Koşuyorduk, haykırıyorduk, telaşla hatırlatıyorduk birbirimize... Bir karmaşanın, ayakta kalabilme savaşının, dalına sımsıkı tutunmaya çalışan yaprakların öyküsüydük... Öyküyü adamakıllı anlatabilmek, kısa bir tarih tahlili yapabilmek için erken saatlerdeyiz. Ama 'Evet, demiştik bir zamanlar, bizdik bu resimlerde yumruğu havada olanlar' diyecek kadar, yaşanmış bu öykünün arafesindeyiz. Kopan yapraklar, dalında kalanlar sonu kestirilemeyen bu öykünün aktörleri.
Bu yapraklardan biriydi o. Herkesin karar verdiği o günlerde aslında çok da şaşırtmamıştık 'başımı açacağım' deyişine. Farklıydı. Kıyafet seçimi, gözlerindeki boya ile farklıydı o koca başörtülüler cemaatinden. Ama gene de o farklı kızın içinde devinip duran asi damarın başörtüsüne değil, onu yasaklayanlara isyan bayrağı açacağını düşünürdüm.
Birçoğumuzdan önce evlenmiş ve sonra da bir çocuk annesi olmuşken boşanmıştı. Yaşadığı her nasıl bir şeyse isyan etmişti. Bu toplumun dul kadın algısı ve yaşatacağı zorluklara rağmen.
Onu ev arkadaşımızın sınıf arkadaşı olması nedeniyle tanımıştık. Farklılıklarına laf söyletmeyen, kendinden hep emin havasıyla öylece bir kız, öylece bir müslüman olarak kabul etmiştik. İnadını samimi hatırlatmalara karşı nasıl şahlandırıyorsa gene öyle yapmasını dilerdik, yasağın birçoğumuz gibi muhatabı olan bu kızdan. Başını açmaya karar verdiğinde, hayatlarımızın akışı temel bir tercih olarak ayrılsa da, sürdü arkadaşlık ve görüşmeler. Birçoğumuz, aynı evi paylaştığımız arkadaşımızın nişanına gidememişken, bir o kalkıp gitmişti aradaki sekiz saatlik yola rağmen. Ve belki de, birkaç ay sonra karşılaşacaktık aynı arkadaşın düğününde. Hatta belki, diplomasını alıp avukat oluşuna karşı, kendimizin gün be gün köşeye sıkışmış, alanlarımızın daraltılmışlığına karşı buruklaşacaktı içimiz. Pek yakında kendi bürosunu açacak oluşu, çalışıyor olduğu yerdeki konumu, kısaca 'Avukat hanım' oluşu bir kez daha vuracaktı yüzümüze elimizden alınanları. Her ne kadar gururla başörtümüzden vazgeçmediğimiz için 'atıldık' okulumuzdan desek de, insanların acıyan gözlerle bakışı sarıverecekti bir an bizi. Okuldan atılan bize ve 'Avukat hanım'a karşı yapılan farklı muamele bir kez daha sarsacaktı belki de bizi. Ve o zaman anlamaya çalışacaktık belki de onu. Başını açmaya karar verdiğindeki mazereti 'Bakmam gereken bir çocuğum var' deyişini, Rabbimizin rezzak oluşuna rağmen haklı bulacaktık belki de bir an. Belki...
Ama bir sabah telefon çalıp öğrenmeseydik eğer; okulunu bitirmişken, avukat olmuşken, tam da çocuğuna bakacakken, açanlar, açmayanlar diye uzun uzun düşünüp-konuşurken, Rabbimizin hayatımızın tek hakimi olduğunu, ondan gayrisinin yalan olduğunu tekrar hatırlatarak, öldüğünü.
Allah'a sadık kalmayı anlatırken 'diplomamızı aldığımız gün ölebiliriz' diye verdiğimiz örnekleri doğrulayarak, ölmüş. Geride bir çocuk, yarım kalmış bir gelecek, ilerletilecek bir kariyer bırakarak. Bir de gazetelerde, siyah permalı saçlarıyla bir fotoğraf ondan kalan. Oysa eskiden ne siyahtı saçları ne de permalı. Ölmüş, hepimizi sükûta, tekrar düşünmeye davet edercesine. Kıyametlerimizin ne zaman, nasıl olacağının sürprizliğini anlatırcasına...
Bize de, onu tüm iyi niyetlerinden dolayı Rabbimizin affına havale etmekten ve o affı kazanmaya çalışmaktan, tevekkül etmekten başka bir şey düşmüyor. O sürpriz günle defterlerimiz kapanmadan, amellerin en güzellerinde yarışmaktan daha sahici ne var ki, ölümün davetsiz ve hiçbir şey takmayan gelişi karşısında!..