim de bir ana evladı olduğumu onlar düşünsün isterdim. İçlenir ve gerilirdim, ama sorun çıkmasın diye büyütmezdim. Annem öğretmişti el evine varınca oraya uyulacağını bize. Bana karşı son derece iyiydi davranışları. Annemin ve benim duygularımıza empati kuramasalar da hatırı sayılır insanlardı eşimin ailesi. Annem incelikten yoksun ve bencil olduklarını söylerdi sık sık. “Üç kuruş paraları var diye burunları Kaf dağında!” derdi. Kayınvalidemin bize dair verdiği her haberde bir ima arardı. Eşimin başarılarıyla övüldüğüne, benim ise kendisinden farksız bir konuma itildiğime kanaat getirir bu durumu hazmedemezdi. “Sen de otur Ankara’da kaynananın gelenini ağırla, gidenini uğurla.” derdi. Bizi koca eline bakan kızları olmasın diye okutmuştu. Sonraki yıllarda hiç bitmedi bana olan kızgınlığı/kırgınlığı annemin. Bir an önce çocukları okula yollayıp yeniden öğretmenliğe dönmemi istiyordu. Evimde kurduğum düzeni bozup yeniden şu koca şehrin hengâmesini yüklenmek bana zor geliyordu. Yeniden sabah ayazında mesaiye yetişme telaşına düşmek istemiyordum. Zaten evde yapılacak yığınla işim vardı. İnsan doğasına aykırı bir durumu normalmiş gibi kabullenmek istemiyordum artık. Hayatın her döneminde farklı sorumluluklarımız vardı. Anneydim, bu sorumluluğumun üstüne eklenecek yükleri kaldırmak zorunda hissetmiyordum kendimi. Eğer farklı sorumluluklar üstleneceksem, asli görevlerimi en az benim kadar sahiplenecek birinin yardımına ihtiyacım vardı. Ve bu şehirde buna dair yardım alacak kimsem yoktu. Biraz da annemin yeniden işime dönme beklentisi bitsin diye istemiştim oğlumu. Üç çocukla koca şehrin karmaşasında çalış diye tutturmaz sanıyordum. Fakat oğlumdan sonra daha da artmıştı sitemleri.
Yıllarca eğitimle ilgili olanlar dışında elime kitap alamamıştım. Oğlum bu yıl kreşe başlamıştı. Yenilerde düşünce kitapları da alabiliyordum elime. Kardeşimin yıllar önce okumamı istediği ancak benim oku(ya)madığım Sistem İçinde Kadın’ı okuyordum. Batıcı/Elit Kadın, Yoz/Nesne Kadın, Tüketici/Boş Kadın, Gelenekçi Kadın, Aydın Kadın, Aydın Müslüman Kadın ve işleyip giden sisteme verdikleri tepkiler… Kendime ait bir sığınak arıyordum konu başlıklarında. Ayla’yı düşündüm bir an. Az konuşmamıştı benimle. Sanki bir parça kırgın ve buruktu bana karşı. Kendi kabuğumu kıramamışlığımı kabullenmişti zamanla. Kaygılarımı yersiz, koşturmalarımı anlamsız bulduğunu hissediyordum. Doğrularını sahiplenmemi ve ardını sağlamlaştırmamı beklemişti benden. Önünde Musa olmamıştım. Harun’u olmamı dilemişti ardından. Onu da yapamamıştım. El yordamıyla aradığı yollarda pek çok doğruya ulaşmıştı. Ve inandığı bir hayatı yaşamanın koşturmacasını sürdürüyordu. Yıllardır okuyor, biriktiriyor, konuşuyor, çırpınıyor, uyarıyordu. Ve en önemlisi inandıklarıyla farklı bir yaşama ideali olduğunu kabullendirmişti herkese. Çocuklarıyla, eşiyle, çevresiyle hatta eşyalarıyla kurduğu ilişkisi itidalliydi. Ruh dünyası dingin ve yaptıklarından emindi. Ben ise engin denizlerdeki biri diğerinin kucağına fırlatan karanlık dalgaların ortasına doğmuş gibiydim. Huzursuzluk duyduğum hiçbir şeyi değiştirmeyi düşünmeden sabırla her yere yetişmeye çalışmıştım bunca zaman. Dünya dönüyor, savaşlar oluyor, insanlar ölüyor, nice hesaplar dönüyor, benim kılım kıpırda(ya)mıyordu. Evimdeki düzeni korumaktan, misafirlerimi iyi ağırlamaktan, gittiğim yerlere eli boş gitmemekten, her ortamın belirlenmiş davranış kalıplarını titizlikle sahiplenmekten öteye geçemeyen bir hayatı sürdürme oyunuydu benimkisi. Hâlbuki bu hayatta benim de bir renk tonum vardı ve hiçbir yerde bir iz bırakamadan göçüp gidecektim dünyadan. Ardımdan kötü insan diyemezdi kimse. Bilerek kimseye haksızlık etmemiştim. Çocuklarımı kötü eğitmemiştim. Temel ahlaki normları, yardımlaşmayı ve doğruluktan ayrılmamayı işlemeye çalışmıştım beyinlerine. Kur’an okumayı ve İslam’ın şartlarını öğretmiştim hepsine. Kutsal geceleri özel kılmak için onlara cazip gelecek programlar bile düzenlerdim. Artık namazlarım da düzenliydi. Bunca açıklığın içinde kıyafetim de mütesettir sayılabilirdi. Ama hiçbir şeyin doğru yürümediği bir toplumda nasıl dosdoğru olunabileceğini ben de bilmiyordum. Doğru olana doğru tepkiler vermek zor değildi ama yanlış olana doğru tepki nasıl oluşturulabilirdi, gerçekten bilmiyordum. Şairin yolun yarısı diye tanımladığı yaşımı da bırakmıştım ardımda. Bunca yıllık ömrümün hayırdan yana ne kazandığını kendime soramayacak kadar meşgul bir hayat sürmüştüm. Namazlarımı aksattığım olduysa da terk etmemiştim. Peki, kıldığım namazların, tuttuğum oruçların diriliğini yansıtacak bir hayatım neden yoktu? Omzuna yaslanıp ağlayacak bir dosta her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyordum şimdi. Yapayalnızdım. Uzun zaman el sürülmediği belli olan Kitab’a gitti ellerim. İlk sayfasına “Asra andolsun ki, insan(lar) ziyandadır…” (103/1–2) “Ayla ziyanda olmamanız için hep duacınız olacak!” notu düşülmüştü. Usulca karıştırdım sayfaları… “De ki: Dua ve yönelişiniz O’na olan inancınız için değilse Rabbim size niçin değer versin?” (25/77) diyen ayetlerde gözyaşlarıma karışan tövbelerimin kabulünü diledim Rabbimden. Sonsuz bir kapı aralandı önümde ufka doğru. Ne çocuklarımın bağırışları, ne şehrin telaşlı akşamlarının gürültüsü ulaşamıyordu yüreğime…