Nehir Aydın Gökduman'ın ikinci öykü kitabı Pınar Yayınları tarafından 2005 Kasım ayında piyasaya sürülen kitap. 168 sayfalık kitap 9 hikaye ve iki denemeden oluşuyor. Değişik yayınevlerinden 7 tane romanı yayınlanan yazarın en son eseri Ekin Yayınları'ndan çıkarılan Öyküye Ağıt adlı öykü kitabıydı. Bu kitap aynı zamanda yazarın yayınlanmış ilk öykü kitabıydı.
Hikaye ve öykü dalında değişik dergilerle birlikte Haksöz dergisinden de belirli bir bakış açısına sahip eserleriyle tanıdığımız yazarın bu kitabındaki hikayeleri de özellikle 28 Şubat sürecindeki yasakları konu edişiyle bir döneme tanıklık etmektedir. Hikayelerinde seçtiği kahramanların çoğunun başörtü yasağına takılan üniversitelilerden seçilmiş olması, yazarın yaşadığımız sosyal olayların duruşumuzu, eğlencemizi ve sanatsal faaliyetlerimizi nasıl etkilemesi gerektiğine ait bakış açısını da görmemize vesile oluyor.
Yazarların ve sanatçıların yaşadığı dönemin olaylarına tanıklık etmesi ve sessiz kalmaması duyarlılığına fazlaca şahit olmadığımız günümüzde yazar, kahramanlarına yaşadığı dönemin tüm olaylarını belli bir duyarlılıkla yaşatmaya çalışmakta.
Hikayelerin hemen hepsinde kahramanlar, genellikle Kur'ani bir bilinç kazandıkları üniversite öğrenciliği yaşıyorlar. Sonrasında doğal bir süreç olarak hayatın içine atılıp, iş-güç, evlilik-çocuk gibi dünyevi telaşların içine düşüyorlar. Yazar bu süreçte kahramanlarının hep İslami duyarlılıkları kaybetmemek, öncelikleri Kur'ani değerlere göre belirlemek, modernizmin ya da geleneğin tuzaklarına karşı diri bir bilinçle teyakkuzda bulunmak, savrulmamak kaygısını hissettirmekte.
Kitabın en belirgin vasfı kahramanların hiçbirinin umutsuz ve karamsar olmayışı. Hikayeler okuyucuyu insani sorunların, gündelik işlerin, üzüntü ve endişelerin içine öylesine çekiyor ki bu bunalımdan kahramanın hiç çıkamayacağını sanırken inanmış olmanın ayrıcalığına okuduğu bir ayetle, duyarlı bir dost ziyaretiyle, telefonu ya da mektubuyla kavuşarak kendine geliyor ve inançlarıyla yaptığı iç muhasebesiyle harekete geçiyor.
Çocuk sahibi olamamış bir kadının Irak savaşında hayatını kaybedecek sayısız çocuğun acısını mümince duyarlılıkları yanında bir anne olarak da yüreğinde hissedişine örnek bir hikaye ile; bir dönemin Müslüman üniversite gençliğinin yapmış olduğu hatalara örnek olarak gösterilebilecek, gençler arasında ailelerden gizli yapılmış nikahları konu alan bir hikaye farklı imtihan parçalarının dirence dönüşümüne örnek olarak dikkatimizi çekenlerden. Çok uç bir örnek olarak Kara Harp Okulu'nda okuyan bir gençle başörtülü bir üniversite öğrencisinin aynı duyarlılıkla yapmış olduğu gizli nikahın hazin sonu hikayelendirilirken 28 Şubat sürecindeki fişlemelere de vurgu yapılıyor. Yedi Kara Haziran isimli hikaye insana (yaşadığımız süreçlerin bir yansımasından olsa gerek) asla böyle bir şey yaşanamaz dedirtiyor. Sonuçta olmuş ya da olabilecek olayların yazıldığı hikayelerden birisi bu da. Hikayenin kahramanı başörtüden dolayı meslekten uzaklaştırılan bir öğretmen. Başörtüsüne sahip çıkma ve yasaklara direnebilme bilincindeki bir bayanın gizli nikah kıymakta bir beis görmeyerek böyle bir hatayı yapışı fazlaca eleştiriye tabi tutulmadan kahramanın yaşadığı ümitsiz sevdasının ve duygu buhranının içine çekiliyorsunuz. Genç kızın gayet fıtri olan duygusal eğilim ve yanlış bir tercihle düştüğü bu çıkmazdan inanmış olmanın ayrıcalığıyla çıkışını, karamsar ruh halinden kurtuluşunu görüyorsunuz. Yine de zihninizi uzun süre hikayeyle meşgul olmaktan alıkoyamıyorsunuz. İman etmiş bir yüreğin yaşadığı gündelik sıkıntıları bir imtihan bilerek nasıl aşabileceğini de şu ifadelerde görüyorsunuz:
"Affeder miydi? Kendim için değil, onun için dediği, halen tüm kalbiyle onun kurtuluşuna dua ettiği için kendine kızıyor. Özüne ve özgürlüğüne ihanet eden bir vefasıza ah ederek tükettiği, yüreğini berkitilmiş bir inançla tazelemek yerine acıyarak, acınarak harcadığı yıllarına yanıyor şimdi. Yiten zamanın, kaybolan umutların telafisi olsa, kayıpları en aza indirgemenin bir formülü; sekizinci haziranı dimdik vakarla karşılayabilmenin bir yolu, yordamı... Dilerse neleri başaramaz ki! Geçmişin eli eteği kol kanat germiyor da acıyı çoğaltıyorsa üzerine sünger çekebilmeli insan. Denize ulaşmak için devinip duran ırmaklara, asırlardır yeryüzüne ışık saçan yıldızlara, bütün naifliklerine rağmen özgürlüğün simgesi olabilen güvercinlere baksa bir... Ya da içindeki çaresizliği öldürse ve geç değil hiçbir şey için diyen yürek serinliğine kulak verse. Hiç istemediği kadar istese bugünü, hiç meydan okumadığı kadar dirense maziye ve duyumsamadığı kadar yakınlaşsa yarına. O gücü bulabilir, o adımı atabilir, o çok önemli saydığı parçasını da öldürebilir, bahçesinde fesleğenler, karanfiller, ortancalar yetiştirmeyi düşlediği o sessiz sakin evi özlemeden, nefes alabilir istese... istemeyi de öğrenebilir, başarmayı da. Yaşama sakınımsız tutunabilir, umuda pazarlıksız sokulabilir, yüreğinin tüm dokularına yayabilirse istenci." (s. 82)
Kitaba ismini veren ilk hikayede (Eylülle Gelen) kız çocuklarının okutulmasının çokça yaygın olmadığı bir dönemde yazar olmak istediği halde ailesince okutulmayacakken hemşirelik okulunu parasız yatılı olarak kazanan bir kız çocuğunun zaten istediği okulda okuma şansı olmadığından yollandığı yatılı okul serüveni anlatılıyor.
Kitabın en içli denemesi 2003 Temmuzunda elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz Macide ve Özlem kardeşlerimize ithafen yazılmış "Biz Hüznün Çocuklarıyız" isimli olanı. Örnek kardeşliklerin ve direngen dostlukların bir örneği olan deneme, ismi hüzünlü olsa bile umudu ve direnci yitirmemek temennisiyle bitiriliyor.
Kitabın bütününe yazarının bayan olmasından kaynaklı olarak kadın bakış açısı sinmiş durumda. Her hikayede geçen gerek aile içi diyaloglar, gerekse geleneğin girdabına gömülmüş hiyerarşide açıkça hikaye içinde olmasalar da ana-kız, gelin- kaynana modelleri bir örgünün parçası olarak karşımıza dikilivermekte. Evrensel yazım ölçütlerinde bu tür kısıtları kırmanın gerekli olduğu bir gerçek.
Bir diğer önemli husus da hikayelerde karamsarlıktan uzak bireysel örgülerin kurulmuş olması. Tek başına inandıklarının mücadelesini geleneğin kuşatmasındaki ailesine karşı veren bir genç kızın mücadelesi ya da bir başına çocuklarını göğüslemeye çalışan bir annenin mücadelesi tüm umut vaat eden söylemlerine rağmen hep sağlam bir aile modelinin eksikliğini hissettirmekte. Bireyin değişiminin ve sağlam kişiliğinin toplumun değişiminde önemli bir rolü olduğu inkar edilemez.
Kur'an temelli bir aile modelini, sağlam kişilikli bir anne-baba modelini göremediğimiz hikayelerde hep diri bir bilinç-umutlu bir duruş ama nasıl sorusuna yeterince cevap bulunamıyor. Emirlerine yürekten iman ettiğimiz Kur'an'ın "sen güzel bir ahlak üzeresin" diyerek övdüğü, keçilerini sağan, hanımlarına itinalı ve güleryüzlü-güzel sözlü davranan, onlara hep yardımcı olan, hep hayrı yaygınlaştıran, söküğünü diken bir Muhammed (s) modelini okuyarak böyle bir örneği model almış eşlere sahip olmayı hedefleyen günümüz Müslüman hanımlarının çoğunun öyküsü hikayelerdeki kahramanlarla aynı yerde kesişiyor. Toplumun temel taşının sağlam bireyli aileler olduğundan hareketle bu sağlam ailelerin kendine özgü modeller olmaktan çok evrensel modellerle oluşturulması gerekmekte şüphesiz. Biz Muhammed (s)'in getirdiklerinin ve uyguladıklarının bir kısmına itibar edip bir kısmını gözardı etmediğimize göre hikayelerde Kur'an ile bağı güçlü ve sağlam karı-koca, anne-baba modellerini daha çok ve daha vurgulu görmeyi bir "emri bil maruf-nehyi anil münker" olarak algılayabiliriz.
Son söz olarak bir türkü tadında okuduğumuz hikayeleri için kendisine teşekkürü borç bildiğimiz yazardan çok daha verimli eserler beklediğimizi de ifade etmek istiyoruz.