İslami kuruluşların beş somut talep üzerinden başlattıkları kitlesel basın açıklamaları süreci muhafazakâr medyanın görmezden gelme tavrı bir yana, çeşitli medya mahfillerinde yankı buldu. Çok doğal olmak kaydıyla yankının aksettiği alan diğer dördünden ziyade “Andımız” olarak adlandırılan “yemin metni” oldu.
Kılıç Ali'nin oğlu Altemur Kılıç'tan Avrasya Eğitimciler Federasyonu Genel Başkanı Şuayp Özcan'a, Yeni Çağ gazetesinden Güneş'e, Rıza Zelyut'tan Günboyu gazetesi yazarı Ramazan Durmuş'a kadar Kemalist reflekslerin harekete geçtiği gözlemlendi. Mezkûr kesimlerin “başörtüsü yasağının kaldırılması”, “kesintisiz eğitim”, “anadilde eğitim” gibi artık kulakların ve zihinlerin alışageldiği(!) tartışmaları bir kenara bırakarak, “ant” meselesine odaklanmaları manidardı. Manidardı; çünkü reflekslere bakıldığında milyonlarca genci ilgilendiren eğitim alanındaki özgürlüklerin talep edildiği eylemliliklerde sadece “ant” meselesine odaklanmanın birkaç farklı arka planı vardı.
Bunlardan ilki milyonlarca genci ilgilendiren diğer dört konuyla alakalı olarak bu kesimlerin kulaklarının üzerine yatmış olmalarıydı. “Yobazlaaaar!”; “Bu da mı gelecekti başımızaaaa?” şeklinde sürmanşet sızlanma ve hakaretler sarf ederlerken, atladıkları dört konuda yıllardır insanların başına nelerin geldiği, on yıllardır çekilen toplumsal işkenceler, dayatma ve hukuksuzluklar sanki anlaşmışlar gibi hiçbirinin gündemine girmemişti. Oysa bu konuların temelindeki tartışmalar çağdaş hukuk normları, düşünce ve ifade özgürlüğü, temel haklar gibi ağızlarda sakız edilen ilkelerin tam da merkezinde yer almaktaydı. Ama onlar birkaç gün boyunca bozuk plak gibi “Andımız” konusunu işleyip durdular.
***
Bir türlü anlayamadıkları meselelerin ikincisi de şu idi: Adı üstünde “Andımız”. Yani “Andımız” diyenlerin andı. “Andımız” demeyenlerin, “Tamam andınız sizin olsun, sabah akşam tekrarlayadurun ama bize dayatmayın!” diyenlerin andı değil! Yani kendilerini Kemalist hissedenlerin yemin metnine “Andımız” demelerine hiç kimsenin bir itirazı yoktu. Nasıl ki Hinduların ineklere atfettikleri değerlere -katılmasak da- onları rencide edecek bir sözümüz yok ise tıpkı bunun gibi Kemalistlerin ant olarak icat ettikleri ve yaklaşık seksen yıldır tekrarlayageldikleri yemin metnine bu eylemleri düzenleyenlerin bu bapta herhangi bir itirazları yoktu. Tabii ki “iyiliği emr, kötülüğü nehy” gereği onlara da söyleyeceklerimiz var; “sizin dininiz size” diyene kadar Allah'ın tüm insanlığa evrensel bağlamda bahşettiği nimetleri hatırlatma gibi bir sorumluluğumuz baki; ama o şimdilik bir kenarda dursun, konumuzdan sapmayalım ki, zaten şaşakalmış zihinleri konunun odağından uzaklaştırmayalım.
Şaşkınlıklarını Kemalist refleksler eşliğinde dillendirenler şunu iyice kavramalılar ki, hiç kimsenin bunların hayatına müdahale ettiği falan yok. Sözümüz kısaca şu: Kendinizi Türk mü hissediyorsunuz, hissedin! Ama başkalarını aynı hissiyatı paylaşmadıklarında paylamaya, aşağılamaya kalkışmayın. Öyle ya metnin adı “Andımız” değil mi? Tamam biz de aynı şeyi söylüyoruz bu sizin “Andınız”. O halde Allah'ın bizlere gözler gönüller sevinci olarak bahşettiği bizim çocuklarımıza -Dikkat; bizim çocuklarımız!- hiç kimsenin zorla bu metni okutma hakkı var mı? İşte biz bu konuyu gündemleştiriyoruz. Öncelikle bu farkın anlaşılması gerekiyor. Hele önce bir düşün çocuklarımızın yakasından da sonra meselenin aslı nedir, bu andın içeriği nedir ondan sonra konuşalım.
Dinî dogmalardan insanlığın çağlar boyu ne kadar da çektiği üzerinden laiklik güzellemeleriyle dolu yazılarına alışık olduğumuz Rıza Zelyut, hayrettir ki, dogmasına dokundurtmak istemeyen bir skolastik edasıyla sarılıyor kalemine. Hadi Kılıç Ali'nin oğlunu anladık. O, babasının dönemlerinin çok ama çok gerilerde kalmış olmasına hayıflanıp, meselenin bam teline bir türlü dokunamadığı makalesinde sıkıştığı yerde sarılıyor eski lügate: "Yobazlaaaar!" diye haykırıyor. "Dogmalarımıza ne oldu? Bize ne oldu böyle? Ne güzel sindirmiştik bunları!" mealinde. Hani kapısının önünde oynayan çocuklara tahammül edemediği halde onlara sözünü geçiremeyen huysuz ihtiyarın oflaması gibi. Ya da küçüklüğümüzün meşhur İzocam reklamında yöneticiye kızıp "Yöneticimiz uyuyor muuuuu?" diye bağıran apartman sakininin durumunda olduğu gibi: "Ergenekoncular uyuyor muuuuu?" modunda yazıp, yaşantılarıyla değil belki ama düşünceleriyle sonradan Beyaz Türk familyasına dâhil edilmiş olanların, sayfiye yerlerinde "Cennet ülkem ne hallere düştü!" şeklinde yapageldikleri kahve sohbetlerinde olduğu gibi.
Ama Rıza Zelyut gibilerin önce cellâdına âşık olup, ardından cellâdının dinine biat ederek farklı kesimlerin taleplerini kraldan daha bir şevkle susturmaya çalışması ibretamiz. Cellâdın oğluyla ilmiğe geçirilenin evladını aynı düzlemde buluşturan şey sadece güce tapınçla açıklanabilir mi? Ya da mezkûr kitlenin bugün "zorunlu din dersleri" üzerinden kendisi dışındakilerle empati kurabilmesinin önünde de işte bu kraldan fazla kralcılığın olmadığı söylenebilir mi? Osmanlı'ya olan kinin sebeplerinden farklı ne yaşanmıştır cumhuriyet tarihi boyunca ki bu insanlara yol gösterenler her ikisini farklı kefelerde görüp gösterebilmişlerdir bugüne dek? Hangi korku cumhuriyetçi kadroların dogmalarına insanı bu derece yamayıp bağlı kılabilir? Ya da hangi seküler vicdan, hümanizma ya da adalet duygusu insanı dedelerinin, ninelerinin maruz kaldığı bir soykırımın hesabını sormaktan bu derece azade kılabilir? Ya da ne tür bir zihin yapısı memleketi kurtaranların(!) neden aynı memleketi defalarca kendi halklarından da kurtarmaya çalıştığının hesabını sormaktan bu kadar aciz kalıp, sistemin gadrine uğramışlarla bu derece fütursuzca uğraşabilir?
Zihni ve vicdanı “ant”larla, ulus-devlet destanlarıyla karıştırılmış olanlara tipik bir örnek teşkil etmekte Zelyut’un makalesi. “ABD gibi demokrasinin beşiği bir ülkede bile yemin var.” şeklinde bir örneğe yaslanırken dahi ünlem (!) işaretini demokrasinin ardına koymaktan da imtina etmiyor. Yani ABD karşıtlığını da elden bırakmamak adına koyduğu ünlem işareti verdiği örnekle tam bir tezat teşkil ediyor. Tam anlamıyla bir kafa karışıklığı. Üstelik eleştirdiği Müslümanların “ABD’den bize ne? Ya da iyi ya işte bak sen de ünlem koymuşsun, liberal faşizmin beşiği olan bu ülkeyi tanımlamak için, o halde neden aynı metnin bu ülke çocuklarına dayatılmasına rıza gösteriyorsun ey Rıza!” diyebileceklerini düşünemiyor. Verdiği diğer örnek de şu: “Milli devletler din adamları sayesinde kalkınmış ve yönetiliyor”muş. Zihni, tabularla öyle bulanmış ki, bu örneği neden verdiğini bile düşünemiyor. Sanki Müslüman kesimler bu talepleri dillendirse en başta kendisi karşı çıkmayacak. Ve ekliyor büyük düşünürümüz(!) Zelyut: “Milletini bırakan dinini de bırakıyormuş!” Oysa biz şöyle biliyorduk: Bu ülkenin makûs talihinde yaralar açan mesele ulusalcıların dinin yerine bu milli kimliği inşa etmeleri idi! Bununla da kalmadılar, Zelyut’un da hemşerisi ve kapı komşusu olanlardan hem dinlerini hem de etnik kimliklerini birlikte terk etmelerini istediler! İşte tarihe bu inanılmaz kafa karışıkları ve cehalet örnekleriyle bakan Zelyut gibilerin “Andımız” ve “zorunlu inkılâp tarihi dersleri”yle birlikte içine düştükleri acziyete, iğdiş edilmişliğe, fıtratı bozulmuşluğa, bu ülke gençleri duçar olmasın artık diyoruz.
“Bunlar zulüm görmemiş!”, “Bunu da mı görecektik!” tarzında başlık atan gazetelere ise sadece teşekkür ederek geçmek istiyoruz. Çünkü bu manşetlerin haricinde haber metinleri motamot Saraçhane’de okunan basın bildirisinin cümleleri. Ellerine sağlık haber editörlerinin; muhafazakâr basının görmek istemeyip geçiştirdiği taleplerimizi halkın geniş kesimlerine ulaştırmışlar. Ama şaşkınlıklarına iki çift kelam edelim de hatırları kalmasın:
“Evlere şenlik talepler” dedikten sonra basın bildirimizi haber metnine yerleştirip yorum yapmayan haber editörlerine sormak gerekiyor. Önündeki engellerin kaldırılması talep edilen ve yıllardır bir zulüm mekanizması olarak işleyen süreçlerin hangisi evlere şenlik? Neden iki satır da olsa ciddi, elle tutulur bir yorum yok? Çünkü yıllardır “evlere şenlik” değil, “ülkeye yas” getiren bu yasak ve dayatmaların hiçbir iler tutar yanı yok da ondan. Bunu itiraf etmek o kadar da zor değil aslında. Bırakın “Tek Adamcılık” oynamayı da itiraf edin; nefsinizi rab edinmenizi sağlayan totaliter, baskıcı, ırkçı ortamların zedelenmesi sizlerin ve bürokratik oligarşiyi oluşturan efendilerinizin çıkarlarını yerle bir edecek, halkın bugüne dek uyutageldiğiniz kesimlerinin de bu konularda bilinçlenmesi son kullanım tarihinizin üzerindeki pası da silip süpürecek, değil mi?
Bu türden yazılara imza atanlardan biri olan Günboyu gazetesinden Ramazan Durmuş’a değinmezsek içimizde kalacak doğrusu. Durmuş, sağolsun köşesini tamamen bizim basın bildirimizle doldurduktan sonra Akif’in İstiklal Marşı’ndaki “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” dizelerine sarılmış, bizim gibilerle mücadele azminin derecesini cümle âleme bildirmek için! Tarihe dönüp baktıklarında bile temiz adam bulamadıklarından, Akif’e sarılmak zorunda kalışları da manidar. Hani şu “Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne, acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne” dedikten sonra yaşadığı coğrafyadan hicret etmek zorunda kalan ve uzak diyarlarda yalnızlık, buğz ve küskünlük içerisinde ölüme terk edilen Akif.
***
Meselenin bir üçüncü boyutu da "Andımız" denen ucube metnin içeriği. Eğer bizim çocuklarımıza zorla tekrarlatagelme faslını yeterince anlatabildiysek, gelelim bu fasla. Biz sadece kendi çocuklarımızdan sorumlu değiliz. Ve küçücük zihinleri iğdiş eden; evrensel fıtri değer ve güzelliklerden uzak; bir siyasal kimliğe sahip olmanın insanı dünyada en çok mutlu etmesi gereken bir olgu olduğunu, bizi diğer yaratılmış halklardan farklı kıldığı ırkçı iddiasıyla faşizan bir biçimde dayatan; bizim gibi beşer olan bir kişiye -hâşâ- uluhiyyet atfedip Allah'a ait olan varlığımızın bu tekil ve bu dünyadan göçmüş bir şahsa (ya da ulusa) ait kılınması gerektiğini düşünme melekelerini dumura uğratırcasına tekrarlatmak, bizim dünya görüşümüze ve Allah'ın yasalarına tamı tamına zıt anlamları ihtiva etmekte! Değil mi ki, ayet "Biz Allah içiniz..." yani "O’na aidiz." bilincini kuşanmamızı emretmekte.
Bir ülkeyi -velev ki- kurtarmış olmak, bizim inancımıza göre kişilere değil, Allah'a atfedilmesi gereken bir meziyet. "O oku sen atmadın, Allah attı..." ayeti bunun bizim tarihimizdeki basit bir göstergesi. Bu da yetmez; çünkü kurtarıcılar(!) edebiyatı üzerine kurulmuş bir cumhuriyete bu destan üzerinden biat et(tir)mek, bugüne dek yapageldiklerini olumla(t)mak, halklarına çektirdiği ızdırapların, onları değerlerinden ve kurumlarından uzaklaştırma çabalarının üzerini örten bir kimliğin aşılanmasıdır söz konusu olan. Mesele sadece yemin meselesinin kökten sorunlu olması ya da metnin içeriği değil, o metne yüklenen tarihî anlamlardır. Zaten İslami kesimlere hakaret ettiren ve onların taleplerine itiraza sebebiyet veren zihin yapısının şuur altında da bu husus yer almaktadır. Bize basit ve saçma görünen bir metnin, onların şuuraltında yerleşke edindiği konu metnin tarihten tevarüs eden ilahi-manevi yönüdür. ("Atatürk bu millete Allah'ın en büyük lütfüdür!" mistik savunusunda olduğu gibi) Anlayamadıkları nokta ise şudur: Bu maneviyatı besleyen tarihî anlatılar ilk elden sorunludur sorunlu olmasına -onlar bu itirazı kabullenmeseler de- ancak daha da önemlisi bu manevi iklimi dayanak kılarak oluşturdukları paradigmaya ve bu paradigmadan sadır olan pratiklere sadakatin talep edilmesidir. İşte bizler, yani İslami kesimler, bu taleplerimizle sadece bu büyü bozumuna yol açmış olmuyoruz. Buradan doğacak boşluğun ancak bizler tarafından doldurulabileceğinden, yani Rabbimizin tüm insanlığa bahşettiği fıtri güzellikler, basiret ve hikmete dayalı evrensel değerlerin onların şuuraltındaki ezberleri bozacağından ve böylelikle nesiller üzerinde gereğince etkide bulunamayacaklarından, atalarından devraldıkları kutsalların yerle yeksan olacağından korkuyorlar. Gerçeklerden, mutlak hakikatlerden ve bunların yaygınlaşması sonucu ayak takımı olarak gördüklerinin baş olacağı bir toplumsal dönüşümün makes bulacağından endişe içerisindeler.
Kısacası çok da haksız değiller kendi cephelerinden bakıldığında. Eğer insan nefsinin kendisini rab edinmesi, atalar dinine sorgusuz sualsiz uyması, dilediğince ve keyfince yaşayabilmesi meşru, kabul görür, rahatsız edilmez kılınmış olsaydı tarih boyunca, ne Kılıç Ali'nin suikast hikâyelerine gerek kalırdı ne de önce gayrimüslimlerle başlayan, ardından Müslüman tebaayla devam eden katliam ve sürgünler tarihine. Onca zulmü meşru gören, onca sözü, düşünceyi, hakkı hakikati hiçe sayan bu zihin yapısının "andına" dokunduğunuzda bu kadar feryada girişmesinden daha doğal ne olabilirdi ki! Bugün "ant" yarın başka bir talep. Tespit doğru; çünkü o kadar cahilane, batıl, hadsiz hudutsuz, haksız hukuksuz, birikmiş dogmalar ve pratikler tarihiyle hesaplaşmadan, yani sarp yokuşa tırmanmadan kolaylıklara, birr'e, iyiliklere, rahmete, adalete, tevhide ulaşabilmek mümkün değil.
Ne anlatmak istediğimizi, nereye varmak istediğimizi düşmanca değil de aklıselimle kavramaya çalışanlara daha söyleyecek çok sözümüz var; ancak şu süreçte derdimiz Kel Alilerin, Kılıç Alilerin torunlarını ikna etmek değil, Allah'tan görmeden korkanları uyarabilmek, sözümüzü onlara ulaştırabilmek, onları ve çocuklarını mahşer gününün o gözleri yuvalarından eden akıbetinden uzaklaştırıp esenliklere kavuşturabilmektir. Bunun da yolu bu konularda "iyiliği emr ve kötülükten nehy" çabalarından, örgütlülüklerin yaygınlaşmasından ve nihayetinde Rabbimizi razı etmekten geçiyor.