Son yıllarda Sovyetler Birliği'nde yaşanan olaylar, Ekim 1917'de bolşevikler tarafından gerçekleştirilen komünist devrimden bu yana uygulana gelen sistemin artık ecelinin geldiğini göstermiştir.
"Her ümmetin bir eceli vardır. Eceli gelince (onlar) ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler." (7/A'raf 34)
Bu devrimin teorik zeminini oluşturmuş olan Marksist düşünce, toplumsal gelişmeyi, üretim araçlarının gelişmesine dayandırdığı zorunlu tarihi yasalara bağlar. Bu yasalara göre, kapitalist üretim biçimine karşı işçiler, sınıf bilince ulaşıp birleşerek üretim araçlarına hakim olarak sosyalist devrimi gerçekleştireceklerdi. Sosyalist devrim sürecinde iktidar, işçi sınıfının elinde bir araç olacaktı. Bu sürecin sonucunda amaçlanan, özel mülkiyete tamamen son verildiği komünel bir toplum aşamasına ulaşmaktı. Ve bu marksist şablona göre, kapitalist sistemde, üretim araçlarının bir sonucu olarak görülen din, tanrı, mülkiyet gibi olguların yadsındığı, materyalist hayat tarzına varılacaktı.
Yaşanan süreç içerisinde sosyalist ülkelerdeki pratik, sunulan bu tezlerin insan ve toplum ihtiyaçlarına yönelik makul bir anlayış ve tatmin getirmekten yoksun olduğunu gözler önüne serdi. Lakin, komünizm bile, kapitalizmin insanlar üzerindeki zulüm ve baskılarının tepkisel bir dışavurumu sonucunda doğduğu hatırlanacak olunursa; marksist düşünce ve pratikte meydana gelen çöküşün, kapitalizmi temize çıkarmayı ve onu tercihe şayan görmeyi gerektirmeyeceği de daha iyi kavranmış olur.
Kapitalizm, insanın temel ihtiyaçlarını serbest piyasa ekonomisi yoluyla karşılamakla, bireye sınırsız mülkiyet hakkı tanımış, nefsi duygularını fütursuzca kullanmasını salık vermiştir. Komünizmde ise sağlık, eğitim, konut gibi bir takım temel ihtiyaçların karşılanmasına önem verilmiş ve devletçilik bu konuda başarı sağlamıştır. Buna rağmen komünizm, bireyin kişiye özel ihtiyaçlarını yadsımış; insanın tapınma ve mülk edinme gibi temel eğilimlerini yok saymış ve böylece kapitalist sömürüye karşı çıkma olumluluğunu, insanın temel gereksinimleri önünde körelmesi nedeniyle, kendi toplumsal alternatifinde olumsuzluğa dönüştürmüştür. Oysa insan fıtratının gereksinimleri yok sayılarak dengeli bir toplumsal düzen kurulamaz. Toplum insan bireylerinin yekûnundan oluşur. Fertlerin ihtiyaçları toplu olarak toplumsal ihtiyaçlara dönüşür, insan ihtiyaçları ise çok boyutludur. Önemli olan bu ihtiyaçların görülmesi ve nasıl karşılanacağının bilinmesidir. Tüm beşerî alternatiflere karşı islam, insan ihtiyaçlarının giderilmesini başı boş bırakmayarak vahiy yoluyla terbiyesine yönelmiştir, islam özel mülkiyeti ancak başkasına haksızlık etmeden, ezilenlerin/fakirlerin gözetilmesi kaydıyla onaylamış ve bu hususta bir orta yol sağlamıştır.
"Ey inananlar, mallarınızı aranızda batılla (doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka ve nefislerinizi de öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhamet edendir." (4/Nisa, 29)
"Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır." (51/Zâriyat, 19)
Marks, kapitalist aşamadan sosyalist aşamaya geçmenin rolünü işçi sınıfına yükler. Marksist düşüncenin öncü pratisyeni Lenin ise, işçi sınıfına, sınıf bilincini aşılayacak olanın öncü parti olduğunu ve nitel sıçramanın ancak bu öncü nüve aracılığı ile gerçekleştirilebileceğini vurgulamıştır. Ama Lenin'in teorisindeki "öncü parti", giderek bastırılan insan ihtiyaçlarının tatmin yolu bulunmaya çalışıldığı sistem içindeki en uygun zemin haline geldi. Ve parti elemanları konumlarının imtiyazlarını kullanarak güçlü bir parti bürokrasisi oluşturmaya başladılar. Parti içerisinde oluşan halk tabanından yoksun bu bürokrat sınıf, kapitalist sermayedar dostlarını aratmayacak zenginlikte servete sahip olmuşlar ve zaten zayıf temeller üzerine kurulmuş Bolşevik Rejimi'nin tükenişin eşiğine gelmesinde büyük rol oynamışlardır. Görüldüğü gibi yukarıda açıkladığımız komünizmin insan fıtratını dışlayan tezleri, işçi sınıfını temsil misyonundaki parti yetkililerinin bile, mal ve servet peşinde koşmalarına engel olamamıştır, insan fıtratını göz önünde bulundurduğumuzda bu durum normal karşılanmalıdır. Buradaki haksızlık daha ziyade sistemin kendi bünyesinden kaynaklanmaktadır.
Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler bugün toplumsal ve ekonomik bir çöküntünün eşiğine ulaşmışlardır. Sosyalist ülkeler kapitalist sistem karşısında erimektedirler. Daha da kötüsü, çözüm çabaları giderek kapitalizmin çekim alanına kaymaktadır. Bugün, birçok insanın üzerinde düşündüğü nokta, bundan sonra Sovyetleri nelerin beklediğidir. Bölge halkları kendilerine sunulan alternatifler karşısında bir tercih yapma durumuyla karşı karşıyadırlar.
Sovyetler'de uygulamaya konulan açıklık (glasnost) ve yeniden yapılanma (perestroika) politikaları bireylerin uzun süreden beri, baskı altında tutulan mülk edinme güdüsünü denetimsiz olarak tahrik etmiş ve yaygın bir tüketim kültürünü teşvik etmiştir. Sovyet hükümeti, dış sermayeye kapılarını açmıştır. Hammadde ve işgücünün (emeğin) çok ucuz olması (Sovyetler'de bugün bir işçinin maaşı yaklaşık 10 dolar), kendileri için bölgede büyük bir pazar olduğunu gören kapitalist yağmacıların iştahını kabartmıştır. Netice itibariyle, yabancı sermayenin ülkeye girmesi Batı tipi sanayi ve teknolojinin de girmesine yol açacak, buna bağlı olarak da, büyük bir tüketim kültürünün yaygınlaşması kaçınılmaz hal alacaktır. Sovyet yönetici ve halklarının kendileri için bir kurtarıcı olarak gördükleri pazar ekonomisinin uygulamaya konulması, toplumda fertler arası gelir eşitsizliklerini çok belirgin kılacaktır. Bu, toplumsal olarak şu sonucu doğuracaktır: Bir tarafta, bu sistemin kaymağını yiyecek bir avuç sermayedarın rahat ve lüks yaşamları, diğer tarafta, böyle bir ekonomik bozukluğun ağır yükü altında ezilecek mustaraf kesim. Bu noktada belirtmeliyiz ki, eski sosyalist sistemin toprakları üzerinde palazlanacak sermaye sınıfının en muhtemel mensupları da eski rejimin imtiyazlı parti bürokrasisi olacağı görünüyor. Fakat bunun yanında, Sovyet ideolojisinin olumlu bir miras olarak bıraktığı eğitim unsuruna sahip halklar (SSCB'deki okuma oranının -okuma yazma değil- yüksekliği, yüksek eğitim seviyesi vs.) bu kapitalist restorasyona karşı tehdit oluşturacak kendi içinde bir güç barındırıyor. Bu güç, pazar ekonomisinin (dolaylı olarak kapitalizmin) vaadlerini gerçekleştiremediği müddetçe Sovyetler için tehdit olmayı sürdürecektir.
Karl Popper bu konuda şu tespiti yapıyor: "Yetmiş yıllık komünizm mirasından kurtulmak Öyle kolay bir şey değildir. Sovyetler Birliği'ndeki halkların kafaları karıştırılmış. Komünizm ütopyasından bir kez ağızları yandığından, şimdi kapitalizmin yeryüzü cenneti olduğuna inanmaktadırlar. Elbetteki feci şekilde yanılmaktadırlar... Kapitalistlerimizin cennetin kapılarından hala oldukça uzak olduklarını söylememe izin verin. Ruslar kendi kapitalizmlerine kavuştuklarında -ve tabii şayet kavuşabilirlerse- bunun zengin bir kapitalizm olmayacağını görerek derin bir sükut-u hayale uğrayacaklardır... Elbette ki rüyalarını kapitalizmin süslemesi anlaşılırdır: 'Komünizm bir süper marketler dünyası üretemedi, kapitalizm ise üretti. Niye biz de ona sahip olmayalım?' Bu korkunç bir projeksiyondur ve rüya gerçekleşmediğinde şiddetli bir halk reaksiyonuna dönüşecektir."1
Biz müslümanlar açısından, Sovyetler Birliği'nde vuku bulan gelişmeler üzerinde durmamız gereken iki önemli husus daha var. Birincisi, Rus milliyetçiliğinin artan bir şekilde ön plana çıkması. Kısmen Ortodoks kilisesinin faaliyetlerinin hız kazanmasını da bu milliyetçilik unsuruyla birlikte düşünebiliriz. İkincisi ise, bölge nüfusunun dörtte birine sahip müslümanların bu hadiseler karşısındaki durumları.
Rus devrimi çöküşü yaşarken beraberinde, uzun yıllar komünist yönetim tarafından sindirilmiş düşünceler de tek tek ortaya çıkıyor. İşte bunlardan en önemlisi olarak sayılabilecek, kökü eskilere dayanan cahili bir gelenek olarak milliyetçilik unsuru bölge toplumlarını tehdit eder hale gelmeye başladı. Özellikle büyük bir ekonomik ve siyasi gücü de elinde bulunduran Rus milliyetçiliğinin giderek ön plana çıkması ve onun Ortodoks kilisesiyle bir takım karmaşık ilişkilere girmesi ve ayrıca diğer ortodoks halklarla ortak hareket etme temayülü, bölge milletleri ile bilhassa müslümanlar açısından büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Bugün Boris Yeltsin'in başını çektiği bu hareket Rus halkının milliyetçilik etrafında birleşip, tekrar tarihteki misyonlarını harekete geçirecek bir gücü sahip olmasını hedeflemektedir.
Gorbaçov'la birlikte başlayan Glasnost ve Perestoroika politikalarının da etkisiyle meydana gelen değişiklikler, bölge müslümanlarının siyasi, ekonomik ve kültürel bir hareketliliğe sevk etti.
Yıllarca birliğin hammadde, emek ve askeri gücünün büyük oranda kaynaklığını yapmış müslüman bölgeler, halen büyük bir potansiyeli ellerinde bulunduruyor. Uzun süren katı bürokratik otorite altında kendi kimliklerini/dinlerini koruma mücadelesi vermiş müslümanların, bugün ne yazık ki İslam hakkında taşıdıkları ve yaşadıkları, temel kaynaklardan yoksun (habersiz) ve içinde İslami doğruların çok azaldığı bir gelenekten öteye geçemiyor. Fakat buna rağmen İslam'a karşı büyük bir hayranlık ve ilgi var. Henüz oluşturacakları yeni hayat sisteminin arayışı içerisinde bir bocalama dönemi yaşıyorlar. Belirtilen kapitalizm/pazar ekonomisi tehlikesi müslümanlar için de söz konusu. Hatta, zengin hammadde kaynaklarının müslümanların yaşadığı bölgelerde daha fazla bulunmasından ötürü, pazar ekonomisiyle en çok bu bölgeler karşı karşıya bulunmaktadır.
Ekonomik bir arayış/boşluk yanında siyasi ve kültürel boşlukları da beraber yaşayan Sovyet müslümanlarının çoğu Türk kökenli olmalarından dolayı, bu yöndeki bir çok tercihlerini TC'yi model alarak yapma eğilimindeler. Son olarak cumhuriyetlerin aldıkları bir kararla latin alfabesinin kabulü bu hususta en belirgin örnektir. Bu bile cumhuriyetlerin yönlerini tayin ederken TC'den ne denli etkilendiklerinin somut bir göstergesidir. Bu gidişat, ekonomik, siyasi ve kültürel etkilenmeler yanında TC veya Suudi Arabistan modeli bir din anlayışının benimsenme tehlikesini de beraberinde getiriyor. Bu ise, İslam adına laik uyarlamaların gerçek dini anlaşılmaz kılınması ve islam'ın alternatif bir yaşam tarzı olmaktan çıkıp TC ve benzeri ülkelerde olduğu gibi, kapitalist restorasyonun onaylanması tehlikesine götürüyor.
Sonuç
Umudumuz o ki, Türkiye müslümanlarının tevhidi bir bilince ulaşabilmek için çabaladıkları uzun bir mücadele sürecinin olumsuzlukları bu bölgelerde de uzun süre yaşanmaz ve bu olumsuz süreç mümkün olduğunca kısa bir zamanda atlatılır. Sovyet müslümanları inşaallah kişisel ve toplumsal problemlerine hakiki çözümün ve rehberliğin ancak ve ancak vahyi doğrular çerçevesinde oluşturulabileceğini kısa zamanda kavrarlar.
Bölge halklarının ihtiyaçlarına ve kapitalizmden doğacak sorunlarına denenmiş bir başarısızlık ve haksızlık odağı olan sosyalist şablonlar çözüm olamaz. Tabii ki çözüm kapitalist sis tem içinde üretilen sahte katılım ve çoğulculuk ideolojileri de değildir. Dini beşeri ideolojilerin hakimiyet aracı olarak kullanmaya kalkışan makyavelist yaklaşımlar ise toplumların yaşamını daha çok karartacaklardır. Ortada tek bir çözüm var: İslam. İşte bu noktada biz muvahhid müslümanlara düşen görev, bulunduğumuz coğrafyalarda Allah'ın dininin şahitliğini yapmak, islam'ın sosyalleşmesi ve yaygınlaşması için mümkün olan tüm çabayı göstermek olmalıdır ki; sahte dinî anlayışlar, gerçek tevhidi doğrular karşısında varlık göstermesin, dinin hakiki yüzü ortaya çıksın ve iktidar olsun. Böylece arayış içindeki toplumlara ulaştırılacak mesajın tatmin edici bir örnekliği gösterilebilsin.
1. Bkz: George Urban. Sir Karl Popper ile mülakat. Yeni Forum, Sayı 267, Ağustos 1991.