SAHNE 1
Sabah gazeteleri eline alıp manşetlere baktığında önce derin bir iç çekti. Sonra içine dolan havayı uzun ve zorlu bir mahkemeden çıkmış önemli tanık edasıyla dışarı savurdu. Evkaf dairesindeki memuriyetten beş yıl önce emekli olduğundan bu yana, yaşanan gelişmelerin ne derece vahim, gidişatın ise çok kötü olduğunu, çevresindekilere sürekli anlatmaya çalışmış, ama dernekteki birkaç arkadaşının dışında kimseyi tehlikenin büyüklüğüne inandıramamıştı. Allah'dan ülke sahipsiz değildi. Nihayet askerler durumu görmüş ve olaya müdahale etmişlerdi. Zaten onlar da olmasa Ankara'daki yoz siyasetçilerin birşey yapması beklenemezdi. Hepsi oy ve menfaat peşinde olan bu adamlar yüzünden olay bu derece ilerlememiş miydi?
O, askerlerin duruma müdahale edeceğini, ta o yobaz herifin belediye başkanı olduğu gerici ilçeye, zorla Atatürk heykeli diktikleri zaman anlamıştı. Bu herifler zordan başka birşeyden anlamazlardı zaten. Heykel sayesinde en azından ilçenin görünümünün gericiliği giderilmişti.
Gericilik denen şey öyle bir illetti ki, kanser gibi her tarafa yayılıyordu. Eskiden bakanlıklara, kendi dairesine tek tük sakallı gelirken son yıllarda sakallıdan geçilmiyordu neredeyse. İçlerinden bazıları keçi sakallıydı ama olsun, onun da takiye olmadığı ne malumdu. Hele o türbanlılara ne demeliydi. Eskiden en azından evlerinde otururlardı da, göz zevklerini bozmazlardı. Şimdi her taşın allından bir türbanlı çıkıyordu. Bir de TV'lere çıkıp "okumak, saygın bir iş sahibi olmak bizim de hakkımız değil mi" demezler mi? İşte o zaman kan beynine sıçrıyordu. Oh ne ala sizin gibi örümcek kafalıları devletin okullarında serbestçe okutalım sonra da gelip başımıza doktor, avukat, siyasetçi kesilin. O okullar sizin gibi gericiler semirsin, başımıza adam diye çöreklensinler diye mi devletten ödenek alıyor." Tabi almayacaklar sizi okula. Hem siz ne anlarsınız çağdaş bilimlerden, tıptan, hukuktan. Anlasaydınız 1400 sene öncesinin ilkel Arap toplumunun adetlerini bu yüce ulusa mal etmeye çalışmazdınız. Ah diye bir iç geçirdi. İşlerin bu boyuta varışının sorumlusu reyting avcısı şu özel TV'ler aslında. Eskiden bu gericilerin TV'de esamesi okunmazdı, Özel TV'ler açılınca, başladılar bu sakallıları, çarşaflıları çıkarmaya. Gerçi karşılarına anlı şanlı laik, demokrat proflar. bilimadamları oturtuyorlardı ama, gericiler sanki yıllardır böylesi bir fırsat için kampa girmişlerdi. Bir çene bir çene, bin bir türlü laf. Bunların konuşmasından diğerlerine söz dahi kalmıyordu. Yok yok, sanki değil, kesinlikle bunlar irticai propaganda kamplarında eğilim almışlardı. Öyle olmasa, o anlı şanlı bilim adamları onların canına okumaz mıydı?
Ülkenin laik, demokrat, ilerici olması gereken kurumları eğitim de dahil olmak üzere yavaş yavaş bu gericilerin inisiyatifine geçiyordu. Hele o imam hatip okulları, hepsi birer dinci militan yetiştirme yuvası haline gelmişti. Üstelik onlar da devletten ödenek alıyor, öğretmenlerin maaşını devlet veriyordu. "Tanrım aklıma mukayyet ol. Sen bizi bu şeriatçıların şerrinden koru" diye dua etmeye başlamıştı ki, duaları kabul olmuştu. Önce tanklar yürümüş, sonra brifingler vs, ülke uçurumun kenarından son anda dönmüştü. Biraz daha müsaade etselerdi, bunlar tamamıyla ipleri ele geçirip belki de o hep dillerine doladıkları İskilipli Hoca'nın intikamını almak için şapka giyen herkesi keseceklerdi. İran'da da öyle olmamış-mıydı? Tam hatırlayamıyordu ama her halde öyle olmuştu. Neyse Allah'a şükür oy avcısı siyasetçilerin elinde hasta olan bu ülke, artık emin ellerdeydi. Hastaya yapılan son operasyon içini iyice rahatlatmıştı. Kapatılan gerici partinin yenisini açsalar bile bu cinin eller onun da icabına bakardı. Ancak onlar bile uyanık olmalıydılar. Çünkü tevbe etmiş, laik, demokrat görünümü taşıyan bir parti de kurabilirlerdi. Takiye denen şeyin neleri içine alabileceğini kim bilebilirdi ki?
En azından şimdilik ülke tehlikeyi atlatmıştı. Kapatma kararı çok önemliydi ama daha yapılması gereken çok şey vardı. Her yere öylesine sinmişlerdi ki. Aşağı sokaktaki süper marketin sahibi sakallı falan da değildi ama hep gerici firmaların ürünlerini satıyordu. Bir defasında "Niye bunları satıyorsun? Laik demokrat mallar varken" demişti de adam utanmadan "Ne yapayım bunlar hem daha kaliteli, hem daha ucuz, üstelik bisküvinin laik, demokratı mı olur?" deyivermişti. Ah o zamanlar kimseye anlatamamıştı neler olup bitliğini. Halen de tam anlaşıldığını pek sanmıyordu ama olsun, askerler her şeyin farkındaydı ya. Bunda Genelkurmay'a yazdığı sayısız uyarı mektubunun payı olabileceği düşüncesi gururlu bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. Gazeteleri karıştırmaya devam ederken, yüzündeki bu mağrur ve bilmiş ifadeyle şaşırtıcı biçimde benzerlik gösteren ifadeler taşıyan fotoğraflara sahip köşe yazarlarının da onun bu düşüncelerini onayladığını hissederek biraz daha rahatladı. Sadece askerler değildi, olan bilenin farkında olan. Aklı başında olan siviller de vardı. Hele şu son günlerde manşetlerden inmeyen başsavcıya bayılıyordu. Eski mahkeme başkanına bile kanı bu kadar kaynamamıştı. Hani gazeteler adamın posterini verseler hemen duvarına asacaktı. Ah dedi içinden böyleleri siyasete girmez ki. Bir girseler hiçbir sorun kalmayacak ortada.
Yine de uyanık olmak lazım azizim, uyanık diye söylendi kendi kendine. Az daha o bile tongaya düşüveriyordu. Geçen canı karpuz çekmiş kapıcıya karpuz ısmarlamıştı. Tam karpuzu yiyecekken aklına gelivermişti. Ya bu bir İran karpuzuysa? O üzerinden tank geçen belediye başkanı ne demişti: "Onlara şeriat enjekte edeceğiz". Ya bu karpuzun içine adamı şeriatçı yapacak birşey zerketmişlerse ne olurdu hali? Hemen kapıcıyı çağırmış karpuzun kökenini sordurmuştu. Nitekim, karpuz, gerçekten de İran karpuzu değilmiymiş. Bu olayda dahli olduğu şüphesiyle kapıcıyı işten kovdurmuş. Karpuzu satan manavın ismini de ilgili listelere konulması için mektupla gereken yere bildirmişti.
Hatırına gelen bu olay, onu daha da rahatlatmıştı. Sorumluluklarını yerine getiren bir vatandaş olmaktan daha anlamlı ne olabilirdi ki şu üç günlük hayatta? Gazeteleri bir kenara koyup TV'nin kumandasını eline aldı. Günün ilk haberleri başlıyordu. Geçen akşam neredeyse bütün haber bültenlerinde, defalarca gösterilen o muhteşem görüntüler, halen ilk haber olarak yayınlanmaya devam ediyordu. Orta yaşı hafif geçmiş çağdaş ve modern görünümlü o cesur kadın nasıl da başı yarı açık, erkeklerle aynı safla cenaze namazı kılıyordu? Tanrıya çok şükür laik bir ülkedeyiz dedi içinden. Yoksa bu görüntüler yaşanır mıydı?. Laiklik sayesinde din bu yobazların ipoteğinde kalmıyordu. O kısa boylu İlahiyat dekanı "En güzel İslam ülkemizde yaşanıyor" demiyor muydu zaten. Bu tesbitin en somut delillerinden birisi işte şu an televizyonda karşısındaydı. Partinin kapatılışı ve diğer müdahaleler, aslında bir mantık dini olan İslamı da korumaya yönelikti. Cahil halk şimdi karşı çıksa da birgün yapılanların kendileri için de ne kadar faydalı olduğunu anlayacaktı. Neyse hem laik devlet hem de gerçek İslam arlık emin ellerdeydi. Partinin kapatılışıyla laiklik karşıtı eylemler yavaş yavaş kontrol altına alınırken meydanı yobazlara bırakmayacak aydın din adamları da vatan sathında harıl harıl çalışıyordu. O kadar mutluydu ki? Şu bel ağrıları olmasa kalkıp alalarının diliyle bir şükür namazı kılacaktı. Ama elden ne gelir ki, beli eğilip kalkarken çok ağrıyordu. Ah namazdaki o anlamsız eğilip kalkma hareketlerini de arada kılıfına uydurup bir kaldırsalardı. O zaman -en azından arasıra- cumaları merkezi vaaz yapılan camilerden birine gidip namaz bile kılabilirdi. Televizyonda kadınların İslam'daki yeri üzerine açıklamalar yapan boyu kısa ama yaptığı icraat fevkalade büyük olan o müstesna zatı seyrederken neden olmasın diye geçirdi içinden. Neden olmasın...
SAHNE 2
Sabah gazetelerin ana başlıklarını radyodan dinlerken, yağmur öncesi kararan havanın sıkıntısına benzer bir sıkıntı, gitgide içine çörekleniyordu. Bir türlü inanamıyordu duyduklarına. "Nasıl olur, nasıl olur" diye sayıklıyordu. "Ne yaptık ki biz? Kime ne zararımız dokundu? Vatana, millete, devlete ne kötülüğümüz oldu ki, böylesi bir sonuç çıktı?" Üstelik çıkan bu sonuçlan gazetelerin büyük bir bölümü keyifle bahsediyordu. Sanki ülke için çok zararlı olacak bir şeyin önüne geçilmiş gibi bir hava vardı. Kendini bir an üzerine ilaç sıkılan zararlı haşeratlar gibi hissetti. Her ne kadar kendine açıkça itiraf edemese de, o konuma düşmemişler miydi?
Küçük oğlu yeni askere gitmiş, büyük oğlu ise iki sene önce bu devlete polis olarak hizmet ederken bir çatışmada hayatını kaybetmişti. Vatan için iki evlat yetiştirmiş bir baba olarak kendisine ve kendi konumunda olanlara devlet büyüklerince haşerat muamelesi yapılışını bir türlü anlayamıyordu. Bir süre önce küçük kızını vereceği İmam-Hatip okulu kapatıldığında, vardır her işte bir hayır demişti. Hatla iki halta önce askerdeki oğlunu ziyarete gittiklerinde hanımını başörtülü olduğu gerekçesiyle oturma salonuna almamalarına da "olsun, yine de peygamber ocağıdır" diyerek ses çıkarmamıştı. Komşunun oğlu üniversitelerde başörtüsü yasağına karşı çıkmak için, başörtülü öğrencilere destek verirken polis tarafından gözaltına alındığında polise değil, çocuğa kızmıştı. Niye huzursuzluk çıkarıyor diye. Aşağı sokakta çakmakçılık yapan ihtiyar İbrahim amcanın sarık ve cübbe giymesinden dolayı sokaktan toplandığını duyunca la havle ve la çekmiş susmuştu. Ama bu kadarı da fazlaydı. Partinin kapatılışına nasıl sessiz kalabilirdi. Bir türlü anlayamıyordu, olay nasıl birdenbire bu raddeye gelmişti? Hepimiz aynı gemide değil miydik, 65 milyon vatan evladının hepsi kardeş değil miydi? Bu kin, bu öfke de nereden kaynaklanıyordu? Yine partinin kapatılışına da katlanacaktı ama 30 yıldır bu necip millete hizmet etmek için çırpınan o muhterem zâta böyle bir muamele yapılmasını nasıl içine sindirebilirdi. Elinde olmaksızın yüksek sesle söylendi. Neden, neden, neden?
SAHNE 3
Sabah, gazetelere önce şöyle bir göz ucuyla baktı. Şaşırtıcı bir şey yoktu. Büyük bir kısım alkış tutarken, malum iki-üç gazete ateş püs-kürüyordu, Her iki grubu da gülümseyerek biraz daha ayrıntılı olarak süzdü. Bir taraf kararı laikliğin zaferi olarak ifade ederken, diğer taraf demokrasinin ve hukukun katli olarak değerlendiriyordu. O tuhaf gülümseyişin yerini yüksek sesle atılan bir kahkaha aldı: Alem insanlardı şu gazeteciler. Olayları ne şekilde görmek isliyorlarsa öyle göstermeyi ne güzel başarıyorlardı. Ellerini ovuştururken usulca mırıldandı "Tezgah işlemeye devam ediyor."
Evet, tezgâh işlemeye devam ediyordu; ama bu daha çok torna tezgâhına benziyordu.