Bir Tanıklık Romanı ya da Türkistan’a Edebiyattan Bakmak

Asım Öz

“Her on yılda bir küçük, her otuz yılda bir büyük Türk isyanı olur!”

Çin Atasözü

Ekonomik açıdan Avrupa ülkelerine rakip olacak düzeylerde gelişme potansiyelini elinde tutması, stratejik yönden son zamanlarda gene günün konusu haline gelen yeni seçenekleri yaşatıyor olması, özellikle nüfus bakımından dünyanın önde gelen iki ülkesinden biri olma konumundaki Çin’in -yaygın deyimle “uyanan dev”in- korku yaratan gücü, kamuoyunun ilgisini uyarmaktadır. Örneğin uluslararası analizlerde küreselleşen Çin fırtınasından sıkça söz edilmekte; büyüyen ekonomisinin bu ülkeyi yerel düzeyden küresel düzeye taşıdığına değinilmektedir. Dünya enerji tüketiminin yüzde kırkını oluşturan bu ülkenin Amerikan karşıtı rejimleri destekleyen ve Latin Amerika’da etki alanı oluşturan tutumuyla, yüzü aşkın uluslararası örgüte üye olmasıyla yarattığı güce dikkat çekilmektedir.

Bütün bunların yanında, Çin’in zulüm birikimi de önemli kuşkusuz. Ama Çin’in her yerde esip duran kuşatıcı etkisi, gerek tarihi gerekse güncelliğiyle başat bir sorunu, Türkistan sorununu karanlıkta bırakıyor ya da bu sorunun yeterince güncelleştirilmesini sekteye uğratıyor.

Edebiyat tarihinin en önemli problemleri ve romanların işlediği konular genellikle sosyolojik problemler olagelmiştir. Romanların anlaşılması; sadece yaratıcısının biyografisini, inançlarını ve ideallerini anlamakla mümkün değildir. Romanın anlaşılması; anlatılan bireysel olayları, kahramanların içinde bulundukları sosyal çevre, yaşadıkları olaylar, savundukları fikirler ve dönemin özellikleri gibi bir dizi çoklu faktörün anlaşılması ile mümkündür. Yazar, içinde yaşadığı dönemden, çağdan bağımsız değildir. “Pamuklu çamaşırlar moda olmakla ipek böceği nasıl koza yapmaktan vazgeçmezse sanatkâr da hiçbir şeye aldırmadan bildiği gibi kozasını yapmalıdır.” yönündeki görüşler, yazarın dış etkilere kapalı olmasını savunsa da değişen koşullarda yazara yüklenen aydın sorumluluğu ve yazarın kendini yeniden üretme sürecinde toplumdan/dünyadan ve toplumdaki/dünyadaki değişimlerden bağımsız olamayacağı gerçeği aşikârdır.

Güncel-siyasal olaylar nedeniyle dikkatlerin Doğu Türkistan’a çekildiği bir dönemde, yaşananların temelini kavramak bakımından köklü sanat geleneği romanın imkânlarından yararlanarak sorunu bir şekilde gündeme getiren örneklere de değinmek kaçınılmaz. Ne var ki, bu bile oradaki halka yapılan zulümlerin yoğunluğuna karşın gerekli yankıyı uyandırmaktan uzak kalabiliyor.

1931 yılında Mısır’ın el-Garbiye kentine bağlı Şerşabe’de dünyaya gelen Necib el-Kiylânî 1960 yılında tıp fakültesini bitirdi. Bir yandan mesleğini sürdürürken bir yandan da edebi çalışmalarını sürdürdü. Dünya İslami Edebiyat Birliği’nin de üyelerinden olan yazar 1994 yılında vefat etti. Necib el-Kiylânî’nin romanları incelendiğinde, toplumsal değişimin ipuçlarını verebilecek önemli olayları konu edindiğini, kimi zaman sorunlu da olsa politik bir perspektif çizdiğini görebiliriz.1 Yazarın roman ve hikâyelerindeki ana tema İslam dünyasının varoluş ve kimlik mücadelesidir. Bu özelliğiyle Necib el-Kiylânî romanları onun, toplumsal olaylarla ilgilenmesine yol açan sanat anlayışını en rahat ve en görünür biçimde verdiği eserleridir. Dolayısıyla Necib el-Kiylânî olayların kişilerin iç dünyasında uyandırdıkları yankı ve etkilerden oluşan ‘bireysel’ yaşantı değil kişilerin dış dünyada edindikleri deneyimlerden oluşan ‘toplumsal’ yaşantıyı önemsemekle öne çıkmıştır.

Yaşamın Yaşama Tanıklığı

Herhangi bir kültürel eser, kendini çevreleyen ekonomik, toplumsal, siyasal ve tarihsel koşullardan soyutlanamaz. Düşünceler ve kültürel eserler, ancak kendilerini oluşturan toplumun bütünsel gerçeği içinde açıklanabilir. Aynı şekilde tüm edebiyat eserlerini belirli bir toplumsal, ekonomik ve tarihsel yapı içerisine yerleştirmedikçe, gerek anlamlarını gerekse iletmek istedikleri mesajı anlamak mümkün değildir. Bu konuda Escarpit, “Edebiyat sosyo­lojisi, edebi eserlerden yola çıkarak sosyolojik hükümler vermeye çalışan bir anlayışın sonucu olarak ortaya çıkan bir bilgi dalıdır.” demektedir. (Escarpit,1968: 7)

Edebiyatın toplumsal gerçekliğin açıklanmasına katkısı yadsınamaz. Edebiyat, içinde doğduğu kültürü kendi toplumunun yanında diğer toplumlara tanıtarak yerelden evrensele doğru bir yol izler. Her eser sosyal bir olaydır. Edebi eserler bireyler tarafından üretilir ama aynı zamanda toplumsaldırlar. Edebi eserler bireyle toplum arasında bir iletişim aracıdırlar. Yazar eserin(d)e yalnızca toplumsal bilinci yansıtmaz; aksine toplumsal bilincin tutarsız bir biçimde yarattığı yapıları da tutarlılık düzeyine yükseltir.

Edebiyat eserleri özellikle de roman, sadece toplumun bir yansıması olmayıp yaratıcı sanatkârın bireysel bilinci aracılığıyla gerçekleşen karşılıklı bir etkileşimin ürünüdür. Eser, daha yaratılmadan okuyucunun etkisini taşır. Okuyucu beklentilerini, korkularını, ideallerini ve benzeri taleplerini pek çok araçla yazara dolaylı-dolaysız yollarla iletir. Yazar, toplumsal yaşamın yansımalarını kendinde toplar, eserine yansıtır. Bu anlamda edebi eserler aynı zamanda bağımsız bir estetik nesne olmaktan öte üretildikleri çağın ve dönemin tanığı da olurlar. Birçok tarihsel, sosyolojik, psikolojik incelemelerde yakalanamayacak insan zenginliğini, derinliğini edebiyat yapıtlarında bulduğumuz bir gerçektir. “Nasıl tanık olur edebiyat yaşama? Yaşamı resmederek değil elbette! Edebiyat yaşamın resmi değil onun bir parçasıdır. Yaşamı kendi edebiyle, yöneldiği sonsuzluk olanağı ile tanır, ortaya koyar edebiyat. Edebiyatın edebiyatlanması, onu yaşayan insana, kendisiyle, yazarla, edebiyat metniyle ortaya çıkan yaşamı anlatmasıdır. Zorlama olmayan edebiyat ürünü, ne yazarın ne okurun ne yayıncısının ne de içinde bulunduğu toplumsal-siyasal-ekonomik koşulların tümüyle denetimi altındadır.” (İnam, 2003; 22)

Varoluş Direnişi

Necib el-Kiylânî Türkistan Geceleri’nde yaşadığı zamanın sorunlarını görmezden gelerek geçmişe sığınmak yerine yaşamsal sorunların üzerine gidiyor. Hayatın küçük manzaralarına da bakıyor, büyük gerçeklerine de; “büyük gerçeklere”, yaşanmışlıktan gelen bilgilerden yararlanarak baktığı gibi bir sosyolog olarak da bakıyor. Teklifler de getiriyor lakin çoğu zaman da eleştirmekle yetiniyor. Başka türlü olabilir miydi? Marks’ın o unutulmaz cümlesini hatırlıyorum: “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama keyfi olarak seçtikleri koşullar içinde değil, veri koşullar içinde, geçmişten miras alınmış koşullar içinde.” Necib el-Kiylânî “veri koşullar”ı, “geçmişten miras alınmış koşullar”ı değerlendirerek yaşanan gerçekliği eleştirmeyi çok iyi yapıyor. Romanında yazınsal dile sık sık boş veriyor, makale diliyle (“kullanmalık dil”) tamamen gerçek kişiler üzerine oturtarak yazıyor romanını.

Edebiyatta apayrı bir tür olduğu varsayılan “anahtar romanlar”dan, bir başka deyişle, başlıca kurmaca kahramanların gerçek yaşamdaki kişileri neredeyse bire bir yansıttığı türden bir roman Türkistan Geceleri. İlk düzlemde, bu türün, “yaşam” olgusuyla “sanat” etkinliği arasında, “temsiliyet” açısından, kaçınılmaz bir çatışma koparmasından kaynaklanıyor. Bu türde deyim yerindeyse, “düşsel” olmakla yetinmeyen ve yansıtmaya çalıştığı gerçeklik adına söz alan, kolay kolay yadsınamayacak edebî bir tanıklık havası vardır. Dolayısıyla romandaki kurmaca karakterlerin gerçeklik düzleminden koparılarak karmaşık dönüştürme işlemleriyle yazınsal metnin harcına karıştığına ilişkin kimi ilginç saptamalara yer vermediğini düşünüyorum. Peki, “düşsel” olana başvurmamak anlatı karakterlerini ille de gerçeklik alanından devşirmek ne tür bir güdülenmenin sonucu olabilir? Böyle bir türde yapıt vermeyi seçmiş yazar, acaba gerçekliğin baskısını üzerinden atamayacak ölçüde hissettiği için mi öncelikle bu türde yazmaya karar vermiştir? Bir başka deyişle yazar, yaşanılan gerçeğin aynı zamanda olduğu gibi anlatılması konusunda öylesine güçlü ve karşı konulmaz ruhsal yönlendirmeler taşımaktadır ki, karakterlerinin gerçek kişilere benzerliği ve de bu benzerliğin doğuracağı olası sonuçlar onu ancak ikinci derecede ilgilendirmektedir. Bir başka olasılıksa yazarın gerçek kişilerin duygu ve düşüncelerini, bir kurmaca yapıta doğrudan yansıyacak ölçüde aslî sayması ve yapıtının dinamiğini söz konusu karakter/ler/in birbirleriyle çatışan görüş ve duyuş ayrılıklarına dayandırmasıdır.

Psikolojik ve sosyolojik çözümlere son derece uygun olan Türkistan Geceleri bir romandan çok Türkistan’ın gerçek öyküsüdür. 1931–1951 yılları arasında, uzak bir kuzey ülkesi Türkistan’da başlayan ve dinmeyen bir direnişin tarih sayfalarında saklanan öyküsüdür. Türkistan’ın doğu ve batı olarak ikiye ayrılışını sömürgecilikle irtibatlandırır yazar; daha çok bu kuzey ülkesinin doğusunda yaşananlara odaklanır romanında. Fransızlar, bu türden yazılara témoignage (tanıklık edebiyatı) derler; o yerde bulunmuş, görmüş ya da öğrenmiş olmak anlamında. Öz yaşam öyküsü, röportaj, hatta hikâye tarzında olabilir, çeşitli türlerle kesişir bu anlatım. Ancak temeli olgulara dayanır; tutkuyla yaşanmış ve ahlaki bir zorunlulukla, bitmek tükenmek bilmeyen bir iyimserlikle, işitenlerin ilgi göstereceği, hatta bir şeyler yapacağı umuduyla katliamın ortasında açan bir çiçek gibi kök salar. İşkence uygulayan bir kültürde nasıl yaşandığını, zulmün toplumsal ve siyasal hayata yeniden dayatılmasının bireysel ve kolektif ne gibi etkileri olduğunu “edebiyata” özgü sezgi ve ayrıntıyla bize açıklıyor. Şu halde, Türkistan Geceleri tipik bir “tanıklık edebiyatı” ürünüdür ve kendi türsel sınırlarının ötesine işaret etmez.

“Yeni Sömürge” ya da Sinkiang’da Hayat

Önce romanın oturduğu tarihi ve toplumsal gerçekliği ortaya koymak gerekiyor. Doğu Türkistan’da 1931 yılında Kumul kentinde bağımsızlık mücadelesi başlamıştır. Ülkenin bütün bölgelerindeki Çinlilere karşı zafer kazanılmıştır. 12 Kasım 1933’te Kaşgar’da Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulmuş, Hoca Hacı Niyaz cumhurbaşkanı olmuş ve Kaşgar başkent ilan edilmiştir. Doğu Türkistan’da bağımsız bir devletin kurulması hem Çin hem de Sovyetler Birliği’ni endişeye düşürmüştür. Sovyetler Birliği; Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını kazanmasının kendi egemenliğinde bulunan Batı Türkistan’a örnek olmasından çekinmiştir. Bu nedenle isyanın çıkışına destek verdiği halde Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra Çin ile anlaşması yolunda telkinlerde bulunmaya başlamıştır. Neticede, Sovyetler Birliği ve Çin işbirliği ile Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti ortadan kaldırılmıştır. Bağımsızlık ve hürriyet yolundaki mücadelesine devam eden Doğu Türkistan halkı, 1944 yılında Gulca’da milliyetçi Çinlilere karşı yine galip gelmiştir. Aynı zamanda Sovyet–Alman savaşı Sovyetler lehine gelişmektedir. Doğu Türkistan’daki ayaklanmaya destek veren Sovyetler Gulca’da 1944 yılı Ekim ayında Şarkî Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulmasına yardımcı olmuştur. Gulca, Tarbagatay ve İli şehirlerini içine alan bu cumhuriyet yeni olmasına rağmen bölgedeki Çin kuvvetlerini bozguna uğratmıştır. Sovyetler bu hızlı gelişmelerden korkup bu cumhuriyetin yöneticilerini Çinliler ile anlaşmaya zorlamıştır. 1946 yılında iki hükümet arasında 11 maddelik bir metin imzalanıp birleşik hükümet kurulmuştur. Böylece bu devlet de Sovyetlerin olumsuz tutumu neticesinde ortadan kalkmıştır.

Doğu Türkistan’da birleşik hükümetin kurulmasından sonra Çin, bölgenin güneyinde Çinlileştirme politikası takip etmeye başlamıştır. Çin’in bu politikası Doğu Türkistan halkının Sovyetlere ılımlı bakmasına sebep olmuştur. Çin nüfuz alanını Ruslara kaptırmamak için idareyi milliyetçilere bırakmıştır. 1948’de Doğu Türkistan’da bulunan Çin silahlı kuvvetleri başkumandanı bir beyanname yayınlayarak yerli milliyetçilerin Sovyet taraftarlarından daha tehlikeli olduğunu ifade etmiştir. Bu gelişme üzerine milli hükümet görevden el çektirilerek yerine Sovyet yanlısı bir hükümet göreve getirilmiştir. Bu arada Mao yavaş yavaş Çin’e hâkim olmayı başarmıştır. Mao Zedong (1893–1976) “Kültür Devrimi”ni gerçekleştirdiğinde (1949), Marksizm’in ‘Çinlileştirilmesi’ için bazı radikal kararlar almıştı. Kırsal kesimden başlayan ‘devrim’ büyük kentleri kapsayacak, ülkenin bütünü köylülükten gelen bir anlayışla ‘eşitlik ve özgürlük’ sahibi olacaktı. Onlarca yıl Çin’in kendi gelenekleri, günlük yaşam biçimi, yerel inanışları, siyasi tarihi ve tüm değerleri Marksist gözlükle yeniden tanımlandı, politik ilkeler/kararlar bu doğrultuda alındı. 1970’li yıllara kadar ‘eskiye’ ait ne varsa bir çırpıda silindi, gözden düşürüldü, bir kenara fırlatıldı. Her şey yeniden yapılandırılıyordu artık. Benzer uygulamalar Türkistan’da da yaşandı. 1949 Eylül’ünde Doğu Türkistan’daki Çin birlikleri komünist Çin hükümetine bağlılıklarını bildirmişlerdir. Böylece Çin hiçbir askeri güç kullanmadan Doğu Türkistan’ı işgal etmiştir. Çin yayılmacılığına karşı 1951 yılında Osman Batur’un da içerisinde bulunduğu Türkistanlılar bir direniş hareketi başlattılar. (Gömeç, 79)

Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında kalan topraklar Türkistan sınırları içinde kalmaktadır ve bu nedenle de tarihin her döneminde Çinliler ile Ruslar arasındaki hegemonya çekişmelerinde ele geçirilmek istenen alanlar olarak gündeme gelmişlerdir. Müslümanların tarihlerinden habersiz oluşlarına değinen Necib el-Kiylânî yaşananları Endülüs acısını anımsatarak ortaya koyar: “Türkistan, uzak bir kuzey ülkesiydi. Sömürgeciler bu güzel ülkeyi Doğu Türkistan ve Batı Türkistan olarak iki parçaya bölmüşler. Ruslar Batı Türkistan’ı işgal edip Sovyetlere Çinliler de Doğu Türkistan’a girip, burayı kendi sınırlarına katmışlar; ‘yeni yer’ anlamına gelen Singianig diye de adlandırmışlar. Tabii bütün bunlar olurken, sosyalizmin iki hain pençesi Türkistan’ı boydan boya tırmalamaya başlamış. Neticede Allah adının yükseldiği; tarihi, şeref ve şanı büyük bir ikinci Endülüs İslam ülkesini daha yok etmiştir.” (Kiylânî, 2000; 9)

Roman, kitabın yazarı Necib el-Kiylânî’nin Mekke’de Mustafa Murat Hazret’le karşılaşmasıyla başlıyor. Mustafa Murat Hazret, Türkistan’ın canlı bir tarihi olacak kadar yaşlıdır. Kendini Türkistan gerçeğini, acılarını anlatmaya adamıştır. Bir yandan Ruslar Batı Türkistan’a saldırıyorlar, diğer yandan Çinliler... Tabii sadece savaş değil onların yaptıkları. Halkı asimile etmeye çalışıyorlar. Çinli valilerin ve diğer yöneticilerin kötü davranmaları üzerine 1931 yılında Hoca Niyaz Hacı liderliğinde, Kumul’da (Hami) bir isyan patlak vermiştir. Doğu Türkistan’daki bağımsızlık hareketlerinin Batı Türkistan’a taşınmasından korkan Sovyetler, Çin’e yardım etmeye başlamıştır. Romanda Hoca Niyaz ve Osman Batur hem kişilikleri hem de gönüllü savaşçılara önderlik ederek direnişi örgütlemeleri ve sürüklemeleri açısından kahraman birer komutan olarak anlatılmış. (Kiylânî; 2000, 195-197) Romanın sonunda yığınla düşmana dayanamayıp Keşmir’e kaçmaya karar veriyorlar. Tabii çok azı oraya ulaşabiliyor. M. Murat Hazret bunlardan biridir. Doğu Türkistan’dan göç etme nedenlerinin başında can güvenliğinin olmaması gelmektedir. Özellikle 1949’da Mao-Zedung’un komünist devriminden sonra Çin, Doğu Türkistan bölgesinde halkın kültürünü yok etmeye dönük et­kinliklerini giderek artırmaya başladı. Bu eziyetlerin had safhaya ulaşması sonucunda bölgede yaşayan insanlardan bir kısmı canlarını kurtarabilmek için başka ülkelere sığınmaya karar verirler. Mehmet Emin Buğra, İsa Yusuf Alptekin gibi isimler Keşmir üzerinden Türkiye’ye kaçarlar. Ancak kaçan 2000 kişiden çok azı Türkiye’ye ulaşabilir. (Gömeç, 82)

Türkistan Geceleri, siyasal yanı ağır basan bir roman. Bir tarih özeti de diyebiliriz. Türkistan Geceleri, Rus ve Çin işgalleri dolayısıyla acılar içinde acılar yaşayan Türkistan halkının direnişinin öyküsü.2 Yazarın sarsmak, silkelemek istediği bir şeyler var kanımca. Yazarın diğer romanları ile birlikte düşünüldüğünde bir açıdan devam, bir açıdan yeni bir ivme diyelim. Uzun bir yazma serüveninin devamı, belirlenmiş angaje bir içerik barındırıyor. Özde yenilikler denemiyor. Anlatımcılık da önemli bir özellik. Direnişle sarsılan işgalci gecenin temelini içinde bulunduğu yılların bilinci ile çoğunlukla da Soğuk Savaş yıllarından bildiğimiz sosyalizm karşıtlığını da kurgunun içine ana unsur olarak katan bir roman denemesi. Dikkat edilirse yazarın romanlarında hep bu tarz organize kötülük odakları ve yaşamsal karşılık var. Bilinçle kuşatılmış, zihinle sınırlandırılmış romanlar değil. Kapalı değil kısacası. Hayata açılan, göndermeler yapan anlatımlar/kurgular oluşturuyor romanlarını. Türkistan coğrafyasında yaşayanların hayatındaki olaylar, küçük trajediler, sevinçler, yalnızlıklar, gidiş-gelişler ve duraksamalar da yer alıyor direnişle birlikte. Çağını tanımayı, ona hakkıyla tanıklık etmeyi dileyen çağdaş bir bilincin içe dönük çelişkileri ve dramı! Yazarın kalemi, öykünün çerçevesini çizmeyi sürdürüyor… Kanla, körpe bedenlerle beslenen, yoğun ve karanlık bir gece! Coğrafyada yerimiz neresi olursa olsun bu savaş “bilincin” üstüne çöreklenmiş kapkara bir gölge! Büyük küçük nice nice ülke, Türkistan dramı önünde takındığı tavırla öz sınırlarını korumuş oluyor ya da olacak. Aynı düşmana karşı ortak bir direniş bu! Gecenin, yani işgalin önünde yüksek sesle söylenecek ‘evet’ ya da ‘hayır’, bir yaşantının bozgunu; değilse eğer, tarih önünde temize çıkışı! Yazarın yüklendiği sorumluluk, çağını susarak geçiştirmenin bir anlamda suça katılmak demek olduğu yolundaki evrensel ilkeden kaynaklanıyor. Dolayısıyla, Türkistan Geceleri, bir yaşam bilânçosunun altındaki kalın toplam çizgisi özelliği taşımakta.

Romanda Mao adı geçmez ama yaşananlar anlatılır. Bu arada ateizmle özdeşleşen komünizm için de yoğun eleştiri hicivlemeler var. Türkistan Geceleri böyle bir dönemin edebiyat açısından eleştirel tanımsallığını üstlenmiş. Necib el-Kiylânî Türkistan Müslümanlarının yeniden ‘kendi özüne’ dönmesini imleyen siyasal göndermelerle yazmış romanını. Rus ve Çin işgalleri yüzünden Türkistanlıların kendi ‘özleriyle’ barışık yaşayamadıklarını, tarihlerindeki gelenekleri unutmak zorunda kaldıklarını, günlük yaşamlarındaki değerleri dışladıklarını olay örgüsü içerisinde dengeli bir zaman kavramı anlayışıyla dile getiriyor. Metnin tamamında aksiyon/hareket/devinim bilinçli bir anlatımla ‘konuyla’ örtüştürülüyor.

Bir davranış tarzının ifadesi olan edebi eseri bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Eser, yazarın, hayata, topluma ve insana bakış tarzını ifade ettiği bir kompozisyondur. Necib el-Kiylânî’nin Türkistan Geceleri romanına bu amaçla bakarak, bu eserde hayata, topluma ve insana bakışındaki özellikleri bulmaya çalıştık. Yazımızı kitaptan bir alıntı ile noktalayalım: “Yenildik Necmetülleyl, yenildik. Ama kaybetmedik. Ben varsam, sen varsan ve Hoca Niyazlar büyüyorsa gecenin karanlık örtüsü kıpırdıyor demektir.”

 

Dipnotlar:

1- Laurent Mignon, Ana Metne Taşınan Dipnotlar adlı çalışmasında Necib el-Kiylânî’nin önemli yapıtlarından Yahudinin Kanlı Çöreği: Getto adıyla Türkçeye çevrilen tarihi romanını analiz ederek, onun bu eserinde kullandığı biçim ve yöntemleri ayrıntılarıyla inceler. Mignon söz konusu çalışmasıyla önemli bir kaynak ve başvuru kitabı niteliğinde bir metin çıkartmış ortaya. Necib el-Kiylânî’nin romanında yer alan antisemit mitlerin doğrudan Avrupalı antisemit literatürden aktarıldığına dair eleştiriler burada anımsanabilir. (Mignon, 2009; 242)

2- Çin’in milliyetler politikası Sovyet modelinden esinlenmekle birlikte uygulamada daha ihtiyatlı, daha kısıtlamacı olmuştur. Bu tutum ise imparatorluk bakiyesi merkeziyetçi yönetim geleneğinin Halk Cumhuriyeti kurumları içine yerleşmiş olmasından kaynaklanır. (Jan; 1997, 247)

 

KAYNAKÇA

İNAM, Ahmet (2003) Edebiyatını Yitirmiş Edebiyat, Doğu-Batı, Sayı: 2003/22, Doğu Batı Yay., Ankara.

ESCARPİT, Robert (1968) Edebiyat Sosyolojisi, Çev: Ali Türkay Yazıcı, İstanbul: Remzi Kitabevi.

EL-KİYLÂNÎ, Necib (2000) Türkistan Geceleri, Çev: Necat Çavuş, Özgün Yay., İstanbul.

MİGNON, Laurent (2009) Ana Metne Taşınan Dipnotlar, İletişim Yay., İstanbul.

JAN Michel (1997) “Çin’de Yaşayan Türkdilli Nüfusa Uygulanan Pekin Politikası”, Unutkan Tarih Sovyet Sonrası Türkdilli Alan, Hazırlayan: Semih Vaner, Çev: Ercan Eyü­boğlu, Metis Yay., İstanbul.

GÖMEÇ, Saadettin (ty) Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, Akçağ Yay., Ankara.