Türkiye’de bazı kesimlerin dinî hayata ilişkin bir yönü olan her olay ve gündemi amaçları çerçevesinde kullanışlı bir veri ve fırsata dönüştürme gayretinde olduklarını görüyoruz. Keskin siyasal ve ideolojik kamplaşma zemini ne yazık ki intihar vakaları gibi arka planında çok karmaşık ve gizemli duyguların olduğu vakıaları bile siyasileştirebilmekte ve bundan hareketle münferit vakalar üzerinden kamplaşan taraflarca bir linç operasyonu başlayabilmektedir.
Türkiye’de intihar edenlerin kahir ekseriyetinin maneviyatın eksene alındığı ortamlardan ve mekânlardan değil, fıtrata ve kutsallara karşı kendini konumlandırmış isyan kokan günahkâr sokaklardan beslenenlerden çıktığı bir hakikattir. Buna Sedef Nur Çağlar olayı başta olmak üzere yüzlerce örnek verilebilir.
Görünen o ki bir vakıf yurdunda kalan Enes Kara’nın intihar etmesi hadisesi hakkında birkaç açıdan değerlendirme yapmamız gerekir. Öncelikle bu tür hassas olaylarda bize veya hassasiyetlerimize dokunan kısmını göz ardı etmeden olayın tüm boyutları ile görülmesi ve hakkaniyetli bir değerlendirmenin yapılması gerekir.
Gencecik bir insanın ölümü üzerinden, birilerinin kendi siyasi ajandalarına ‘fırsat devşirmeye’ kalkışmaları ne kadar gayri ahlaki ise birilerimizin de bu durumu görmezden gelmesi, örtbas etmesi o kadar gayrı ahlakidir.
Toplumun gündemine giren bir konuda siz ya istismar ya da örtbas etme gibi bir psikoloji sergilerseniz, burada hakikatin kokusunu bulma gibi bir imkânı kaybedersiniz.
Her dönemde, İslam düşmanlarının göz ardı ettikleri bir gerçek vardır ki o da dünyada intihar vakalarının en az olduğu ülkeler Müslüman ülkelerdir. Bu, İslam’ın insan gerçekliğine uygun mesajlar içermesindendir.
Türkiye’de geleneksel cemaatler insanların özellikle gençlerin ‘hidayetine vesile olma’ gibi, dünya ve ahiret merkezli bir ihsanı kazanma ideallerinde samimiyetlerini tekrar tekrar gözden geçirmelidirler. Mümince, salih bir ameli ifa etmenin doğallığı içerisinde bunu yapmalıdırlar. Hizipçi bir anlayışla, hikmetle bağdaşmayan ve özellikle de bugünkü gençliğin ruh dünyasına hem de zamanın ruhuna aykırı katı kuralcı bir tarzı gelenekleştirmekle bu gerçekleşmez. Yıllarca tabiî ve fıtri zevkleri bile fazla gören hiyerarşik bir atmosfer oluşturuluyorsa burada bir sorun var demektir.
Esasında bu tür istisnai olaylardan olmasa zaten bu tür yapıların işleyişini sorgulama ve özeleştiri yapma gibi bir hassasiyet de nedense mümkün olmuyor.
Hangi dinî anlayış ve yorumla şekillenmiş olursa olsun cemaatler, vakıflar, dernekler şu temel hassasiyeti işleyişlerinin merkezinde tutmalıdırlar: Biz muhataplarımıza yaklaşırken, dokunurken pragmatist beklentilere girmeden, gizli ajandalarımızla onlar üzerinde hiyerarşik baskıcı bir anlayışa mahal vermeden sahih bir din anlayışından beslenecek imkânlar oluşturup salih bir kul olma yolunda ön açma gibi bir amelde bulunabiliriz.
Tabir yerindeyse insanların zor günlerinde sığınacak bir limanları olabileceğimiz intibaını oluşturmamız gerekir. Esas olan bizi bir şekilde tanıyan her bir insana emin bir topluluk olduğumuzu ispatlamaktır.
Bu ülkede geleneksel cemaatler, STK’ler hatta medreseler gerçekten tebliğ diye bir endişeleri varsa, tahakküm içerir her türlü tutum ve anlayıştan uzak durmalı, kullandıkları dil ve tarzlarını kendi özgünlüklerinde sorgulamalı, her konuda aynı düşünmedikleri ama kardeş olduklarına inandıkları kendi mahallelerinin sakinlerini dinlemelidirler. ‘Nefret ettirmeyip sevdiren, zorlaştırmayıp kolaylaştıran’, kalplere sekineti mukim kılacak bir yaşayış ve üslubu kuşanmaları gerektiğini bu tür vesilelerle gündemlerine almalıdırlar.
Tebliğin özünün ‘temsil’ olduğu hassasiyeti her bir mümin için vazgeçilmez bir hakikattir.
Kanaatimce belki de hepimizin hayıflanması gereken şey, bunca güçlü vahyin düşünsel müktesebatından örnek şahitliklerle yoğrulan risâlet müessesesinden beslenmemize rağmen halen bu dine mensubiyetini izhar etme gayretinde olan küçümsenmeyecek kitlelerin ciddi bir sosyalite sorunu yaşamalarıdır.
Dinî cemaatlerin, vakıfların, STK’lerin, dergâhların şu soruyu kendilerine sormaları gerekiyor: İşlevsel muhtevamız nedir? Mekânlarımız misafirlerimiz için kalbimiz hükmünde mi huzur bulduğu bir ev gibi mi yoksa başkalarının ruhunu sıkan bir mahpushane mi? insani ilişkilerimizden mekânın fiziksel formuna kadar insanın bünyesini cezbeden bir ruh taşıyor mu?
Toplumdaki tüm kesimlerin kendi özeleştirilerini yapmaları, kendi gelişimleri açısından, ilm-i hallerinin muhasebesi açısından, zamanın ruhuna uygun bir sosyoloji geliştirmeleri açısından son derece önemlidir.
Türkiye’de seküler kesimden bazı kişilerin ciddi bir ‘İslamofobi’ hastalığına müptela olmaları aklıselimle yaklaşılabilecek birçok konuyu farklı bir çıkmaza sürükleme gibi sorunsalı beslemektedir ne yazık ki. Bu toplumsal gerçeklilik veya kimi kesimlerdeki bu psikolojik refleks, söz konusu gündemle ilgili sorgulanması gereken ayrı boyut.
Takdir edilmeli ki bir sorunun hakkaniyetle anlaşılıp çözümlenebilmesi için aklıselim sahiplerinin ortak aklından faydalanarak çözüm için inisiyatif geliştirmeleri gerekiyor.
Müminlerin her bir musibetten bir nasihat çıkarabilme inceliğinde olmaları kendi gerçekleriyle yüzleşmeleri açısından önemli bir fırsattır.
Birçok gizemli olay gibi intiharlar da tek bir nedene bağlanamaz. Her intihar öyküsü başlı başına benzersiz, başlı başına belirsiz, karmaşık bir sürecin sonucunda oluşuyor ne yazık ki.
Hatta şu toplumsal hakikati de yaşamıyor değiliz. Gerek aileler boyutunda gerek kurumsal boyutta gerekse de sosyal çevre açısından kendilerine birçok imkân ve fırsat tanınmasına rağmen ve hatta birçok nimete sahip olmalarına rağmen gençliğin ısrarla gayrimeşru yaşam tarzında ısrarcı olmalarını da onların kendi tercihi olarak görmek lazım. Bu konuda ailelerini, emektar sosyal çevrelerini ve kurumları çaresiz kılan binlerce gencin olduğu can sıkıcı bir gerçektir.
Cemaat evinde kalan tıp fakültesi öğrencimizin intiharını da bir sebebe bağlamak hiç de hakkaniyetli değildir.
“Bir olayda karşıtlarımı ne kadar itibarsızlaştırabilirim?” psikolojisiyle kendini konumlandıran bilumum İslam düşmanları üzülüyor, duyarlılık gösteriyor gibi yaparak alışılagelen tipik düşmanlıklarını sergilemekten çekinmezler.
Bir intihar olayını insanlık testine dönüştüren kesimler, ne yazık ki son on yılda coğrafyamızda on binlerce gencin hayatlarının son bulmasına, insanlık tarihinin şahit olmadığı düzeyde sistematik cinayetlere sebep olan gelişmelere ses çıkarmamaktadırlar.
Tecrübi hassasiyetlerimizden hareketle şu tespiti cesurca yapabiliriz ki hiçbir emek, öbek, aile veya eğitici kadro, himayesindeki bir insanı onun hakikatini göz önünde bulundurmadan, onun gerçeklerini ıskalayarak, dayatmayla onu ne inşa edebilir ne de ıslah edebilir. Yapılması gereken, bir mürebbi sıfatıyla hikmetli fedakârlıklarda bulunulması ve takdirin Allah’a bırakılmasıdır.
Bu son olay dindar diye tabir edilen kesimler açısından bir nesil kaybı riski yaşadıklarına yönelik bir sinyal olarak da algılanabilir. Bu çerçevede İslami hassasiyetlerde belli bir endişesi olan aileler aile içi iletişim ve dinin helal-haram, mubah ve müstehap, hoşgörü ve meşru zevk sınırlarının nasıl olması gerektiği konusunda bilinçli yaklaşım içinde olmalıdırlar.
Umarız Türkiye gündemine oturan son intihar eylemi vesilesiyle cemaat, dergâh, vakıf ve medreselerdeki sorumlu kadrolar bugünkü gençliğin sosyo-psikolojik gerçekliğini müdrik bir zarafet atmosferini oluşturmada irade gösterme gayretinde olurlar.
Muhtemeldir ki insanlık tarihi boyunca gençlerle ilişki konusunda en zorlu bir dönemde yaşıyoruz. Gençlerle iletişimde katı muhafazakâr, kuralcı bir tutumla liberal özgürlükçü bir tarz arasında denge diye tabir edilen ince çizgide insanlık ailesinin zorlandığını görüyoruz. İlginçtir son dönemlerde bu sorunun en çarpıcı tartışması Avrupa’daki kiliseler arasında yaşanmakta.
FETÖ olaylarından sonra bazı vakıf ve cemaat yurtlarındaki bireysel olaylar üzerinden özellikle sol seküler çevrelerce düşmanca itibar suikastlarının gerçekleştirilmesi Türkiye’de rutinleşen bir hal aldı. Bütün dünyada solun her konuda enformasyon kirliliğini oluşturmadaki ölçü tanımayan ahlaksızlığını iyi görmek lazım.
Önyargı zindanlarımıza takılmadan sağduyuyla ülke fotoğrafına baktığımızda bütün eksikliklerine ve kimi yerlerdeki taşracı anlayışlara rağmen, genel alamda inancı ve helal-haram sınırlarını esas alan kurumların etrafında kümelenen gençlik, hazzın, cinselliğin, popüler kültürün esir aldığı kesimlerle kıyaslanmayacak düzeyde hayata anlamlı bakabilen, güven veren, itibarlı ve beslendiği toprağın hukukunu ifa edebilecek bir potansiyeldedir.
Ülkede gündemi işgal eden son intihar olayıyla ilgili olarak kimi ailelerin, çocuklarının eğitimi başta olmak üzere birçok sorunlarını dahi bir şekilde ya kurumlara ya da yakınlık duydukları bazı şahsiyetlere havale ettiklerini görüyoruz. En basitinden sorumluluktan kaçma olarak tarif edebileceğimiz bu tarz bir yaşamın beraberinde doğal olarak getireceği risk durumlarını da görmek lazım.