“Elleri ve ayakları kesilmiş bir ülke,
göğünden yıldızları koparılmış,
uğruna Selahaddin’in öldüğü bir ülke.
bir ülke ki nakarat bir çığlık,
orda kardeşlerim var.”
(Tuncay Yerlikaya)
Suriye kıyamı bütün sıkıntıları, yokluğu, yoksulluğu ve çaresizliğiyle beraber dördüncü yılını yaşıyor. Esed diktatörlüğünün yerli ve yabancı Şebbihalarıyla beraber işlediği akıl almaz ve sınır tanımaz zulümleri karşısında Suriye’nin Müslüman halkı onurlu bir şekilde inanç ve kararlarından taviz vermeden direnmeye devam ediyor.
Birleşmiş Milletler’in en son yaptığı açıklamaya göre dört yıl içerisinde 200 bine yakın Suriyeli kadın, erkek, yaşlı, genç ve çocuk katledildi. Esed diktatörlüğünün zulmünden kurtularak yaşam mücadelesi vermeye çalışan birçok Suriyeli kardeşimiz de başka ülkelere hicret etmek zorunda kaldı. Bu kardeşlerimizden resmi rakamlara göre bir milyon 200 bin kişi; kayıt dışı sığınmacılarla beraber 2 milyona yakın kişi Türkiye’ye sığındı. Ve bunların çoğunluğunu da çocuklar, kadınlar ve gençler oluşturuyor.
Aslında Türkiye’ye sığınan Suriyeli kardeşlerimiz, yabancı bir ülkeye mi sığınıyorlar; yoksa tarihdaşlık içinde onların da sayılması gereken tarihi topraklarına adım atarken aramıza ulusal sınır telleri çekilmiş barikatları mı aşıyorlar? Yahut şöyle söylenebilir: Fransızlarla Ankara Hükümeti’nin 1921’de yaptığı Ankara Anlaşması ile ortasından dikenli teller çekilen Osmanlı’nın son Halep Vilayeti’nin kuzeyini bugünkü Kilis, Antep, Maraş, Adıyaman ve Urfa; güneyini de bugünkü Rakka, Halep, Lazkiye oluşturuyordu. Suriye diye de bir ad yoktu; bu bölgenin genel adı Bilad-ı Şam idi. Bilad-ı Şam; yani bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, İşgal Altındaki Filistin ve bir miktar da Antep-Urfa-Adıyaman bölgeleri...
Gerek Suriye içinde kalarak zorluklarla mücadele eden ve gerek ülkelerinin dışına gitmeye mecbur bırakılan Suriyeli muhacir kardeşlerimiz için başka diyarlarda hayata tutunmak elbette kolay değil. Evlerinden, ailelerinden, sevdikleri bütün değerlerinden kopartılarak büyük bir zulümle karşı karşıya bırakılan bu insanlar son dönemlerde “Suriyeli sığınmacıları istemiyoruz!” şeklindeki faşist söylemlerle ikinci kez mağdur edilerek siyasi çıkarların hedefi haline getiriliyor. Kuş beyinli solcu ve ırkçı ulusalcıların unuttuğu konu, ümmet coğrafyasının ulusalcıların veya Batıcı işgalcilerin olmadığı; bir Allah’a ve aynı Rasul’e, Kitab’a inanan tüm Müslümanların ortak veya asıl toprağı olduğudur.
Kahraman Maraş, Adana, Hatay ve Gaziantep’te başlayan Suriyelilere dönük tahribatlar daha sonra Şanlıurfa ve İstanbul’da da boy göstermeye başladı. Çok basit nedenler gerekçe gösterilerek Suriyeli kardeşlerimizin iş yerleri, evleri, araçları yağmalanarak büyük bir sosyal infilak yaratılmaya çalışılıyor. Örneğin; İstanbul İkitelli’de Suriyeli iki kişinin TC vatandaşı olan bir çocuğu dövdüğü gerekçesiyle o mahallede taşkınlık çıkartıp Suriyelilere ait evlere saldırılması ve Suriye plakalı araçların parçalanmaya çalışılmasının altındaki sebebin sadece bir çocuğun dövülmesinin olmadığı bir gerçek. Çoğu zaman çok basit veya münferit olaylar abartılarak büyük bir mesele varmış izlenimi yaratılıyor ve Suriyeli muhacirler adeta linç edilmeye çalışılıyor. Henüz gerekçesinin ne olduğu bilinmediği halde ev sahibini öldüren Suriyeli bir kiracı haberi o günkü haberlerin manşeti olarak gün içerisinde tekrar tekrar verilerek sanki Türkiye’de ilk kez bir cinayet vakası yaşanmış gibi toplumda bir algı operasyonu oluşturuluyor.
İnsanlıktan, ahlaktan nasibini almayan, İslami değerleri hiçe sayan, zalim ve vicdandan yoksun bu insanlar Suriyeli kardeşlerimizi Hitler ırkçılığının Yahudilere ve Romanlara yaklaşımı gibi bir fazlalık, hatta bir “pislik” olarak görüyorlar. Ancak biliyoruz ki Türkiye Hükümeti ve Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu savaş gibi önemli bir zulüm nedeniyle ülkelerinden göç eden muhacir Suriyeli kardeşlerimize kucak açarak, güçleri yettiğince Ensar olma bilinciyle onların sıkıntılarına omuz vermeye çalışmaktalar. Rabbimiz varlıkta da, yoklukta da insanoğlunu sınavdan geçirir. Bu yüzden dünya Müslümanları olarak yeryüzünde ki mazlum kardeşlerimize sahip çıkmak, imkânlarımızı onlarla paylaşmak ve dayanışmamızı her daim diri tutmak zorundayız. Mültecilik de diyebileceğimiz sığınmacılığın esas olmayıp zorunlu bir sonuç olduğunu unutmayalım. Umut ederiz ki Esed diktatörlüğü yıkılır ve Suriyeli muhacir kardeşlerimiz özlem duydukları, doğup büyüdükleri topraklarına tekrar geri dönerler.
AK Parti Kongresindeki konuşmasında Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, Suriyeli misafirlerin bu toprakların “asıl unsuru” olduğunu söylemesi tarihi bir gerçeklikti. Suriye meselesine başından beri sahip çıkan ve Suriyeli muhacirleri kardeşimiz olarak görüp kapılarını sonuna kadar açan Türkiye Hükümetinin, bundan böyle muhacir kardeşlerimizin insanca yaşayacakları imkânı oluşturan, varlıklarını büyük bir soruna dönüştürecek olan kışkırtmaları engelleyen daha kapsamlı ve daha kalıcı yasal ve maddi çözümleri acilen üretmesi gerekmektedir. Yeni Hükümet bu konularda Suriyeli sığınmacıların oluşturduğu dayanışma kuruluşlarıyla ivedilikle bu konuları müzakere etmelidir.
Sığınmacıların Durumu ve Yaşam Şartları
Esed zulmünden kaçarak daha güvenli bölgelere sığınmaya çalışan Suriyeli kardeşlerimizin hayatları sıkıntı, yokluk ve acılarla dolu. Katliamın dört yılı aşmış olması yaşanılan acıların faturasını da her geçen gün daha bir kabartıyor. 30 Aralık 2013 tarihinde Suriyeli sığınmacı kardeşlerimizin sayılarına ilişkin resmi rakamlar AFAD tarafından resmi web sayfası aracılığıyla yayınlanmıştı. Hâlihazırda Suriye’den gelen muhacirler için 15 çadırkent, 1 geçici kabul merkezi ve 6 adet konteynır kentte 210 binden fazla Suriyeli yaşamaktadır. Ki son 8 ayı da dâhil ettiğimizde bu rakamlarda ciddi artış olduğunu söylememiz mümkün.
Türkiye’nin Öncü Pınar Gümrük Kapısı’na sınır olan Babüsselam civarındaki kamplarda 50 binden fazla muhacir yaşıyor. Kampların çoğunun Suriye’nin içindeki kamplarla kıyaslanmayacak kadar iyi olmasına rağmen yine de bazı kamplarda ciddi eksiklikler göze çarpıyor. Suriye’ye sınır olan bu kamplarda yaşayan insanlar ülkelerinin içinde olmasalar da hemen yanı başlarındaki bomba seslerine her gün şahit oluyor ve acaba bir yakınımızı daha kaybettik mi kaygısını taşıyorlar.
Kilis’te bulunan Elbeyli Kampı, diğer adıyla “Başbakanlık AFAD Kilis Konaklama Tesisleri” ise birçok konteynır kente göre oldukça iyi. Kampın içine oyun parkları, market, basket sahaları, camii ve okullar kurulmuş. Çocukların cıvıltılı sesleri parkları dolduruyor. Dışarıdan baktığınızda her biri çocuk gibi görünse de iç dünyalarına daldığınızda birer yetişkinle konuşuyor gibisiniz. Onlara sunulan bütün imkânlara rağmen kampta kalan muhacirlerle sohbet ettiğinizde her biri evinin, komşularının hasretini anlatıyor. Bahçesinde büyüttüğü çiçeğini özleyen, evinde yudumladığı çayının sıcaklığını arayan insanların özlem dolu bakışlarını görüyorsunuz.
Çadırlarda veya kamplarda yaşayan erkeklerin ve özellikle de gençlerin en büyük problemi ise işsizlik sorunu. Düşük ücretle dahi iş bulamayıp bütün gününü çalışmadan geçiren erkekler kendilerini işe yaramaz olarak görmekte, gerilimleri artmakta ve bu gerilim zaman zaman aile içi şiddete de sebep olmaktadır. Ayrıca işsizlik doğal olarak insanları bir zaman sonra tembelliğe alıştırmaktadır.
Kadınlar için hayat her zaman daha da zor. Anne olmak, eş olmak… Bir anlamda hayatın bütün yükünü omuzlamak… Özellikle Konteynır kentlerde kalmayan sığınmacılar için yaşam çok daha güçlüklerle dolu. İnsanlar derme çatma kurdukları bezlerle örülü çadırlarda yaşamlarını sürdürürken tıpkı Hz. Ömer döneminde torunlarına taş kaynatan kadın misali yokluk içinde gözyaşlarıyla yemek pişirmeye çalışan kadınlar, su bulamadığı veya ilaç bulamadığı için hastalanan çocuklarının yaralarına merhem olmaya çalışan annelerin varlığına şahit oluyorsunuz. Savaşın, acının ve kayıpların sonucunda konuşmaya küsmüş, lal olmuş, akli dengesini yitirmiş kadınları görmek mümkün.
Çadırlarda yaşayan kadınlar için en büyük problem ise can güvenliği yanında namus güvenliği. Anneler özellikle kız çocukları için ciddi kaygılar taşıyorlar. Çoğu anne kızını yanından ayırmıyor. Oyun oynamak için biraz uzaklaştıklarında bile tedirgin olduklarını belirtiyorlar. Bütün bunlar sığınmacıların yaşadıkları sıkıntıların tek boyutlu olmadığının bir göstergesi elbette. Özellikle suyun olmaması ya da çok sınırlı olması çadırlarda yaşayan sığınmacılar için büyük bir problem haline dönüşüyor. Bu durum cilt hastalıklarının yaygınlaşmasına sebep oluyor. Tabi ki sadece susuzluk değil; özellikle yaz aylarında bütün günlerini açık havada geçirmek zorunda kalan bu insanların çocuğunda cilt yanıkları oluşuyor. Bu yanıkların kaşıntısının acısından duramayan çocukların feryatlarına şahit olmanız mümkün.
Sığınmacıların kendilerine sığınma yeri ararken, tek bir travma ile karşılaşmayıp çoklu travmalar ile karşılaşabilecekleri sosyolojik bir gerçektir. Mecburi göçle beraber yeni kuracakları hayata yabancı olan bu insanlar en başta ailesini, yakınlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Buna eklenen belirsizlik hissi ise insanlarda hayata bağlanma duygusunu yani yaşam sevincini köreltmektedir. Suriyeli sığınmacılarla konuştuğunuzda da bu duyguyu en açık şekilde hissedebiliyorsunuz. Ve tabiî ki bütün bunlarla beraber son dönemlerde de özellikle provokatif eylemlerin hedefi haline getirilen Suriyeli sığınmacıların en büyük korkusu ise herhangi bir Türkiyeli vatandaşla yaşayacakları bir sorun, küçük de olsa basit bir tartışma. Çünkü bu insanların sığınmacı olmaları hasebiyle gerek fiziksel ve gerek psikolojik baskılara karşı kendilerini koruma güçleri yok denecek kadar azdır. Her ne kadar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesinde “Herkes zulüm karşısında başka ülkelere sığınma talebinde bulunma, sığınma olanağından yararlanmak hakkına sahiptir.” ilkesi yer alsa da ne yazık ki Kemalist ideolojinin kıskacından kurtulamayan sağ ve sol tandanslı kirli, faşist ve ırkçı zihinler hiçbir ilke tanımadan Suriyeli sığınmacı kardeşlerimize zulümde sınır tanımıyorlar.
Birçok sıkıntı ve sorunlarla yüz yüze kalan bu kardeşlerimiz için fiili ve sözlü dualarımızı esirgemeyelim. Ve unutmayalım ki bu insanların büyük bir bölümü bir an önce savaşın son bulması için dua ediyor ve hemen yanı başlarında olan ülkelerine geri dönmenin umuduyla yaşıyorlar.
Çadır Kentlerde ve Kamplarda Yaşayan Çocukların Durumu
Suriye’deki savaştan en fazla etkilenen hiç kuşkusuz çocuklar oluyor. Ve bu savaş devam ettiği sürece ne yazık ki belki birkaç kuşak yok edilecek. Sığınmacı çocuklar savaştan kaçmış olmalarına rağmen hala savaşın şokunu yaşamaya devam ediyorlar. 2 milyon Suriyeli muhacirin yarısından fazlasını çocuklar oluşturuyor. Bu çocuklar savaşın dışında dahi olsalar farklı tehlikelerle karşı karşıyalar. Gözlemlere göre bu çocukların çoğu kalabalıklar içerisinde yalnızlık çekmekteler. Binlerce çocuk yetim ve öksüz…
Normal hayata adapte olmakta çoğu çocuk sıkıntı yaşıyor. Yüksek ve ani seslere karşı duyarlı olan çocuklar bu sesler karşısında kendilerini hala savaşın ortasında sanıyorlar. Havai fişek sesini duyan küçük bir çocuğun bomba atıldığını düşünerek koca bir alanda koşarak “Allahu Ekber, Katil Esed!” şeklindeki tepkisi bunun sadece basit bir örneği. Çadırkentlerde hayata gözlerini açan bebeklerin de büyük bir risk altında olduğu gerçeğini unutmamak gerekmektedir.
Beslenme ise ayrı bir sorun. Konteynır kentlerde yaşayan çocuklar için böyle bir sorun yok diyebiliriz. Ancak çadırlarda hayatlarını sürdürenler için durum aynı değil. Sağlıksız, hijyenden yoksun ve kısıtlı yemek imkânlarının var olduğu koşullarda yaşayan çocukların sağlıkları ciddi tehdit altında.
Eğitim ise ciddi bir sorun. Bir milyondan fazla muhacir çocuk var. Ve bu çocukların %75’i 12 yaşın altında. BM Raporuna göre, Ürdün’de yüz binin üzerinde “mülteci” çocuğun okula gitmediği, Lübnan’da ise bu sayının iki katı kadar olduğu belirtilmektedir. Birçok çocuk boya kaleminin, resim defterinin ne anlama geldiğini bilmiyor. Çoğunun eli hiç kalem tutmamışken diğerleri ise kalem tutmayı unutmuş.
Tabii ki bu durumun en önemli sebebi her şeyini geride bırakarak savaştan kaçan ailelerin geçim kaygısı. Bu geçim kaygısına bağlı olarak aileler çocuklarının çalışmasına ihtiyaç duymaktadırlar. Böylece her 10 Suriyeli çocuktan birinin ağır koşullar altında çalıştığı ve çocukluğundan mahrum bırakıldığı gerçeği karşımıza çıkıyor.
Reyhanlı İHH sorumlularının verdikleri rakamlara göre şu anda sınır il ve ilçelerinde (Yayladağ-Mardin sınır hattı için) yaklaşık 13 yerleşke bulunuyor. Buralarda bulunan 40 bin Suriyeli öğrenci, sivil kitle örgütlerinin ve İHH’nın kurmuş olduğu konteynır okullarda ve MEB’e ait bazı uygun okullarında eğitim almaya çalışıyorlar.
Türkiye genelinde okullaşma sürecine katılabilen ve eğitim gören Suriyeli öğrencilerin sayısının 100-150 bin arasında olduğu belirtiliyor. AFAD’ın açmış olduğu kamplarda ise 15-20 bin arası çocuk eğitim görmekte. Aslında iki milyon civarında ki -veya daha fazla- sığınmacı sayısını düşündüğümüzde eğitim gören çocuk sayısının çok az olduğunun altını çizmek gerekmektedir.
Sıcak savaşın yaşandığı ve her gün bombalara maruz kalan Suriye’nin içindeki çocuklara baktığımız zaman özellikle Halep-İdlip bölgesinde kurulu çadırkent ve konteynır kentlerde 30 ila 40 bin arasında çocuk eğitim imkanı elde edebiliyor. 200’ün üzerinde çadırkent ve konteynır kentlerde yaşayan okul çağındaki çocuk sayısı ise 200-250 bin arasında. Bombalama sebebiyle harap edilen okulların daha sonradan onarım imkânı olmadığı için yüz binlerce çocuk eğitimine devam edemiyor.
Gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da üniversite gençliğidir. Üniversite hayatı yarıda kalmış, liseyi tamamlayamamış gençlerin sayısının 30 ila 50 bin civarında olduğu söyleniyor. Bu sayı azımsanmayacak kadar çok. Ne yazık ki bu gençlerin bir kısmı gündelik ve ucuz işlerde çalışırken, bir kısmı ise hayatını hiçbir şey yapamadan oturarak geçirmektedir.
Sonuç olarak dört yıldır Esed zulmü ve katliamlarına maruz kalan çocuklar ve gençler çaresizlik içerisinde hayata tutunmaya çalışıyorlar. Tüm dünyanın gözleri önünde masum bir kuşak veya kuşaklar kurban ediliyor adeta.
Dünyaya merhaba dedikten hemen birkaç dakika sonra hayata veda eden ve “Nahnu la nesteslimu… Nentaziru hatta nemute!” “Biz teslim olmayız; ölene kadar bekleriz!” diyen İdlib’in onurlu çocukları için bugün bizlere düşen Suriyeli sığınmacı kardeşlerimizin yaşadıkları zorluklara gönüldaş olmak ve onların bu hayatlarını bir nebze de olsa kolaylaştırabilmektir.
Dünya Müslümanları olarak bu kardeşlerimize ellerimizi, yüreklerimizi uzatmalı ve onlara uzanan her türlü faşist ve insanlık dışı eylemlere karşı tavır almalıyız. Suriyeli bir çocuk sokakta dileniyor diye onu itmek yerine onu sokağa iten sebepleri lanetlemek hepimizin sorumluluğudur. Suriye’de katledilen insanlar bizim kardeşlerimiz ve canımızdır. Canımızın diğer bir parçası ise savaştan kaçan sığınmacı, muhacir kardeşlerimizdir. Bugün bizlere düşen onlara Resul ve arkadaşlarının gösterdiği örneklik gibi Ensar bilinciyle yaklaşmaktır. Rabbimiz Enfal Suresi 74. ayetinde şöyle buyurmaktadır. “İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte gerçek mü'min olanlar bunlardır. Onlar için bir bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.” Rabbimiz bizleri de Suriyeli muhacir kardeşlerimize Ensar kılsın ve gerçek müminler arasına katsın.