Gerek yazarı gerekse ismi sebebiyle içeriden yazıldığı ilk bakışta fark edilebilen bir roman, Bizi Ayıran Duvar. İslami kimliğinden dolayı üç yılı aşkın bir süre tutuklu olarak cezaevinde kaldıktan sonra dört ay önce tahliye olan Gül ASLAN'ın ilk romanı. Romanla ilgili akla ilk gelen beklenti, son üç yılın 'içeriden' değerlendirilmesiyle karşılaşılacağı şeklinde olabilir. Ancak daha ilk satırlar böylesi bir beklentiyi gidermeye dönük bir romanla karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor.
Yaşadığımız son üç yıllık zaman dilimine tanıklık edecek kimi ifadeleri içinde barındırıyor olsa da yazarın cezaevinde kaldığı süre zarfında geçirdiğimiz süreç, romanın merkezinde yer almıyor. Roman biri İslami kimlikli siyasi bir tutuklu, diğeri eroin bağımlılığından kurtulmaya çalışan bir eroinman olan iki genç kadın arasında zaman ve mekandan bağımsız olarak yeşeren ve kısa zamanda hızla derinleşen dostluk ilişkisi üzerine kurulmuş. Romanın başlıca iki kahramanından biri olarak görülen yazar, kendini ikinci planda bırakarak, diğer kadını ön planda tutmayı tercih etmiş. Olaylar bu eroin bağımlısı kadının dilinden aktarılmış okuyucuya.
Ayrı koğuşlarda ve ayrı dünyalarda yaşayan iki kadın onları ayıran duvarın iki yakasında önce birbirlerini tanımaya başlıyorlar. Kapı altı mazgallarından ve pencere kenarlarından birbirlerinin yüzünü görmeksizin başlayan diyalog kısa zaman içinde sevgi bağı temelli bir dostluğun başlangıcı oluveriyor. Yazarın romandaki en önemli vurgularından biri, iki koğuş arasındaki duvar üzerine yoğunlaşıyor. Sadece cezaevinde değil dışarıda da insanları birbirinden ayıran duvarlara sahip olduğumuzu fark ettirmeye çalışıyor yazar. Hakikatten uzaklaşmış bir toplumun kurbanı olan' insanlarla hakikat üzre olması gereken müslümanlar arasındaki irtibatsızlığı, iletişimsizliği ve bunun sonucunda aralarında oluşan görünmez duvarları anlatıyor bir yandan. Ve biraz da ince bir duyarlılıkla bu duvarları delip geçmenin, sevginin ve çıkarsız dostluğun gücüyle mümkün olabileceğini ifade etmeye çalışıyor. Kitabın ana konu örgüsü işte böylesi bir dostluğun inşa sürecinden oluşuyor diyebiliriz.
Cezaevine gelmeden önce sürekli kendisine kötü bir şey söyleyecekleri korkusuyla çarşaflı kadınlardan çekinen, haber bültenlerinde sürekli kötülenen müslümanlara karşı antipati besleyen eroinman bir kadın olan Çiğdem, önceleri sadece avludaki duvarın iki yanında birbirlerini görmeden top oynadıkları başörtülü siyasi tutuklu Bahar'a karşı bir yakınlık duymaya başlar. Kendinden yedi yaş küçük olan genç kadının duyarlı, sıra dışı, sabırlı ve azimli tutumu onu derinden etkiler. Gardiyanların ve adli koğuştaki diğer mahkumların bu yakınlaşmadan duydukları rahatsızlık ve onları ayırmaya çalışmaları, ikisini daha da birbirine bağlar. Baharda bulduğu sıcaklık ve güven, dramatik bir aile faciası sonucu kendini eroine veren Çiğdemin kendi içinde bir keşif ve uyanış yolculuğuna çıkmasında en büyük desteği oluşturur.
Onları ayıran duvar artık hiç bir anlam ifade etmemektedir. Bu noktada yazarın önemli vurgulardan birinin, özgürlük anlayışı üzerine olduğu söylenebilir. İki kadın sadece aralarındaki duvarı değil, cezaevinin duvarlarını da aşmışlardır adeta. 'Özgürlük kendimi bulabildiğim, kendim olabildiğim yerdedir' der Bahar. Mekanlara anlam katanlar insanlardır. Yani içerideyken dışarıda' olmakta, dışarıdayken içeride' olmakta insanın elindedir. Cezaevi ikisi için sanki bir kız yurdudur artık. Hatta Bahar dostunu zor günlerde yalnız bırakmamak için tahliyesinin gecikmesini dahi ister. Çiğdem'in kendini keşif yolculuğunda İslam'a ilgi duymaya başlaması ve bu yöndeki konuşmalarıyla daha da anlamlı hale gelen dostlukları, gerek gardiyanların gerekse adli koğuştaki diğer 'kader' mahkumlarının engelleme çalışmalarına rağmen, 'iki dağdan akan iki hırçın suyun bir kavşakta buluşması' misali gitgide derinleşerek akar gider.
Özellikle ilk sahifeleri itibariyle gerilimi düşük, sıradan bir 'ihtida' romanı ile karşı karşıya olma endişesi doğuran kitap, ilerleyen sayfalarda özgürlük, dostluk, toplumsal duvarlar altında yaşanan trajediler ve yaşama direnci üzerine söyledikleri ile böylesi bir sınıflamaya dahil edilmesinin haksızlık olacağım açıkça belli ediyor.
Romanda dikkat çeken bir başka husus, özellikle Bahar'ın cezaevindeki şartlara karşı direnci, sabrı ve ümitvarlığı olarak gösterilebilir. Dışarıdaki birçok müslümanın, ümitsizliğin girdabına kapıldığı, ruhsal çöküntü yaşadığı bir süreçte, 'içeride' olmasına rağmen, direncinden ve umudundan hiç bir şey kaybetmeyen Bahar, bu yönüyle belki de romanın en önemli mesajını vermekte. Edebiyatın 'bunalım takılışın' ifadesi olarak algılandığı bir dönemde, Bizi Ayıran Duvar, farklı bir boyut getiriyor okuyucuya. Sanatın sadece bunalımdan değil, çoşkudan da beslenebileceğini kanıtlıyor adeta.
Bu arada romana hakim olan izleğin, farklı yorumları da beraberinde getirebilecek bir vasfa sahip olduğunu da eklemek mümkün. 'İflas edebiyatı'nın ardından çökkün bir ruh haliyle geçmişi kıyasıya eleştirme ve ondan tümüyle sıyrılarak farklı -daha çok da bireysel- çözüm yolları bulma eğiliminin yazarı etkilediği düşünülebilinir. Ancak romanın temel izleği olan, duvarların ardında kalanlara karşı ilgisizliğin bu insanları iyice uçuruma ittiği vurgusu ve duvarları aşmada en etkin gücün sevgi olarak sunulması, daha önce de belirttiğimiz gibi yazarın ince duyarlılıklarının da katkısıyla ortaya çıkan 'içeriden' bir haykırış olarak değerlendirilmeye daha müsait gözükmekte.
Roman boyunca, başörtüsü sorunu, yargının siyasallaşması gibi konulara yapılan atıflar, yazarın öteki ile duvarları yıkarken, kendi içinde yeni duvarlar oluşturma gibi bir zaafla malul olmadığını sezdirmekte. Zaten böylesi bir girişim, oldukça traji komik kaçardı. Bizi toplumun farklı kesimlerinden ayıran şeyin, ne olduğunu düşünmenin sonucu, kendi içimizde duvarlar oluşturmaya varmamalı şüphesiz.
Bizi Ayıran Duvar, dil ve roman tekniği açısından çok iyi bir düzey yakalayamamış olmasına rağmen, yalın ve akıcı anlatımıyla, dostluğun, özgürlüğün, inadına yaşamanın ve 'bizi ayıran şeyin' gerçekte ne olduğu üzerinde yeniden düşündürttürecek bir içerden roman hasıl-ı kelam.