Sevgili Babacığım" diye başlamıştı mektubuna Sena. Bu, babasına yazdığı altıncı mektuptu. Hiçbirine cevap alamamıştı ama, yine de içinde dinmek bilmeyen bir istekle bu mektubu da yazmaya karar vermişti. Çok özlemişti babasını. Daha ondört aylıkken gitmişti babası. İsmi Mus'ab'dı. Babası gittikten sonra annesi ile yalnız kalmışlardı. Annesi ona hem annelik, hem de babalık yapmaya çalışıyor, fakat bu Sena'nın içindeki baba özlemini, baba sıcaklığını söndürmüyordu.
Annesi ile birlikte kaldıkları mülteci kampında, annesinden her akşam, babasını anlatmasını istiyordu. Annesinin anlattıkları ile kamptaki feryatlar, iniltiler ve ağlama sesleri birbirine karışıyor ve çoğu kez annesini dinlerken uykuya dalmış oluyordu.
"Babacığım burası benim gibi küçük çocuklarla dolu. Bir sürü arkadaşım var. Kimisinin babası, kimisinin abisi senin gibi gitmişler. Yahudiler bizim topraklarımızdan gitmedikçe dönmeyeceklermiş. Onlar bizim vatanımızı İşgal etmişler. Hem onlardan kesinlikle dost olmazmış.
Geçen gün annem bize eskimiş bez parçalarından bir bebek yaptı. İsmini Halide koyduk. Halide'ye de anlattım işgalcileri baba. Onların neler yaptıklarını hep anlattım. Hem seni de anlattım ona. Çünkü o da benim gibi; seni tanımıyor baba.
Akşam olunca çadırımıza bir sessizlik çöküyor. Kimse konuşmuyor. Herkes gözlerini bir noktaya dikip öylece kalakalıyor. Yaşlı, aksakallı bir dede her akşam bana ve arkadaşlarıma Kur'an okuyup anlatıyor. Biz öyle zevkle dinliyoruz ki o dedeyi, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Bazı arkadaşlarım dayanamayıp uyuyakalıyorlar. Dede her seferinde:
"Allah ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkaranları ve sürülüp çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir" (60/9). ayetini okuyup susuyor. Konuşsun, anlatsın istiyorum ama, o hiçbir şey söylemiyor. Annem onun bu ayeti düşündüğü İçin konuşmadığını söylüyor. Ama ben yine de bir şey anlayamıyorum".
Sena daha sonra Halide'yi kucağına alıp, çadırın kapısının önüne çıktı. Hava kararmak üzere idi. Uzun toprak yol boyunca çadırlar, yolun her iki yanında dizilmişlerdi. Yemek aracı gelmek üzere idi. İnsanların çoğu çadırlarının önüne çıkmaya başlamışlardı. Bir süre sonra aracın gürültüsü gelmeye başladı. Sena Halide'yi iyice acıkmış olan karnına doğru bastırarak geri döndü. İçeridekilere yemek aracının gelmekte olduğunu söyledi. Çadırdakiler sabah verilen bir tas çorbadan beri artık iyiden iyiye acıkmışlardı. Ağır ağır çadırın önüne çıktılar. Senaların çadırı yolun en sonunda yer alıyordu. Sanki kararmaya yüz tutan gökten bir el uzanacak da tasları teker teker dolduracaktı. Böylesi bir ruh halini yansıtıyordu çadırdakiler. Dura kalka gelen yemek aracı Sena'ların çadırına geldiğinde, araçtaki asker giyimli, miğferinin gölgesinden gözleri görünmeyen adam, elindeki koladan bir yudum içtikten sonra alaycı bir ses tonu ile yemeğin bittiğini söyledi. Çadırın Önünde bekleşen insanlar fazla şaşırmadılar, sadece gökyüzüne bakıp bakmama arasında bir tereddüt geçirdiler ve sonra geriye dönüp, sanki yıllardır yaşadıkları çadırın kapısından birer ikişer içeriye girdiler.
Sena hemen Halide'ye koştu. Annesi dün akşamki yemekten arttırdığı yarım tas pirinç lapasını Sena'ya uzatarak yemesini söyledi. Sena öylesine acıkmıştı ki, o azıcık yemeği bir çırpıda bitirdi. Halide'nin saçlarını okşamaya başladı. Sağ elinde duran kaşığı tasın içine koyarak, tası yavaşça ileri doğru iteleyerek oracığa uzandı.
"Babacığım, bazı günler burada çok gürültü oluyor. Üzerimizden geçen uçaklar sanki kulaklarımızı sağır edercesine ses çıkartıyorlar. Bütün çocuklar gibi ben de çok korkuyorum. Beni sımsıkı saran annem korkmamamı söylerken hep şu ayeti okuyor:
"Ve dedi ki, övgü, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da ihtiyacı bulunmayan Allah'adır. Ve O'nu tekbir edebildikçe tekbir et"
Ve o üzerimizden geçen uçakların İsrailli işgalcilere ait olduğunu söylüyor. Attıkları bombaları göremiyoruz, sadece seslerini duyuyoruz. Sen hiç bomba gördün mü baba? O kadar ses çıkardığına göre büyük bir şey olmalı. Geçen hafta buradaki çadırlardan birine düştü de, yaşlı bir dede ile sekiz yaşındaki torunu tesadüfen kurtuldular. Yaşlı dede torununu, abdest almayı öğretmek için su tanklarının bulunduğu yere götürmüş de, öylelikle kurtulmuşlar. Görüyor musun baba, Allah bizleri nasıl koruyor. Allah ne kadar büyük değil mi? Yahudilerden de büyük değil mi?"
Yaklaşık iki saat ya olmuş, ya olmamıştı ki, müthiş bir gürültü gecenin sessizliğini adeta bir bıçak gibi böldü. Sonra ardı ardına gürültüler kopmaya başladı. Sena yattığı yerden korkuyla fırladı. Hemen Halide'yi aradı. O sırada annesi koşarak çadırdakileri uyandırmaya başlamıştı bile. Öylesine telaşlıydı ki, üzerinden düşen kağıt parçasının farkına bile varmadı. Sena Halide'yi kucağına alıp ürkek adımlarla o şeyin yanına yaklaştığında bunun bir resim olduğunu gördü. Bu kağıt parçası bir gazeteden aceleyle yırtılmış ve epeyce yıpranmıştı. Sena kağıdı almak için usulca eğildi; alıp Halide'nin elbisesinin içine yerleştirmişti ki, omzunda bir el hissetti. Başını çevirip baktığında annesinin olduğunu gördü.
"Hadi kızım hemen dışarı çık" dedi annesi ve onu kolundan tutup neredeyse sürükleyerek dışarı çıkarıp yaklaşık ikiyüzelli metre ilerideki taş yapıya doğru koşturdu. Burası bir sığınaktı. Her tarafı betonla kapalı olan bu yer, Sena'ya ürperti vermişti.
Gözlerini kapattı, bir an hiçbir şey görmek istemedi. Göz kapaklarının altından akan yaşlar yanaklarından aşağıya doğru süzülüp kucağında yüzüstü duran Halide'nin üzerine damlıyordu. O sırada biraz önce aceleyle Halide'nin elbisesinin içine yerleştirdiği kağıt parçası aklına geldi. Başını hafifçe yukarı doğru kaldırıp sığınaktakileri şöyle bir göz ucu ile süzdükten sonra annesinin tam karşısında yaralılarla ilgilenmekte olduğunu fark etti. Tekrar başını öne eğip kağıdı usulca çıkardı.
Resimde bir dağda namaz kılanlar vardı. Önde sarıklı, sakallı, çatık kaşlı biri imam olmuş, arkasında duran dört kişiye namaz kıldırıyordu. Tüfekleri yanlarında duruyor, ayrıca en arkada birisi de onlara sırtı dönük vaziyette ayakta, elinde tüfekle bekliyordu. Gölgelerine bakarak "Herhalde öğle namazı kılıyorlar" diye içinden geçiriyordu ki, gözü resmin altındaki yazıya ilişti. Yazıda "Siyonistlerin korkulu rüyası Hamas'ın askeri kanat sorumlusu Mus'ab Şimali ve arkadaşları namazlarını eda ederlerken" yazıyordu.
Birdenbire heyecanlandı Sena. Çocuk kalbinde tarifi imkansız bir burukluk duydu. Ellerini gözlerine yaklaştırıp resme daha yakından bakmak istedi. Evet oydu. Aylardır rüyalarında gördüğü adamdı bu. Rüyalarında onun saçlarını okşayan, gözlerinden öpüp koklayan adam karşısındaydı.
"İşte" dedi kendi kendine "babam bu işte".
"Babacığım bir gece çadırımızın önünde bir araç durdu. Çadırdakilerin kimisi uykuya dalmış, kimisi sohbet ediyor, kimisi de Kur'an okuyordu. Annemin akşam üzeri getirdiği közlerin üzerine koyduğu çaydanlık kaynamaya başlamıştı. Araçtan inen iri yarı, çok pis kokan üç tane adam, çadırımıza girdiler. İçeridekileri baştan aşağı şöyle bir süzdükten sonra bir tanesi anneme doğru yaklaşıp:
"Kalk bakalım ..." diye bağırdı.
Annem ise arkası dönük bir şekilde elindeki Kur'an'ı okumakla meşguldü. Adam, elindeki şişeden bir yudum aldıktan sonra hızla yere fırlatarak annemi zorla kaldırmak için hamle yapmıştı ki, annem ileri doğru atılıp adamın elinden kurtulduktan sonra yüzünü adama doğru döndü. Hâlâ oturur vaziyetteydi. Yine başarısız olan adam hiddetlenerek annemin üzerine doğru yürümeye başladı. Annemle aralarında bir adım ya kalmış, ya kalmamıştı ki, belinde asılı duran sopayı çıkartıp tam vuracağı sırada, annem çaydanlığı közlerin üzerinden alıp içindeki suyu adamın suratına fırlattı. Adam kaynar suyun etkisi ile müthiş bir nâra atarak yere yığılıp kaldı. Yerde can havli ile kıvranan arkadaşlarını gören diğer iki adam annemi zorla dışarı çıkartıp araca bindirip götürdüler. Annemin çığlıkları ile aracın gürültüsü birbirine karıştı. Peşlerinden koşup annemi görmek istedim, fakat birisi arkamdan yakalayarak;
"Gel kızım, annen biraz sonra gelecek" diyerek beni yere oturttu. O sırada yere düşen Halide'yi de kucağıma verdiler. Zaten herkesin kendine yetecek kadar derdi olduğundan benimle fazla ilgilenen olmadı. Yüzüm çadırın kapısına dönük olarak otururken, hava aydınlanmaya başladı. Artık umudumu kesmek üzereydim. Yere uzanıp dizlerimi karın boşluğuma çekip büzülüp yattım. Yenice dalmıştım ki, yine bir araç gürültüsü tüm çadırdakileri uyandırmaya yetti. Herkes yine aynı korkuya kapılacaktı ki, iki tane adam annemi sürükleyerek getirerek çadırın ortasına yüzü koyun fırlattılar. Yattığım yerden hızla fırlayarak hemen annemin yanına koştum. 'Anneciğim' dedim".
Evet. "Anneciğim" dedi Sena. Ve sonra çocuk elleri ile başındaki örtüsü parçalanmış annesinin saçlarını okşamaya başladı. İçini çeke çeke ağlıyordu annesi. Belki bin defa öptü annesini. Küçücük parmakları annesinin "Kahrolsun İsrail", "Kahrolsun Siyonistler" diyen dudakları üzerinde geziniyordu. Halide'yi unutmuştu Sena. Çünkü o şimdi annesine annelik yapmak zorundaydı. Bir gecede bir ömür kadar büyümüştü. Omuzları müthiş bir ağırlıkla ezilir gibi oldu.
İkisinin gözlerinden de yaş dökülmedi. Yüreklerine gizlediler de gözyaşlarını dikenli tellere dahi göstermediler. Öyle kesintisiz bakışlarla baktılar ki birbirlerine, çadırdakiler oradan bir nurun yükseldiğini zannettiler gökyüzüne. Sena annesinin başını kucağına özenle yerleştirirken, hemen yanlarında sabah namazını kıldıran yaşlı dedenin okuduğu şu ayeti duydu:
"Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve 'Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve Çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?" (4/75).
Sonra Halide'yi yerden alıp üzerindeki tozlan silkeleyerek;
"Ben savaşacağım"
"Ben savaşacağım Halide" dedi Sena.