İki tevhid erine Macide ve Özlem'e...
Çığlık çığlığa bir öykü yazmak istiyordum Macide.
Kaç zamandır düşünü görüyordum. Fakat ne denli karmaşıktı her şey. Öykünün başını tuttursam sonu gelmiyordu. Sonunu tasarlasam giriş yapamıyordum. Hep yarım kalan bir şeylerin çıkmazında, yaralı bir yürek açmazında kayboluyordum. İçimde ırmaklar kabarsa da cümleler elimin altından kaçıp gidiyordu. Aşkı tuşlarken taş, selam derken elem yazıyordum. Sonra sıkıntılanıyordum. Harflerin ihanetine uğramak ne acıdır, ah bilemezsin!
Vakit daralıyordu. Bizim olmayan hiçbir şeyin bizim, bizden, bizimkiler yaftasıyla önümüze sürüldüğü şu keşmekeş devranda bizi anlatmak öyle zordu ki... Her seferinde besmele çekiyordum... Bu sefer diyordum, bu sefer... Yıldızların içimize aktığı, dağlarına güvercinler saldığımız, uğruna şarkılar, şiirler yazdığımız, yaban eli değmemiş o mübarek ülkelere, şehirlere, mevsimlere git... Git ki her gün biraz daha flulaşan benliklerimize cemre düşsün. Haramilerin uykuları bölünsün. Biz olmanın güncesi tutulsun, biz kalabilmenin formülü bulunsun. Geceler duamızın, gündüzler alın terimizin şahidi olsun... Git ki...
Fakat bitkisel hayatta gibiydi ruhum... Cümlelerin yarım kaldığı öykülerin içinden geçmek miydi gitmek, sulusepken yağmurlarda ıslanmak mı? Ütopyaları için yola çıktığını itiraf ederek geriye dönenlere inanmak mı? Ağlamak mı acıyarak, acınarak... Aşka kulaklarını tıkamak mı? Yüreğini susturmak mı? Neydi gitmek sahi... Nereye gidiyorduk biz? Yola çıkarken kimdik? Yolun ortasında kim? Hedefe varanı hiç görmedik diyenler kimdi Macide? Umudu bir yakamoz gibi göğsüne yerleştirenler kim? Biz miydik Fussilet 33'e inananlar... Rabbin ayetlerini muska gibi yüreğine takanlar. Sahi biz kimdik Macide? Ötekiler kim?
Sessiz, ıssız kimselerin olmadığı bir vadide şafağa koşmaktan ibaret olsaydı her şey bunca soruya sorguya ne gerek vardı dostum. Okul sıralarında hatıra defterlerimize yazdığımız dikenli, inişli çıkışlı uzun ince yollardan da çetrefil bir hayat varsa önümüzde, cennet varsa, cehennem varsa hepsinden önemli; kim olduğumuzu, nereye gittiğimizi, bilmeliydik tabii! Kolay olana değil, zora talip olmamız istenmişti bizden. Dünya, gözümüzde munis kıpırtılarla salınan bir deniz olsaydı yalnızca, hırçın dalgalarla devinen bir okyanusta hayatla yüzleşmekten korkmayan bedirhanlar olamazdık ki. Ruhlarını ölmeden bedenlerinden kovan, başının, elinin, kolunun, ayağının, bacağının hamalı, aynı zamanda dünyanın kralı milyonlarca insan, metrekareye düşen yüz binlerce ölü içinde, Allah'ın boyasıyla boyananlardan sayılamazdık...
En güzeli biz olmanın gayretiyle sürgün tadında yol alırken o ölgün metrekareler arasında, tebessümümüze tebessüm, bakışlarımıza sevgi, sözcüklerimize özümüzü sunan çehrelerle rastlaşmak; İyiliği, şahitliği çoğaltmaktı... Bir nefes kazanmışsak o gün, bir kıpırtılı yürek, birer hasret ve Özlem yumağına dönen benliklerimizin bayramı sayılırdı bu. Çağ yangınlarında yitip gitmiş; mecnun, edilgen, iğdiş kimlikler arasında, saatte hızı kilometreyle ölçülmeyen rüzgârlar karşısında el ele, omuz omuza vakarla ayakta, hayatta kalabilmenin mücadele erleriydik biz. Korkuyu bir elbise gibi üzerine giyenlerden değildik. Alabildiğine özge, özgür, kadim bir çağın imgesiyle büyüyorduk. Zulüm, yirmi dört saat mesaideyken, evlerimizdeki rahat koltuklara kurulup 'bekle gülüm, belki bir gün' edebiyatına sığınanlara benzemiyorduk. Okuyor, araştırıyor, soruyor, sorguluyor, günahlarımızı göz yaşlarımızla eritiyor, ilmimizi azmimizle amelleştiriyor, bir kutlu davaya dahil olabilmenin kıvancını duyumsuyorduk. Hakk ve özgürlüklerimiz için meydanlara akıyorduk yana yakıla. O meydanlarda, ellerimiz gökyüzüne savruluyordu. Beş parmağımız, kâh özgürlüğümüzü söke söke alacağımızı haykıran yumruklara dönüşüyordu; kâh Rabbi birleyen şehadet çağrısına...
Işığımızı azaltmak için ellerinden geleni yapıyorlardı Macide. Bizi yalnızlaştırmak en kutsal ülküleriydi. Hep yalanla dolanla, şerle şiddetle almışlardı dünyanın kolayını. En umulmaz vakitlerde karşımıza dikilirlerdi... Hiç uyumaz mıydı bunlar? Acımazlar mıydı kimseye? Düşünmezler miydi önünü sonunu? Akletmezler miydi? Yoksa yalnızca görünüşleri miydi bunların insana benzeyen? Haşin bakışları, kapkara elleriyle o çocuğumuz gibi bağrımıza bastığımız, sayfalarından aşkı ve şehadeti içtiğimiz kitaplarımıza uzanırlardı hep. Umarsızca saçıp dökerlerdi, üstüne çıkıp tepinirlerdi. Ciltler ve sayfalar birbirinden ayrılır, evlerimiz harman yerine dönerdi. Yine de hızlarını alamaz; nahif bedenlerimize saldırır, çığlıklarımızı üç dakikada susturacaklarını sanır, sonra da yaptıkları matah bir şeymiş gibi alaya alır, güler, söyler, eğleşirlerdi.
Yılmazdık, kenarda köşede kalmayı, hazıra konmayı getirmezdik aklımıza. İnadına hatalarımızdan pay çıkarmayı; sabrı, duayı ve sonuna kadar mücadeleyi öğütleyen, örgütleyen öncülerimizi severdik, mühimserdik. Takipçi olmak nispeten daha kolaydı Macide; alevlenen bir ateşe odun atmak, keskin raylar üzerinde çığlık çığlığa yol alan bir lokomotife ekli vagon olmak zor sayılmazdı. Zor olan; ihtilafa, kolaycılığa, tekilleşmeye, küreselleşmeye, sinikliğe, sönüklüğe teslim olmaya meyyal nefislere göz kulak olmak, kol kanat gerebilmekti.
Sen o kol kanat gerenlerimizden biriydin Macide. Birçoğumuz asrın debdebesine, bireyselcilik akımlarına, birkaç arkadaşlık gruplaşmalara, kısa günün kârı yaklaşımlara, örfe-adete, moderne-modernizme kapı araladığımız şu hüzünlü günlerde sen başını göğe uzatmış buğday başakları gibiydin. Acıkıp-susayıp yorulduğumuzda sığınacağımız bir gölgelik! Hep bir yerlere yetişme telaşı içinde, bedenindeki kronik ağrılardan muzdarip akşam üstlerinde ya da güne başlarken bir kahvaltı saatinde çalardın kapımı. Eğer uykuluysam, gözüm tam açılmıyorsa "İstanbul'da saat onlara kadar uyunur mu, şehrin bereketini kaçırıyorsunuz" diye çıkışırdın. Utanırdım. Gece geç vakte kadar hem okudum hem de yazdım diye kurtarmaya çalışırdım kendimi. Bu gelişlerle çantana tıkıştırdığın onlarca dosya içinde, ummadığım bir saatte bana da bir dosya açman ruhumu ısıtırdı. Kentin donukluğu, kadim dost yalnızlığım, gelişinle yerini huzura, aydınlığa bırakırdı. Benim de bu şehirde, buralara alışabildin mi? Bir derdin mi var? Hafta sonu çocukları alıp Yıldız Parkı'na gidelim mi diyebilen bir ablam, bir dostum vardı işte.
Elinde bir demet mor menekşeyle, yeni çıkan bir kitapla, dergiyle gelirdin çoğuncası... Çocuklara getirdiğin sürpriz yumurtaların minik maketlerini özenle birleştirip ellerine tutuştururdun. Önüne en güzel yiyeceklerle bir masa donatsam; "zeytin, peynir, domates yok mu" diye soruşun kadar sade ve temiz hayatında bir sima olabilmek, kente ve insanlığa dair önyargılarımı, hoş görülerimi silip süpürmeye yetip artardı. Bu bir araya gelişlerle büyürdüm. İçimdeki çocuğun yerli yersiz ağlayışlarını, onu bunu suçlayışlarını susturmayı öğrenirdim. Sen bir çemberin ortasında bütün noktalara eşit uzaklıkta bir mıknatıstın bana göre... Çekim gücünle hepimizin yüreklerine dal budak sarmıştın; adın Afgani'nin deyimiyle Macide Abla'ydı. Afgani'ye küçükken soruyorlarmış: Senin annenin adı ne? O da çocuk saflığıyla en doğru cevabı yetiştiriyormuş: Babamın adı Hamza Abi; annemin adı Macide Abla... Büyük küçük, kadın erkek herkesin Macide Abla'sıydın... Şimdi ablalık kurumu en değerli elemanını kaybetti gidişinle...
Özlem'le el ele Rabbe dönüşünüzden beri yarımız, eksiğiz, içimizdeki çocuğu susturmak mümkün olmuyor Macide. Tevekkülsüzlük değil bu; ama öyle ani oldu ki gidişiniz, en güzel iki direnişçimizi yitirişimiz; yürek ağlıyor, göz ağlıyor, cihan ağlıyor. Hasretiniz gün geçtikçe büyüyor, kıymetiniz her gün biraz daha anlaşılıyor. Di'li geçmiş zamanla anlatılan hüzünlü hayat öyküleriniz, şehadeti haykıran fotoğraf karelerinizle öyle bir damga vurdunuz ki hayatımıza, şimdi sizinle daha fazla olamadığımız günlerimize, size sevgimizi tam olarak yansıtamadığımız yönlerimize yanıyoruz. Bugüne öylesine yakışıyorken, hayatımıza anlam katıyorken tarih oluşunuza ağlıyoruz... Yaşama ve ölüme dair pek çok şey okumuştuk, yazmıştık bugüne değin. Ama gidişinizle anladım ki biz henüz işin teorisindeymişiz. Ya da alfabesindeymişiz de, o derin sızı bizi sarıp kuşatmadan dilimiz döndüğünce, elimizden geldiğince resmediyormuşuz yüzeysel hislerimizi...
Bugün ise derinlerdeyiz. Her birimizin yüreği mümkün olsaydı da geri döndürebilseydik özlemiyle perçinli... Böyle bir fırsat tanınsaydı nelerimizi feda etmezdik, hangi güçlükleri göze almazdık ki! Eyüp mezarlığından döndüğüm günden beri, hayatımın renkleri soldu. Pastelden de Öte, eski siyah beyaz televizyonların görüntüsünde gri, boz bulanık siluetler arasında dolaşıyor gibiyim. Upuzun yolculuklara çıkmak tek yapmak istediğim. Durmadan içimi kanatan şarkı sözleri geliyor dilimin ucuna... 'Hasretinle yandı gönlüm, yandı yandı söndü gönlüm'ü dinlesem bıkmam günlerce gecelerce? Peki acıyla büyümek, acıyla güzelleşmek yerine matemi çoğaltmaktan başka bir işe yarar mı beyhudeliğim! Hep zayıf anlarımızı kollayan şeytanlara davetiye çıkartmanın ötesinde bir anlam taşır mı? En karanlık tablolarda bile duanın ve umudun fırça darbelerine rastlanabilir değil mi Macide? En verimli çağınızda kaybettiğimiz sizlerin yerini dolduramasak bile ahirette buluşulacak günlerin avuntusu içimizi ısıtabilir. Mücadeleniz ve ödünsüz kimlikleriniz, bundan sonraki adımlarımıza, yazılarımıza destansı imgeler katabilir. Dostluğa ve kardeşliğe dair daha esaslı bir duruşumuz olabilir, biz olmanın, biz kalmanın ateşi alevlenebilir, ölümün soğuk yüzü gerçek algısıyla yer bulabilir özümüzde bundan böyle...
Ve sen Özlem! Adı hüznü, derin iç çekişleri, hasreti haykıran dost;
Zorda, darda kalana teselli vermede, cesaret aşılamada bir ruh hekimi kadar hünerliydin... Hani bir seminer sırasında anlatacaklarımı kelimelere dökemeyip, her zamanki gereksiz heyecanlarımı gün yüzüne çıkardığım o gün, beni ellerimden tutup dışarı götürmüş, birkaç dakikada toparlanmamı sağlamıştın ya, yiğit duruşuna meftun olmuştum. İki lafından biri, "zaten bir avucuz, cesaretimizi kaybeder, geri çekilirsek bu davayı kim üstlenir, mesajımızı kim yüklenir" olurdu her zaman. Kara gözlerindeki sevdayı her daim okuyabiliyordum. O bakışlarda, isminle hemhal olmuş aşkın ve vuslatın izlerini fark etmek hiç zor değildi. Kendini fildişi kulelere hapsedip yazdıkları üç beş satırlık yazıyla, anlamı kendinden menkul röportajlarla hayatın içinde olduklarını iddia edenlere ne güzel aynaydın. Taşların bağlanıp, köpeklerin salıverildiği çağ feveranında özgürlüklerimiz için yanıp tutuşan yüreğinle, koşup yorulan bedeninle örnekliğimiz, şahitliğimizdin. Kimi zaman televizyon ekranlarından, sağ elin havada bütün öfkenle slogan atarken, bildiri okurken, panzerlerin üzerine yürürken akıyordun evimizin içine; kimi zaman kahraman Rachelleri, başörtümüzü, kimliğimizi savunan makalelerinle belleğimize kazınıyordun.
Arayıp soruyordun, hal hatır gözetmeyi biliyordun. Biz olmayı önemsiyordun inadına. Fatih'te bir arkadaş ziyaretine giderken, "birbirimizi arayıp sormazsak, birbirimizin derdiyle dertlenip sevincini paylaşmazsak, yitip gideriz şu metropolde" deyişin bugünkü gibi hatırımda. Bir araya gelişlerimizde yazıma dair konuşmalarımız, birbirimizi uyarışlarımız, kendimizi nasıl geliştirebilirizin sorgulamaları taptaze dimağımda... "Bak şu paragraf umutsuzluğu körüklüyor, buradaki vurgu iyi ama çıkış yolları önerilmemiş, umudu yazımızın özüne yerleştirelim ki, kimse bizden adam olmaz çıkmazına düştüğümüzü zannetmesin" deyişlerin kulaklarımda... Sığ ve sıradan olana, hayatın bitimsiz gailelerine takılıp kalana rağbet etmiyordun. Basitlikler, boş vermişlikler tutunamıyordu sende. Şimdi bütün hüzünleri kuşandığımız şu kahırlı günlerde; ey başkaldırının cesur kızı diye başlayan mısralar düşmek istiyorsak adına, kara gözlerindeki sevdayı unutamıyorsak, güzel kul olduğuna tanıklığımızdandır. Senden razı olduğumuzdandır ey dost. İmrenerek ardından baktığımızdandır.
Dünya sürgününde her şey bıraktığınız gibi; biz de bıraktığınız yerdeyiz...
Zulüm yeryüzünde kol geziyor arsızca. Ebu Lehepler yolumuza diken saçmaya, çorbamıza toprak atmaya devam ediyorlar... Kudüs ruhunu bin bir parçaya bölmeye ant içmiş yol haritalarına direniyor. Bağdat yüreğine saplanan paslı hançeri söküp atmanın derdinde... Çeçenya dağlarından kavganın hazin çığlıkları yükseliyor... Her gün onlarca yiğit düşüyor toprağa, taptaze bedenler paramparça sağa sola savruluyor. Gülümseyen çehreler ufka mıhlanmış bakışlarıyla odalarımızın karanlık duvarlarında paha biçilmez tablolara dönüşüyor. Ve biz, sizin elleriniz havada, hakkı haykıran fotoğraflarınıza dalıp bir kez daha duaya, umuda sığınıyoruz; aşka, mücadeleye sarılıyoruz umarsızca...
Oysa kentin ışıklan sönük... İstanbul'a Eyüp mezarlığından yayılan hüzün pek çoklarının yüreğine uğramıyor. Şimdi bir gecelik (yüz altmış milyar) hasılatını fakir çocukların eğitimine bahşeden Laila'dan yükselen şuh kahkahalar inletiyor boğazı... Caddeler Tarkan'ın yeni şarkılarıyla inliyor... Fatih, yılın en görkemli düğününün tantanasıyla meşgul. Herkes başbakanın küçük oğlu ile gelininin birbirine nasıl da yakıştığını konuşuyor. Ama binlerce askerin Irak topraklarına neden, niçin gönderileceği sorgulanmıyor... Birileri hâlâ önce iş, aş, uzlaşma edebiyatı yapıyor. Özgürlük lafzı henüz literatürlerine bile girmemiş ne gam! Aylar öncesinden cumhuriyetin sekseninci yılını en şanlı nasıl kutlarızın tasarımları gündemleşiyor... Ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyayı kutsayanların, ahreti yadsıyanların kervanına her gün birileri, birilerimiz daha ekleniyor...
Bugün Aksaray'daki bürona uğradım Macide...
Binanın duvarında İsminin yazılı olduğu levha bütün haşmetiyle asılı hâlâ... Sanki dünyadan göçüp gitmemişsin gibi, çalışma masan, kalemlerin, raflardaki dosyaların döneceğin günün hasretiyle yerli yerinde. Özlem'le solmuş güllerin arasına yerleştirilen fotoğraflarınız sizin asla bir fotoğraf karesine sığmayacağınızı, bir fotoğraf olmayacağınızı haykırıyor büronun matemli sessizliğine. Ah Macide! Mekanlar ve nesneler bile yaslı mıdır yiten sahiplerine? Mahzun ve dokunaklı duruşlarınızla girdiğiniz düşlerimizin dili olsa konuşurlar mı? Geride bıraktıklarınızı kayırır gibi durmanızın sebebini anlatırlar mı? Anne yüreğinizi aktarabilirler mi bize?
Ey iki güzel insan, iki sıcak dost;
Kalbimize söz geçirmenin vaktidir şimdi! Duygularımızı iflah etmenin... Sizin ışığınızdan rahatsız olanlar, ölümünüzle vurgun yediğimizi, alabildiğine yalnızlaştığımızı, artık meydanlara akamayacağımızı, yakışmayacağımızı, örselenmiş benliklerimizle bir daha ayağa kalkamayacağımızı umut ediyorlar, biliyoruz... Devinmeyip dövünen, direnmeyip ezilen kitlelere katılacağımız günlerin hasretiyle tutuşuyorlar. Onlara bu hazzı tattırır mıyız? Biz Kur'an neslinin evlatları, çağın nabzını tutmaz mıyız eskisinden de kararlı? Belki vuslatın ateşiyle yanacağız... Yorgun sabahlara, Rabbe dönüş düşleriyle uyanacağız... Fakat, Rabbe andolsun ki, güzelliğiniz güzelliğimiz olacak... Ellerimiz ellerinize, yüreklerimiz yüreklerinize kenetli... Diri dipdiri bir muştunun gölgesinde, bir bengisu içtenliğiyle bayrağınızı taşıyacağız.
Rabbe andolsun ki şahidiniz. Şahitliğiniz şahitliğimizdir. Özünüz özümüz. Ne mutlu biz her daim kazananlarız. Rabbe andolsun ki yılmayacağız, yıkılmayacağız. Kıyamete kadar aha burada, kavganın ortasında, muhteşem sevdamızla alanın merkezinde duracağız...
Bize dayanma gücü ver ey Rabbimiz! Kardeşlerimizi vuslatın en güzeliyle huzuruna kabul et! Ve kafirler güruhuna karşı koru, gözet bizleri... Ey Rabbimiz! Sen'den gelecek her hayra muhtacız... Amin!
Gitmek mi, kalmak mı zor Macide? Sahi sürgündekiler kim?