Ortada heder olan yıllar mı var?
zaman rüzgâr kanatlı atlar gibi mi geçti,
vefamızı aramıza giren dağlar denizler mi biçti?
Sevgili Ü,
Bir gittin pir gittin diye başladığın mektubunu aldım. Tembih ettiğin üzere her satırını üç, bitirdikten sonra beş kez tekrar ederek okudum. İçine bıraktığın kurutulmuş gülleri kokladım. Anlamakta zorlandığı kelimeler için sözlüğe baktım. Bu kadar karmaşık yazmak zorunda mıydın? Zira karmaşadan, kaos ve kumpastan bunaldığımız şu sanal çağda öze, özete, içtene öylesine muhtacız ki... Ama üzülme sana en iç açıcı satırlarla sesleneceğim, gönlümü açtığım gönlüne söz dinletmeye hazır mısın?
Ayşe'min hüznünde
Hani hep derler ya ruh hekimleri bir problem varsa çocukluğuna in ve sorunu keşfet diye; keşke o kadar kolay olsaydı her şey. Çocukken neyin yoksulluğunu çekmişsek arar bulurduk, unutulayazmış özlemlerimizi, beklentilerimizi gün yüzüne çıkartır, avuturduk yüreğimizi.. Bu sandığımız kadar da güç değildi üstelik. Mesela benim küçük bir kızken oyuncak bebeklere ilgim vardı bir hayli. İlle de ipek saçlı, süslü püslü, ağlayıp güleninden değil, şu çarşı pazarda, işporta tezgahlarında satılan naylon bebeklerden her hangi birine sahip olabilmekti tek arzum. Annemle ne zaman pazara çıksak utana sıkıla parmağımla naylon bebekleri işaret ederdim. Annem çoğu zaman bir sebze tezgahının başında turşuluk biber ya da salatalık sert domates seçmekle meşgul olduğundan ya duymazdı beni, ya da ben anlaşılmadığımı sanırdım. Böyle böyle kaç naylon bebekte takılı kalmıştı bakışlarım. Elinde naylon bir bebekle evinin yolunu tutan bir kız çocuğu görmeyeyim, dünya başıma yıkılırdı. Ama afra tafra yapamazdım yine de. Sadece bir dahaki pazara annemin beni duyacağı umuduyla avunurdum. On iki yaşında mıydım neydim, bir gün yine annem bir sebze tezgahından imam bayıldılık patlıcan seçerken elindeki patlıcanları fütursuzca fırlattı ve parmağımla işaret ettiğim oyuncakçının başına dikildi. Gözlerime inanamadım. Adeta nutkum tutulmuş gibi izliyordum. Annem şeffaf plastik poşetlere geçirilmiş, onlarca oyuncak bebekten onu mu istersin bunu mu demeden elinde öylesine evirip çevirdiği naylon bebeğin parasını ödeyerek elime tutuşturdu. Boncuk mavisi gözleri, diş fırçası gibi kirpikleri, iki yanağında bir lira büyüklüğünde kırmızı daireleri olan pespembe bir bebekti bu. Yüzünde gülümsemesi yarım kalmış, dünyaya neden geldiğini pek anlayamamışçasına bakan adi naylondan bir bebek. Onu ilk andan sevgiyle göğsüme bastım. Mutsuzluğunu elbisesi olmadığına yordum. Eve gelir gelmez paçavralardan bir elbise dikmesini istedim annemden. O da fazla masraflı olduğuma söylenerek dallı güllü soluk bir basma parçasını bebeğimin üzerine tuttu ve daracık, bir daha çıkarılması mümkün olmayan, eteği mini mini bir elbise biçip dikti. Oysa dantelalı, eteği volanlı şık bir elbisesi olsun isterdim. O kadarına razı oldum tabii. O günden sonra dudaklarındaki yarım gülümseme yüzüne yayılsın diye yedirdim içirdim, akladım pakladım bebeğimi. Öyle ki zavallıcığın bahçe çeşmesinde günde beş vakit Mintaks'la yıkanıp çamaşır ipine asılmaktan bir haftada rengi soldu. Pembeliğinden eser kalmadı. Elbisesi iyice kısaldı. Burnu delindi ve eskisinden de mutsuz görünür oldu. Annem malımın kıymetini bilmediğimden dert yandı; bense bebeğimin yüzündeki hüzne alışamadığımdan...
İşte o gün bugündür içimde gülümseyen naylon bebeklere dair bir ukde kaldığından mıdır nedir, içten gülümsemeler arayıp durdum insan yüzlerinde. Buldun mu diyeceksin... Acelen ne anlatacağım. Naylon bebeğimi eve getirir getirmez uzun uzun düşünmüş adını Ayşe koymuştum. Halbuki Yeliz, Meliz, Selin, Pelin gibi adlar da geçmemiş değildi aklımdan. Ama o isimlerin bu donuk yüzlü bebeğe yakışmayacağına adının olsa olsa ya Ayşe ya da Fadime olabileceğine kanaat getirmiştim. Gerçi annemin diktiği mini elbise Ayşe'ye ters düşmüştü ama başka da çarem yoktu. Ayşe'yle kaç zaman beraber olduk, kaç gece sarılıp yattık, birbirimize ne masallar öyküler anlattık tam hatırlamıyorum. Galiba benden yıllarca sonra dünyaya gelen küçük kardeşimin hışmına uğramış paramparça bir halde çöpü boylamıştı. Evde ben dahil yokluğunu fark eden bile olmadı. Ama zaman içinde Ayşe'min duruşu bakışı, yarım kalan tebessümü gelip benim duruşuma, bakışlarıma ve tebessümüme sirayet etmesin mi! Ne tuhaf, aynalara baktıkça kendimde Ayşe'yi görüyordum. Dudaklarımda yarım kalmış bir gülümseme, dünyaya beyhude bakan gözler... Üstelik annemin ağzına da bir 'Ayşe kılıklı' lafı gelip oturmuştu. Ayşe kılıklı şunu getir, Ayşe kılıklı bunu götür diye söylenip duruyordu evin içinde. O söylemese elimi hiç bir işe sürmüyordum ki. Herkese, her şeye bir ilgisizlik bir sevgisizlik. Boşlukta sallanıp duran ve gün geçtikçe ışığı tükenen antika kandillere benzetiyordum kendimi.
Ta ki Subaşı'ndaki öğrenci evimizin kapısına varıncaya kadar sürdü zamanın hercümercine duyumsadığım kırılganlık... Ta ki birlikte selamladığımız nisana kadar...
Akasya iş Hanı'nın teras katında bulunan öğrenci evimizi; çağcıl münzeviliklere veda ettiğimiz o mübarek günleri hatırla. Hani her şeyin acemisiydik; gardırobumuzdan yolda yürüyüş şeklimize, gülüşümüzden ses tonumuza, çantamızdan çorabımızdan, yediğimiz bisküvi markalarına kadar her şeyi, her objeyi irdeleyip duruyorduk. Her gün okuduğumuz fakat sonrasında sofra altı bile olmaya yaramayacağını anladığımız gazetelere dergilere, sigara altı basık okul lokallerine, geveze oğlanların, parfüm kokulu kızların uğrak yeri kafelere, yazın Ege'ye mi Akdeniz'e mi insek tatilimizi ucuza getiririz tasarımlarına, bir gram kilo almamak için yeşil salata, yulaflı galeta ve diyet kolaya talim ettiğimiz açlık öğünlerimize ve o kutlu nisanla ailelerimizden aldığımız tehditvari telefon ve mektuplara, bunların derdi hayatlarını mahvetmekten başka bir şey değil diyerek başörtülerimiz ve yerleri süpüren pardösülerimizle alay eden dostlarımıza, iş ve okul arkadaşlarımıza resti çektiğimiz o günlere bir kayıt düş. Ve dönüp baktığında derin bir sızı mı yoksa tatlı bir huzur mu doluyor kalbine; ne varsa, korkma koy ortaya...
Öğrenci evinde son gece...
Zira müphem her sızı olgunlaşmamış bir yaşanmışlığın, kıraç yalnızlıkların habercisidir. İstedim ki, öğrenci evlerimizin anahtarını bizden sonrakilere devredip koca koca köylere, kentlere, ülkelere açıldığımızda, okuduklarımızla kendimizi allamei cihan zannedip durağanlaşmayalım. Hatmettiklerimizle kendimize bile yabancılaşmayalım. Görüşmeyeli kaç yıl oldu? Akasya İş Hanı'ndaki öğrenci evimizde geçirdiğim o son akşam düşüyor da aklıma. Bir başınaydım. Bavulumu hazırlamak ve bir an önce bu hayalet evi terk etmek için acele ediyordum ya; o göz yaşlarımızın, tebessümlerimizin sindiği duvarlara, yerdeki eski halılara, pencereleri sıkı sıkıya örten soluk perdelere, üzerine yattığımızda yayları sırtımızı delen kanepelere vefasızlık ediyormuşum gibi acıklı ve dokunaklıydım. Dakikalar ilerledikçe içimdeki ayartıcı öfke sağanağına karşı koymakta zorlanıyordum. Öyle ki geri sayım bitmiş ve pencereden uzaya fırlatılmış bir füzeydim de koca kainatta konacak bir gezegen bulamıyordum. Bavuluma eşyalarımı öylesine tıkıştırırken verip veriştiriyordum okulumuzu, öğrenciliğimizi kaosa, kabusa çevirenlere. En çok da han sahibinin ve komşularımızın bizi kırıp döken sözleri belirginleşiyordu zihnimde. Hani her fırsatta derdimizin okumak olmadığını söylerler, özgürlük eylemlerimizi şov olarak nitelendirirlerdi ya, karşılarına eli sopalı dikilemediğime yanıyordum. Bir ayağı hacda, diğeri umrede, hali vakti yerinde, yaşlı başlı han sahibi Kemal amcayla yıldızımız hiç barışmamıştı zaten. Onun nazarında hanım hanımcık olmayı bilmeyen ucube kızlardık ya... Bizi yolda beride görse kafasını çevirir, kira zamanlarında da kapımıza hep karısını gönderirdi. O da eli tetikte gerillalarla iş görüyormuş gibi kirayı alıp sıvışırdı hemen. Halbuki Kemal amca kendisi teşrif etseydi ona elimizi attığımız her çekmeceden, dolap içlerinden, ranza ve halı altlarından fışkıran hamam böceklerini, her yağmurda şıpır şıpır akan çatımızı, rutubetten pul pul olup dökülen duvarlarımızı göstermek isterdim. Şiddetli rüzgarlarda aniden açılan pencerelerimizle gulyabanili kabuslara aralanan gecelerimizi anlatabilirdim. Dünya malının faniliğini, hakkı ve adaleti yaygınlaştırmak için uğraşıp didinen öğrencilere destek olmanın faziletlerini sıralayabilirdim; kira bedelimizin üç beş gün gecikmesiyle servetlerine halel gelmeyeceğini de... Ama iki lafından birinde 'beyim bilir, beyim bilir' deyip duran İsmigül teyzeyle hasbıhal etmek öyle kolay değildi ki.... Üstelik onlara haksızlık olurdu bu.
/Zira hiç bir kapı ardına kadar açılmıyordu bize. Hiç bir adres için gönül rahatlığıyla yollara düşemiyorduk. Hiç bir dost eli beklediğimiz sıcaklıkta değildi ve aradığımız gülümseme yoktu hiç bir dost çehresinde.../
Öğrenci evimiz daha biz içinden çıkmadan iki çocuklu bir aileye kiralanmıştı. Adam emniyet personelindenmiş. (Acaba evimizi denetimleri sırasında mı gözüne kestirmişti?) Oysa bizden sonra anılarımızın izlerini sürecek, sabahlara kadar okumaktan gözleri ağrıyan, korku mahfillerinden uzak, yengisiz, umutlu, sevdalı ve alabildiğine direngen kızlar yaşamalıydı yine bu duvarlar arasında...
O akşam evimiz taptaze hatıralar diyarı... Nesrin'in seccadesi, Asuman'ın Filistin kartpostalları, Leyla'nın Ribatlar'ı öylesine saçılmışlar her bir köşeye. Yalnızca senden bir esinti yoktu. Bavulunu itinayla hazırlamış olmalıydın. Böyle anlarda bile kuralcılığına şaştım.
Dışarısı karanlıktı ve hayli rüzgarlıydı hava. Bavulum ağırdı, terminal uzaktı. Minibüs durağına kadar yürümem gerekecekti. Başörtümü rüzgar uçurmasın diye en az on iğneyle tutturdum. Ve kapıyı çekip besmeleyle merdivenlere yürüdüm. Seninle defalarca geçtiğimiz Nergis Sokak'tan Ordu Caddesi'ne indim. Vakit henüz erken sayılırdı. Akşam saatlerinde güzel olurdu bu şehir. Son saatlerimde havasını doyasıya teneffüs edeyim, kaldırımlarını incitmeden geçeyim istiyordum. Fakat yıllarımı, düşlerimi, imgelerimi, ümit ve dualarımı paylaştığım şehrime hızla yabancılaştığımı fark ediyordum. Belki tek başınalığımdandı. Birilerini rüzgar gülüne benzetişimdendi efkarım. İçimde hüzzam makamında ezgiler çağıldayıp duruyordu. Alış veriş merkezlerinin camlarına asılmış indirimli ürün listeleri ilgimi çekmiyordu artık. Evlerden dışarı taşan haber bültenleri kulaklarımı tırmalıyordu. Birkaç kuruş bahşiş uğruna bavulumu taşımak isteyen tinerci çocuklara acıyamıyordum. Yanımdan geçerken sanki yalnızlığımı pekiştirmek istercesine birbirlerine sımsıkı sarılan ve yabani gözlerle beni süzen çiftlere düşmandım. Hacıbaba Lahmacun Salonu tıklım tıklım doluydu. Elimiz para gördüğünde oturduğumuz cam kenarındaki masada başkaları oturuyordu şimdi. Açlıktan kıyılan midem için sıcak bir tas çorba, gideceğim adreste netlik ve güvendelik isteğimi her vedada bir parça hüzün ve acı olduğuyla geçiştirmeye çalışıyordum. Fakat yürüdükçe, beni öğrenci evimizden uzaklaştıran her adımla bir korku heyulasına tutuluyordum. Sanki karşıma, karanlığın içinden gerilim filmlerinde izlediğimiz o habis kahramanlardan biri çıkıverecekti ansızın. Ya da rüzgardan sağa sola savrulup duran omuz çantama bir yankesici göz dikecek, hoyratça çekip alacaktı. Cüzdanımda yalnızca otobüs biletim ve az sonra bineceğim minibüse yetecek kadar param olduğu alnımda yazmıyordu ki...
İşte öğrenci evimizden kopuşun özeti sevgili Ü... O gece terminale ulaşabildim mi? Uğradığım adreslerde özentisiz bir misafir kabulüyle mi, yoksa mahalleden biri gibi mi karşılandım? O yüreğimize düşen ilk cemre ateşi söndü mü alevlendi mi? Evlerimiz, evliliklerimiz, iş yaşamımız, anneliğimiz, marjinal kalma fobimiz, makam mevki kariyer tutkumuz, sisteme entegrasyonumuz, düzen tertip temizlik takıntılarımız, iyi bir ev, araba hülyalarımız, alınganlıklarımız, basit polemiklerimiz, gülünç megalomanlıklarımız ve daha nicesi güzel kul, güzel insan olma hedefimizden kopardı mı bizi?
Seni bilmem ama ben zaman içinde test edip durdum bunları. İstedim ki zamanın her anında, arzın her yanında o nisansı sevdamızla var olalım. İstedim ki, yüreği gözlerine vurmuş, vakarlı ve riyasız, elleri dokunulası, omzuna yaslanılası sevdiklerimiz olsun. Aklımıza düştüklerinde, adlarını andığımızda elimiz telefonlara, kapı zillerine sakınımsız uzansın. Biz olmanın ahengiyle ivedi düşebilelim yola. İstedim ki, ilk karşılaşmada bile bir bakış, bir kucaklaşma vefa adresine götürsün bizi. Kutsallarımız aynı, birbirimize tuttuğumuz aynada toz, sis perdeleri yoksa kenetlensin ellerimiz, yüreklerimiz. Yanlış mı söyledim? Ödünsüz kimlikler için çok mu yüzeysel bir bakış, romantik armoniler mi bahsettiğim? Yıllar boyunca, gönlüm hep öğrenci evimizdeki o ulvi hislerin an be an yaşatılmasından ve yaşandığını görmekten yanaydı ya; yine de çevremde olup bitene, olumsuz misallere şerh düşmekten alıkoyamadım kendimi. Öyle ki görmezden gelindikçe sıradanlaşan, sıradanlaştıkça devasalaşan ve başımıza püsküllü bela kesilen problemlerimize kayıtsız kalamıyordum, dilimi tutamıyordum. Ve tutunamıyordum tabii ki. Kimse kendi çıkmazını, girdaplarını görmekten yana değil neden?
/Yüzlerinde görmek istedikçe içtenliği insanların hep la havle ve la kuvvete duydu kulaklarım. Gün geçtikçe artıyorsa öğrenci evimize inelim diye tutturmalarım, suç benim mi?/
Aslıhan'ın Evinde
Geçen mayıs mıydı?
Kışın hiç bitmeyeceğini sandığım kasvetli günlerinden sonra güneşli bir güne uyanmak içimi ürpertmişti. Birden şehri dolaşmak, ağacı, taşı, kuşu, bulutu selamlamak, yüreğimde ben yamadıkça büyümekte inat eden boşluğa meydan okumak isteğiyle doldum. Aklıma yüzlerce düşünce üşüştü. Birilerine ulaşmak, dertleşip söyleşmek istiyordum. Tuhaf bir güvende olma isteği de denebilirdi haleti ruhiyeme... Fırsat bu fırsat deyip çıktım evden. Öğle namazını Sultan Ahmet'te kıldım. Caminin bahçesindeki ankesörlü telefonun karşısına oturup uzun uzun düşündüm. Hanidir yüzünü görmediğim, sesini duymadığım belki hatırlar da arar diye bekleyip durduğum fakat yalnızca zamana yenildiğim öyle çok arkadaşım vardı ki bu şehirde. Ona mı gitsem, bunu mu arasam... Sonunda aklımda belirlediğim üç-beş isim arasında kura çektim. Aslıhan çıktı şansıma. Ankesöre uzandım. Ağır ağır tuşladım. Bir alo deyişiyle tanıdım Aslıhan'ı. Görüşmeyeli en az bir buçuk yıl geçmişti ama aradığıma hiç şaşırmamış gibiydi. Sanki dün birlikteymişiz gibi rahat ve heyecansızdı sesi. Görüşme isteğimi, tabii gelebilirsin, müsaidim diyerek karşıladı. Nereden baksan iki saatlik yol. Üşenmedim. Tramvayla Eminönü'ne indim. On dört vapuruyla Üsküdar'a geçtim. Oradan yarım saati aşan bir otobüs yolculuğunun ardından Aslıhan'ın kapısındaydım. Zile basarken içten bir karşılanış umuyordum. Fakat Aslıhan tıpkı telefondaki ses tonundaki sıradanlıkla kucakladı beni; öyle ki yüzüne bakmaya çekindim. Daha adımımı içeri atarken pişman olmak istemiyordum. Evimde yalnız kalabilirim. Öfkelerimi, örselenmişliğimi, tasa ve hüzünlerimi duvarlara haykırabilirim. Bir susar beş konuşur durulturum isyanlarımı, ama bir dostumun evinde yalnızlaşmaya katlanamam asla. Aslıhan içimdeki fırtınadan habersiz her cümlesini şehir hayatının yoğunluğuna eklemleyerek bir şeylerden bahsediyordu ya, ben hâlâ yüzüne bakamayışımın buhranındaydım. İçimden saçma sapan şeyler geçiyordu. Saçma sapan şeyler, vallahi saçma sapan... Karşımdaki konsolun üzerindeki antika vazoyu alıp duvara çarpabilirdim mesela. Aslıhan'ın kocamın doğum gününe yetiştirmeye çalışıyorum dediği kazağı şişlerinden çıkarıp baştan sona sökebilirdim. Sehpanın üzerinde bulunan Burda dergisini yaprak yaprak yırtabilirdim. İkram ettiği neskafeyi ipek krem halının üzerine saçıp dökebilirdim. Bir müzik kanalını son ses seyretmekte olan ve eve gelen misafire hoş geldin demeyi bile akıl edemeyen çok bilmiş küçük kızının kulağını çekebilirdim ve kapıyı çarpıp çıkabilirdim. Tüm bunları yapamayacaksam neden gelmiştim ki buraya! Neden gelmiştim? Neden gelmiştim?..
Tabii ki en güzel sözle uyar ayetine sığınmaktan başkası gelmezdi elimden. Birden kendim bile şaştığım bir uysallıkla konuşmaya başladım. Nasıl doluymuşum meğer. Kalbime bahar vurmuştu, sözcükler nisan yağmurları gibi boşalıyordu dilimden. Soluk soluğa, dilim damağım kuruyuncaya kadar konuştum konuştum... Aslıhan'ın yüzü dinledikçe gölgeleniyor, dudakları hüzünle geriliyor, çenesi ufak seğirmelerle titriyor, bakışları buğulanıyor, elleri terliyordu. Kendisi için açılacak ufacık bir paranteze nasıl da muhtaçtı şu haliyle. Aman üzerine alınma Aslıhan deseydim, sözüm meclisten dışarı... Şu her anını düzen, tertip ve temizliğine adadığın evinden, kıymetli kızından, doğum günü kutlamalarıyla şenlenen kocandan ayrıl da, denizleri aş da gel, gel yahu ille de gel senin de çorbada bir tuzun bulunsun demeye getirmeseydim lafı, nasıl da rahatlayacaktı. Beklediği parantez açılmadıkça mazeretlerine sarılarak kurtarmaya çalışıyordu kendini. Küçük kızının müzminleşen bronşiti kış boyu göz açtırmamıştı! Kocası çalıştığı özel şirkette şefliğe terfi ettiğinden beri titiz, sinirli, etrafına güvensiz adamın teki olup çıkmıştı. Hanidir Amerika'daki üniversitelerden birinde mastır yapabilmenin yollarını arıyordu. Genel müdür olarak atanabilmesi için şarttı yurtdışında mastır yapması... İnşallah bu yılki yerel seçimlerde kocasının çalıştığı şirketin desteklediği aday belediye başkanı seçilirse, hem kocasının hem de şirketin önü açılacaktı. Kocası genel müdürlüğü öyle kariyer ve dolgun bir maaş için falan istemiyordu üstelik. Hırsla şirketi inançlı bir kadroyla yeniden yapılandırmaktan bahsediyordu. İlk iş olarak şirketteki solcuların defterini dürecek, tanıdığı ne kadar işsiz Müslüman varsa kadroya alacaktı. Hedeflerini gerçekleştirmek için de her adımını dikkatli atması gerekiyordu tabii ki. O yüzden son zamanlarda, ailece uzun boylu işlerle ilgilenmeyi, olur olmaz insanlarla görüşmeyi kesmişlerdi. Gürültüyü patırtıyı, oradan oraya koşuşturmayı hiç sevmemişlerdi zaten. Sessiz sakin namazında niyazında insanlardı. Dışarı çıkmaları ya alış veriş için oluyordu, ya bir dost akraba ziyareti, ya da hastane doktor işleri sebebiyle... Önceleri bu tempoyu anlamsız bulsa da zamanla kocasına ayak uydurmuştu Aslıhancık da. Kocasıydı nihayetinde; hem dinimizde de evin reisine itaat farz kılınmıyor muydu?
Mazeret üretmeye, sadece kendimize çıkış aramaya ve ilkelerimizi, imgelerimizi hep yarına ertelemeye kalktık mı hiç birimiz diğerimizden aşağı kalmayız dedim gülümseyerek... Ve hiç çekinmeden bütün olağanlığımla ilk kez gözlerinin derinliklerine baktım. Bir lahzacık ışık huzmesi yansımalı değil miydi göz bebeklerime? O an midem delinircesine ağrımaya başladı. Günde üç vakit yoklar bu ülser illeti, öyle ki ayağa kalkacak hal bırakmaz bende. Çantamdan çıkardığım Talcid'i çiğnemeye başladım. Mutfağa koşup bir tepsi içinde milföy hamuruyla yaptığı dil peynirli ve sosisli böreklerden getirdi. Yememi belki de ne hoş olmuş tarifini versene dememi bekliyordu. Azıcık da havadan sudan, taştan topraktan bahsedemez miydik? Okul anılarımızdan, her birine komik bir isim taktığımız hocalarımızdan, her huyunu özel kıldığımız ve bir araya gelişlerimizde vaktimizin dörtte üçünü onları anlatmakla geçirdiğimiz çocuklarımızdan, ömür törpüsü şehir trafiğinden, grosmarketlerden, grin kartlardan, tiyatrodan sinemadan, falancadan filancadan... İşte şimdi gönül rahatlığıyla gidebilirdim. Kapıdan çıkarken, başörtüsü yasağı Eyfel Kulesi'ne kadar tırmandı dedim. Amerika da artık okyanuslar ötesinde değil, yanımızda yöremizde. Hani mastır için uzaklara gitmemize falan gerek yok, Irak burnumuzun dibinde! Sahi hükümetimiz de boş durmuyor geldiği günden beri. Enflasyon tekli hanelere koşuyor; euro, dolar paritesi dengede, borsa rekor tırmanışta... Haberin olsun!
Şaşkın gözlerle arkamdan bakakaldı. Bense derin mide kramplarımla birlikte adına parantez açabileceğimi umduğum dostlarımdan hiç değilse birinin daha telefon numarasını hatırlamaya çalışıyordum. Ve hüzünlü yüzlü Ayşe'mi özlüyordum. Onu kardeşimin hoyrat ellerine terk edişime kederleniyordum, sevgili Ü...
Ve geç de olsa anladım ki benim hüzünlü yüzlü bebeğimin nesli tükenmiş. Şimdi çarşıda pazarda, artık kaliteli plastikten üretilen sırma saçlı, boncuk gözlü, şık ve modern elbiseli oyuncak bebekler çıkıyor karşıma. Elimde değil her seferinde dolukuyorum... Ayşe'mden küçük bir esinti yakalarım ümidiyle durup inceliyorum her birini. Bu albenili bebeklerin ne gözleri gözlerine, ne elleri ellerine benziyor Ayşe'min. Birbirinden ışıltılı, ağlayanı güleni, pillisi pilsizi, ithali yerlisiyle irili ufaklı, sıra sıra dizilmiş onlarca bebekten hiç birine uzanmıyor elim. Ben mazinin med cezirlerinde savrulurken, çoğu zaman annesinin elinden çekiştiren yaygaracı bir çocuğun nağmeleriyle bozuluyor büyü. Birden isteklerini artık parmaklarıyla işaret ederek, boyun bükerek değil, avazları çıktığınca bağırarak söyleyen çocuklarla doluyor etrafım. Naylondan yapılmış hiçbir şeye razı olmayan, ille de robot araba, atari, ağlayan bebek, kaykay, bisiklet, otomatik tüfek isteriz diye tutturan, dedikleri olmazsa yerlerde tepinen arsız çocuklarla...
İşte o zaman tıpkı yıllar öncesinde öğrenci evimizden koparkenki bir başınalığımla diriliyorum. Bir öfkeye mahkum edilmiş, küresel ritüellerde sinmiş, yok olmuş, erimiş dostluklara, itinayla hazırlanan bavullara, mahfi yolculuklara savrulan öfkemi durultamıyorum. Kalan kim giden kim belli olsun istiyorum artık sevgili Ü... Şunu bil ki öğrenci evimizdeki parmak izlerimiz silinmedi henüz. Adlarımız camların buğusunda... Gönlüm her daim bıraktığın yerden yola çıkacağın günü bekliyor. Ve ihtimallerin ihtilallere dönüştüğü yazıtlarını. Bana dört başı mamur nisanları hatırlat dostum. Hatırlat ki, kalemin ve kağıdın anlam bulsun... Hatırlat ki, gelmiş geçmiş bütün nisanlar şahidimiz olsun...