Katrina'da bir anne boğularak ölen bebeğinin cesedini, sular çekilince gömmek üzere evinin çitlerine bağlamıştı...
(Bir görgü tanığı)
Durmadan pencereden dışarı bakıyor...
Perdeyi kapatıp odaya döndüğünde yeni bir artçıya tutulacakmışçasına tedirgin. Sonbaharı müjdeleyen yağmurlara öfkeli... Yaz gecelerinin süslü göğünü, yıldızların o gizemli göz kırpışını özlüyor... Yeniden başını camın buğusuna dayadığında yıldızları göremediğinden yakınıyor.
Çıkacak dedim ya kızım, diyor anne... Ne zaman, ne zaman? Belki birazdan belki yarın akşam... Yarın akşam mı? Çok geç! Bu gece çıksınlar! Bu gece! Anne bulutlar neden tam bizim evin üzerinde? Yağmur olmasa ekin gövermez, diyor anne... Bak yağmurun sesini dinle... İçinden bildiğin bir şarkı tut. Ve damlaların sesine ekle... Küçük kız, Hafif salınımlarla sağa sola bükülüyor. Yeniden perdeyi aralıyor. Poyrazın etkisiyle dalgalanan bulutların arasından sızacak kör bir ışığa tutkun, dakikalarca kıpırdamadan efsunkar bekliyor.
Benim aklıma ise sen düşüyorsun. Hani ameliyathane buz gibiydi. Acildeki kanamalı bir hastaya koşup gitmişti doktor. Üşüyordum. Huysuz bir titremeye tutulmuştum. Doktorun hem çabuk dönmesini istiyordum, hem de pencereden yıldızları görebileceğim bir boşluk yokluyordum. N'olur n'olmaz kainata son bir nazar atmak lazım diyordu içimdeki ses. Şu Hitler'in Kavgam'ını okumakla övünen hemşireye takmıştım. Şimdi bu ameliyat yöntemi çok yaygın demişti ya doktor, hala uyumakla uyumamak arasında da kararsız... Ya ameliyatın ortasında yıldızlar düşerse hatırıma...
Seni doktorun kollarında gördüğümde işte benim yıldızım dedim. N'olmuştu da birden asırlardır saklandığım kuytudan galaksimizin en zirvesine savruluvermiştim. Yıldızımın ışığında korkusuzca yol alıyordum. Etrafı çınlatan ağlamanla son buluvermişti bedenime dair tüm korkularım. Sense yorgun göz kapaklarınla karanlığa direniyordun. Minik gözlerinle sanki görürcesine kolaçan ediyordun etrafı... Ne o, yoksa sen de mi yıldızını arıyordun?
Can! Bahardı, nisandı. Bitimsiz bir silsileye tutulduğum, yaşamın dağdağasına yutulduğum, katran gecelerde hüzünle buluştuğum zamanlardı. Bir rehavet, bir telaşe... Sen "de" hercümerç, ben diyeyim boşluk... Hükmüm en çok evimdeki eşyalara geçiyordu. Hem hamarat hem pasaklı... Kara kura tencerelerimi cifleyip duruyordum. Kışlıkları naftalinleyip istif istif raflara koyuyordum... Yazlıklara jilet ütüleri vuruyordum. Halıları kâh Arap sabunuyla, kâh makine deterjanıyla ovuyordum... Bir hışım pencere önlerini kirleten kuşları kovuyordum. Sonra sırtımda okul çantası, bir elimde suluk ve beslenme diğerinde oğlumun eli kendimi yollara vuruyordum. Okul yolu düz gider şarkısını söylüyordu ağabeyin. Hep okul yolu düz gidiyor, çocuklar bayram ediyordu... Bense kaç bayramı es geçmiştim. Enginlerde, girdaplarda, yangınlarda buzullarda... Şu koca metropolde yitiktim... Karman çorman, kap karışık... Yoktu düz giden, düzgün giden hiçbir işim ...
Sanki eksiktim yarımdım... İki arada bir derede... Araftaydım...
Oysa içimde devcileyin ırmaklar çağıldı-yordu. Gün ışıklarını hain bir sevgili gibi çekiverince yeryüzünden yüreğimin sol köşesindeki cevher ağrıyordu, biteviye ağlıyordu. Gün aldatıyordu ama karanlık rahat komuyordu adamı. Dertler bulut bulut üzerime yağıyordu; bir başıma; zaman ve mekanın, yeryüzünü parselleyen tüm kirli sınırların ortadan kalktığı dehlizlere savruluyordum. Her köşe başında tanıdık tanımadık yüzler simalar... Öncüler, arkadakiler, ortadakiler, kıyıdakiler, kenardakiler... Kah umut doluyordum, kah ürküyordum. En çok da içine evrilenlere benzemekten korkuyordum. İnsan olanın duyarsız kalamayacağı karelere sürüyordu asude yolculuk.
Çağlar içinde tebdil-i kıyafet insanlığımı arıyordum...
Dibimizde patlayan bombaların nârı sarıyordu dört bir yanımı. Kendi topraklarında esir tutulanların ağıtları. Toplama kamplarında sürdürülen günü birlik hayatların rahiyası... Karlı dağların doruklarına tırmanan bir kavganın çığlıkları...
Can! Bahardı, nisandı... Sanki lanetli bir alarma tutulmuştu feza. Felaket tellalı gibiydi medya... Gazeteler okunmaz, haberler dinlenmez olmuştu... Ama yaşamın yüzüne serpilmiş, gerçeği haykıran enstantanelerden de kaçılmıyordu... Her gün binlerce yıldız kayıyordu çığlık çığlığa... Minik yıldızlara ise can dayanmıyordu. Sen 'de' masal, ben diyeyim gerçek... Adını bile güç hatırladığımız diyarlarda açlıktan taş kemiren akranların vardı mesela... Ölüm döşeğine boylu boyunca uzatılmış aç ve sefil bir halk! Yirmi kiloluk analar incecik dermansız kollarıyla açlıktan ölen bebeleri için mezar kazıyorlardı. Bebelerini öpe koklaya toprağa veriyorlardı. (Bu anaların acısını yansıtmak için hangi harfleri tuşlamak gerek!) Hayatta kalan akranların ise eğer yürümeyi öğrenirlerse ellerinde bir teneke parçası iki kaşık lapanın derdine düşüyorlardı. Yaşamı güneşin altında sıraya girmek olarak belliyorlardı. Yaşlanmanın lüks sayıldığı Nijer'de Etiyopya'da ölüm de sıradaydı oysa... Hatta sıradandı... Sıra dışı olan, insanca nefes almak, hayata içten bir selam sunmaktı...
Can! Bahardı, nisandı... Başımızı uzatsak göreceğimiz, adımımızı atsak varacağımız aha şuracığımızda, kahpe bombalar patlardı. Bir şey yapamazdık... Bu gözler kaç akranına kilitlendi; eli yüzü kan revan... Kaç ananın isyanını yüklendi bu çılgın yürek... Kaç yiğidin çaresizliğini kuşandı bilekleri titreyerek... Oyuncak kılığına girmiş bombalarla, çikolatalarla eli kolu parçalanan, kanaya kanaya kayan kaç yıldıza göz kırptı ölümüne gülümseyerek...
Daha doğar doğmaz anasının göğsünde bir zerrecik süt bulamayan nice akranın var bilir misin arzın üstünde? Gün ışığıyla tanışmadan anasının karnında kurşunlanan nice cenin. Anası babası gözleri önünde lime lime katledilen nice öksüz ve yetim... Evi ocağı yakılmış yıkılmış, insanlığı alaşağı edilmiş, yarını ipotekli, henüz tomurcukken vurgun yemiş, çocukluğu bahar yeli gibi esip geçmiş, umutsuzluğa terk edilmiş... İki dakikada asırlarca yaşlanan, yaslanan nice can!
Can!.. Bahardı, nisandı... Tanklara tüfeklere ellerindeki sapanlarla direnen ağabeylerin ablaların vardı. Sen de uzak, ben diyeyim yakın... Ortadoğu'nun kalbinde bebeler kavganın merkezine doğardı. Analar kutsal emanetlerini kucakladıklarında, kulaklarına en içli ninnileri fısıldardı. Zaman belki de en hızlı Kudüs'te akardı o yüzden... Emeklemeden yürürdü, Ramallahlı kardeşlerin, yürümeden koşarlardı. Oyuncak nedir bilmeden mini mini elleri; taş tutardı, sapan tutardı... O taşlarla büyür irkilirdik biz de... Rutinlere rest çekmeyi, kafa tutmayı öğrenirdik. Mihengimize ateş düşerdi yalın... Bir kartpostal karesiyle, bir şehit cenazesiyle sağanak sağanak umut devşirirdik...
Rabbim bizden daha az merhametli değildir... Yeryüzünü iffetsiz bir çengi raksıyla çiğneyip geçen müstekbirlere seyirci hiç! Evreni kapkara bir lekeye dönüştürmeye ant içmişlere... Cinnet geçirmişlere, ecinnilerini pazarlayanlara verilmiş mühlet işliyor sadece!.. Mustazaf bırakılmışların sabrı ve mücadelesi ölçülüyor... İnsanlık tarihiyle süregelen Tevhid'in ve şirkin seyri tutuluyor...
Can! Bir gün büyürsen ve görürsen arzın üzerinde yaşananları, etrafını iyi tanı... Bak ve iğren tuğyanın çirkin yüzünden. Minicik bebeklere dahi acımayan, arzın kaynaklarını sömürdükçe doymayan, hak ve adalet tanımayan kan emici bezirganlardan ayır aklını ve lokmanı...
Can! Can kulağıyla dinle! Ve mıh gibi hatırında tut!
Dünyaya eylül yüklü gülüşün, davaya nisan coşkulu duruşun olsun.
Merhamet kardeşine şiarın, adalet düşmanına terazin olsun.
Zorda darda kalana uzanacak elin,
Uzun ve dar geçitlere yürüyecek kavlin,
Mevzilerde direnecek kuvvetin olsun.
Umut bakışında sesinde, yılgınlık fersah fersah uzağında dursun...
Can! Yaratılış gayeni unutma ki, aç toprağa düşen Nijerli kardeşinin ahı yerde kalmasın. Elleri ve nefesleri kan kokan emperyalistlerin uykuları sizinle dağılsın. Ortadoğu öbek öbek çiçek açsın azminizle... Gül fırtınalarına tutulsun.
Can! BESMELE ekmeğin azığındır, DUA olmazsa olmazın.
Mücadele çeyizin, "şahitlik" gelinliğin...
Can; Can kulağıyla dinle! Ve mıh gibi hatırında tut!
Yüreğin kadar özgür ol ve okyanuslarca Rabbe kul...
Sen ey gül yüzlü bebek... Farkın yok. Nijer'de, Etiyopya'da, Filistin'de, Telafer'de, New Orleans'ta yaşama açan çiçeklerden... Ne ırkınız, ne coğrafyanız ne de yaşam standardınız üstün kılar birinizi diğerinize... Sizler masumiyetin abideleri... Hepiniz bir elin parmakları gibisiniz. Hayatın kalbine dokunur bakışlarınız gülüşleriniz...
Sen ey gül yüzlü bebek! Gelişinle nice güzellik kattın bilir misin... Yüreğimizi yeniden berkittik seninle... Umudumuzu yeniden tazeledik... Evimizin her köşesine sinen senin bereketin... Bunun adı ne başıboşluk ne hercümerç... Şükran! Kara kuru tencerelerim ve pencere önlerini kirleten kuşlar mı? Unut gitsin! Onları kendi haline bıraktım...
Can! Bahardı, 1 Nisandı...
Sıratı müstakimde kalbimin bütün kapakçıklarını, seni veren Rabbin ayetlerine açtım...