Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu” adlı eseri üç bölüm ve bir sonuç kısmına ayrılmış olup, onlarca alt başlıkla okuyucusunu karşılamaktadır.
Birinci Bölümde “Nesnenin Biçimsel Litürjisi” incelenirken, İkinci Bölümde “Tüketim Kuramı”ve Üçüncü Bölümde de “Kitle İletişim Araçları, Cinsiyet ve Boş Zaman Etkinlikleri” incelenir. Sonuç kısmında ise “Çağdaş Yabancılaşma Ya da Şeytanla Anlaşmanın Sonu Üstüne” bazı değerler ve örneklemelerin pratik incelemelerine değinilir. Bu yapıt çağdaş sosyolojiye büyük bir katkı sağlamakla beraber, oluşan yeni kültürün bir nevi eleştirisi sayılabilir.
Özet ve Yorumlamalar
Bugün tüm çevremizde nesnelerin, hizmetlerin, maddi malların çoğaltılmasıyla oluşturulmuş ve insan türünün ekolojisinde bir tür temel dönüşüm oluşturan akıl almaz bir tüketim ve bolluk gerçeği var. İşin aslı, bolluk içindeki insanlar artık, tüm zamanlarda olduğu gibi başka insanlar tarafından değil, daha çok “Nesneler” tarafından kuşatılmış durumda. Mal bolluğunun kendisinden doğan satın alma ve sahip olma çılgınlığından farklı olarak; tüketici, mantıksal olarak bir nesneden öbürüne gider. Bir nesne başka bir nesneyi beraberinde almayı zorunlu kılar. Tüketici artık bir nesne hesabına kapılır. Sürekli yinelen yeni ve diğer nesneye sahip olmanın arzusuna sahip olur. Tüketiciyi bu tüketime razı edecek sosyolojik ve çok katmanlı yapılar inşa edilir. “Yaşamda mutluluğun ilk şartı çevrenin güzelliğidir.” teması etrafında şekillenen tüketimi üretme süreci başlatılır. Tüketimin tüm yaşamı kuşattığı, tüm etkinliklerin aynı birleştirici biçime uygun olarak zincir oluşturduğu, insanın ödüllendirme yollarının saat be saat önceden ayarlandığı, “çevre”nin bir bütün oluşturduğu, bütünüyle iklimlendirildiği, düzenlendiği, kültürelleştirildiği bir çevreden bahsederiz artık. Yarı saydam bir çevrede oluşturulan soyut mutluluğun kolaylığından bahsedebiliriz: Örneğin yeni bir telefona sahip olunduğundaki büyük ve ulaşılmaz gibi görünen sahip olma edim mutluluğu.
Tüketimin toplumsal mantığı içerisinde mutluluk en belirgin temadır. İhtiyaçlar hakkında her söylem nahif bir antropolojiye dayanır: Mutluluğa duyulan doğal eğilim antropolojisi. En basitinden Kanarya Adaları ya da çamaşır suyu reklamının arkasında parlak harflerle yazılı olan mutluluk, tüketim toplumunun mutlak göndergesidir.
Televizyon izleyicisi sahiplenmeyi, tüketimin mucizevi bir etkililik biçiminde gerçekleşmiş bir ele geçirme olarak yaşar. Televizyonda izlenen programlardaki karakterlerin yaşamını soyut ve çoğu zaman geçici olarak içselleştirmesi gibi. “Tüketim toplumunu belirleyen, kitle iletişiminde adliye haberinin evrenselliğidir.”diyor Baudrillard. Her politik, tarihsel, kültürel haber adliye haberinin hem suya sabuna dokunmayan hem de mucizevi olan biçimine bağlı olarak alımlanır. Haber tümüyle güncelleştirilir, yani gösterisel tarzda dramatikleştirilir ve tümüyle günceldışılaştırılır, yani iletişim aracı tarafından uzaklaştırılır ve göstergelere indirgenir. Somut olarak düşünmek gerekirse klasikleşen 3. Sayfa haberlerinde adli vakalara yer verilir. Televizyon izleyicisine görüntüler ile ulaştırılan bu vakaların bizdeki etkisini düşünelim. Önce üzülürüz yaşananlara, ardından daha üzerinden birkaç dakika geçmeden unuturuz. Bir sonraki haberin, öncekinden pek de bir farkı yoktur. Yine aynı etkilenmeleri yaşarız ve yine aynı sonuçlara ulaştırılırız. Hem olayın dramatik yapısına dâhil oluruz hem de günceldışılığına. Bu sürecin sonu yoktur her gün aynı saatte yine aynı etkilere açığızdır. Etkilenmelerin farklı olacağı tek an haberin konusunun biz olması olacaktır. Yine bu vakaların şiddet ve mağduriyetlerin yaşandığı üzerine olduğunu unutmamak gerekir. Gündelikliğin dinginliği, yüceltilmek için sürekli tüketilen şiddete ihtiyaç duyar. Bu, gündelikliğin kendine özgü edepsizliğidir. Edilgenlik bir suçluluk duygusunu beraberinde getirir. Hiçbir işe yaramadığını, sadece tükettiğini düşünen bireyler istemez tüketim kültürü. Bu yüzden de edilgenliğin suçluluk duygusundan arındırılması gerekir. Burada kitle iletişim araçları devreye girer. Edilgen yaşam süren bireye; özel alanının dinginliği bir felaket yazgısıyla sürekli tehdit edilen ve etrafı kuşatılmış olan, kurtarılmış değer olarak görünmesi gerekir.
Tüketim beraberinde ‘Kısırdöngüleşen Büyüme’yi getirir. Enflasyonist baskılara neden olan bu hızlı büyümede, nüfusun küçümsenemeyecek bir kesimi bu ritmi sürdüremez. İşte bunlar “kaderlerine terkedilenler”dir. Yarışta kalan ve model olarak önerilen yaşam tarzına erişenler, bunu ancak kendilerini tüketen bir çaba pahasına elde ederler. Bir de bu enflasyonist ekonominin sakladıkları vardır. Özellikle de hükümetler nezdinde; “Alkol, sigara, diş macunu… ve nükleer füzelerin üretimi okulların, yolların, yüzme havuzlarının, sosyal gerekliliklerin eksikliğini örtbas eder.” (Galbraith)
Tüketim, beraberinde hiç şaşmaz savurganlığı ve israfı da getirir. Baudrillard, çöp sepeti uygarlığından bahseder. Ona göre; çöp sepetinin sosyolojisini yapmak gerekir. Zengin toplumların bolluğunun savurganlığa ne kadar bağlı olduğu biliniyor. Bana fırlatıp attığın şeyi söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, diyerek tükettiğimiz ürünlerin ne kadar süre sonra çöpe gittiğini düşündürtür. Biraz abartılı gelse de gerçeklik payını hesaba katarak; …toplum gibi birey de sadece var olmadığını ama yaşadığını aşırı, gereğinden fazla bir tüketimde hisseder. Bu tüketim “bitirme”ye salt ve basit yok etmeye kadar vardırılır. Değerli malların rekabetçi biçimde yok edilmesidir.Kısacası tüketim toplumu var olmak için nesnelerine ihtiyaç duyar, daha doğrusu onları yok etmeye ihtiyaç duyar.
Sanayi Sistemi ve Tüketim
Sistem öylesine büyük ve kapsayıcıdır ki neredeyse hiçbir şey bu sistemden bağımsız varlığını sürdüremez. Bir ilintisi veya ayrıklığı bile sistemin kapsamına girecektir. Sistem sadece zenginlik ve yoksulluk üreterek, tatminler kadar tatminsizlikler, “ilerleme” kadar zararlar üreterek ayakta kalır. Sistemin tek mantığı varlığını sürdürmektir ve bu anlamda stratejisi insan toplumunu yıkıldı yıkılacak durumda, sürekli açık içinde tutmaktır. Ve böylelikle insan bağını koparamayacaktır. Her çözüme yeni bir sorun ekleyecektir. Bu, onun her zaman bir adım önde olmasının sonucudur.
Tüketim eskisi olmayacaktır bu süreçte artık yeni ayrıcalıkları beraberinde getirir. Kent ve sanayi ortamının etkisiyle yeni kıtlıklar ortaya çıkar: Mekân ve zaman, temiz hava, yeşillik, sessizlik…Eskiden bedava olan ve bol bol kullanılan mallar sadece ayrıcalıklıların erişebildiği lüks mallar haline gelirken üretilmiş mallar ya da hizmetler ise kitlelere sunulur. Dolayısıyla zorunlu mallar düzeyindeki görece türdeşleşmeye bir değer “kayma”sı ve yeni bir çıkar hiyerarşisi eşlik eder. Dengesizlik ve eşitsizlik azalmaz, yer değiştirir.
Tüketimde okul gibi bir sınıf kurumudur. Hatta toplumsal manada soyut bir tabakalaşmadır. Bugün herkes potansiyel olarak okumayı ve yazmayı biliyor, aynı bulaşık makinesine, aynı televizyonun en iyilerine sahip ya da sahip olacak ve aynı cep telefonlarını kullanıyor. Ama bu eşitlik görünümü sadece biçimsel: Eşitlik en somut şey söz konusuyken aslında soyuttur. Eğitim düzeyinin kendisi nasıl bir sınıf atlama ise tüketim harcı/şekli de ona göre bir sınıfı meydana getirir.
Tüketici bunların hepsini bir zorlama ile yapmaz. Aksine tüketici kendi ayırt edici davranışlarını özgürlük olarak, talep olarak, tercih olarak yaşar, farklılaşma ve bir koda boyun eğme zorlaması olarak tercih edip yaşamaz.
“Kuşkusuz (ihtiyaçlar konusunda özellikle de kültürel ihtiyaçlar konusunda yapılan çeşitli anketlere dayanarak) ihtiyaçların belirli bir sosyolojik atalet içinde olduklarını kabul etmek gerek. Yani ihtiyaç ve özlemlerin sonradan kazanılmış toplumsal konuma (koşullandırma kuramcılarının düşündüğü gibi hiç de sunulan mallara değil) belli bir endekslenmesi.”
Gervasi’den alıntılarsak; “Tercihler rastgele yapılmaz, toplumsal olarak denetlenirler ve içinde gerçekleştirdikleri kültürel modeli yansıtırlar. Herhangi bir mal ne üretilir ne de tüketilir: Mallar, bir değerler sistemi açısından bir anlama sahip olmak zorundadır.”
Aslında tüketici kendisine seçme özgürlüğünün dayatıldığı balta girmemiş iğrençlik ormanında egemendir.
Modern dünyada tüketici neyi temsil ediyor? Hiçbir şeyi. Tüketici ne olabilir? Her şey ya da hemen hemen her şey. Bireyselleşme ve kolektif oluşların da etkisini görmemiz gerekmektedir. Kabaca, tüketici olarak tüketiciler XIX. Yüzyılın başındaki işçiler gibi bilinçsiz ve örgütlenmemişlerdir. Tüketicilerin, “Kamuoyu” olarak, gizemli, Tanrı tarafından gönderilmiş ve “egemen” gerçeklik olarak iyi yürekli havariler tarafından yüceltilmesi, pohpohlanması ve övülmesi bu yüzdendir. Halkın demokrasiye karşı çıkmasınlar diye (yani politik ve toplumsal sahneye müdahale etmesinler diye) demokrasi tarafından yüceltilmesinde olduğu gibi tüketicilerin egemenliği (güçlü tüketici) tanınır ki toplumsal sahnede halim rol oynamaya çalışmasınlar. Halk emekçilerdir, yeter ki örgütlenmemiş olsunlar: Kamu, kamuoyu tüketicilerdir, yeter ki tüketmekle yetinsinler. Çözümü de burada aramamızı ister Baudrillard.
Reklam belki de çağımızın en dikkate değer kitle iletişim aracıdır. Reklamın kitle iletişim işlevi daha çok reklamın özerkleşmiş, yani gerçek nesnelere, gerçek bir dünyaya, bir göndergesele değil, bir göstergeden diğerine, bir nesneden diğerine gönderme yapan araç mantığından kaynaklanır.
Reklamla değer kazanma aslında dünya tarihinin önemsiz olduğunu ve sadece tüketim nesnelerinin yatırım yapmaya değdiğini telkin ettiği için değil. Bu ikincildir. Etkili gerçek çok daha incedir: Bu etkili gerçek, iletilerin sistematik olarak birbirinin ardına gelmesi aracılığıyla tarihin ve adliye haberlerinin, olayın ve gösterinin, enformasyonun ve reklamın “gösterge düzeyinde eşdeğer” olduklarının dayatılmasıdır. Tüketimin hakiki etkisi işte buradadır, doğrudan reklam söyleminde değil. Bu etki, olayların ve dünyanın, TV’nin ve radyonun, teknik araçları sayesinde kopuk kopuk birbiri ardı sıra gelen, çelişkili olmayan iletiler -yayının soyut boyutunda diğer göstergelerle yan yana konulabilir, birleşebilir göstergeler- olarak kesilmesindedir.
Çağdaş insan kendisini bir mal durumuna sokmuştur; kişilik pazarındaki yerini ve durumunu düşünerek yaşam güçlerini en yüksek kârı getirecek bir yatırım olarak görür. Kendisine, öbür insanlara ve doğaya yabancılaşmıştır. Başlıca amacı hünerlerini, bilgisini, kendisini, “kişilik paketi”ni alışverişin kendi istediği ölçüde dürüst ve kârlı olmasını isteyen biriyle değiş-tokuş etmektir. Yaşamın yükselmekten başka amacı, dürüst bir alışveriş yapmaktan öte bir ilkesi, tüketmekten başka bir doygunluğu olmadığını düşünmesidir.
…
Sonuç olarak Nesne’nin ve nesnenin görünüşteki bolluğunun tuzağına düşmüş, hüzünlü ve kehanetçi söylemin içindeyiz. Oysa Nesne’nin hiçbir şey olmadığını ve onun arkasında insani ilişkilerin boşluğunun, nesnede söyleşen üretici ve toplumsal güçlerin harekete geçirilişinin taslağının düğümlendiğini biliyoruz. Bu yüzden yeniden insani düşünmek ve Nesne’yi haketmediği konumundan indirmek gerekiyor.
YAZAR: JEAN BAUDRILLARD
ÇEVİRMEN: NİLGÜN TUTAL & FERDA KESKİN
TÜR: İNCELEME
BASIM: AYRINTI
BASKI: 9.-2017
SAHİFE: 272