Fransa orjinli bir bilim olan sosyoloji, 19.yüzyılda ortaya çıktı. Sosyolojinin ortaya çıkış koşullarını Batı Avrupa toplumlarının iç dinamiklerinde aramak gerekir. Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi sonucu Batı’da beliren sorunlarla toplum çıkmaza doğru evrilirken, Batı’nın teorisyenleri toplumsal, siyasi, ekonomik, kültürel ve dinî alanda yeni bir doktrin oluşturdu. Sosyoloji, bu noktada büyük bir rol üstlenerek modern yaşam biçiminin toplumsal ayağını oluşturdu. Yeni dünyanın laik, seküler, bireyci, pozitivist ve ulusçu mantalitesinin sacayağı konumunda olan sosyoloji, aynı zamanda modern paradigmanın da ideolojik bir formuna dönüştü.
İlk sosyolog olarak görülen Saint Simon’un “toplumsal fizyoloji” olarak tanımladığı, Comte’un önce “toplumsal fizik” sonra ise “sosyoloji” olarak tanımladığı bu yeni bilim, Fransa’da tezahür etti. Düşünsel, siyasal ve iktisadi alandaki değişimin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı yaşanması sosyoloji biliminin doğmasına olanak verdi. Aydınlanmış Avrupa’nın ulus-devlet sürecine girmesi, sanayileşmenin baş döndürücü bir hızla yayılması ve bununla beraber kırdan kente yoğun göçlerin meydana gelmesi büyük toplumsal sorunları da beraberinde getirdi. “Sosyoloji, işte böyle bir ortamda, toplumsal düzen ve değişimi anlamak, toplumun statik ve dinamik bilgisini edinmek ve son kertede, giderek şiddetlenen toplumsal sorunlara çözüm bulmak amacıyla modern bilim ya da modernitenin bir bilimi olarak doğmuştur.” Bu modern bilimi anlamak onun ortaya çıkış koşullarını iyi bilmekten geçiyor.
Bu kapsamda İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Enes Kabakçı’nın Vadi Yayınları’ndan çıkan “Sosyolojiyi Kurmak” adlı eseri, sosyolojinin kuruluş evresine damga vuran dört Fransız düşünürü merkeze alıyor. Kitap, sosyolojinin 18.yüzyıldaki habercisi sayılan Montesquieu, onun düşünsel mirasını devralıp sonraki çağa aktaran Tocqueville ile bu yeni bilimin kurucusu kabul edilen Comte ve sosyolojinin kurumsallaşmasında önemli bir paya sahip olan Durkheim’i ele alıyor.
Kitabın ilk bölümünde yer alan Charles-Louis De Secondat De Montesquieu, sosyolog sayılmasa da sosyolojinin habercisi olarak görülüyor. Montesquieu’nun sosyolojiye ilham veren eseri “Kanunların Ruhu”dur. Montesquieu’ya göre, “Kanun, genel olarak insani akıldır.” Kanunların eşyanın tabiatından türediğini söyleyen Montesquieu, onların bir bütün olarak toplumun ruhunun ifadesi olduğunu belirtir.
Montesquieu, tarih boyunca üç siyasal toplum tipolojisini tasvir eder. Bunlar, cumhuriyet, monarşi ve despotizm yönetimleridir. Cumhuriyetin “erdem”, monarşinin “şeref” ve despotizmin de “korku” üzerine inşa olduğunu söyleyen Montesquieu, Cumhuriyet yönetimini Protestanlara, monarşiyi Katoliklere, despotizmi ise Müslümanlara özgü yönetim biçimi olarak tanımlayarak bu noktada Batı’nın oryantalist tezlerini sonuna kadar savunur.
Montesquieu’ya göre, iklim ve coğrafya, insan karakteri, örf, adet, kanunlar ve hükümet biçimleri üzerinde etkilidir. İklimin soğuk olduğu yerlerde insanların daha çalışkan ve dinamik olduğunu, sıcak bölgelerdeki insanların ise tembel ve köleleştirilmeye müsait olduğunu savunan Montesquieu, yönetim biçimleri ve iklim arasında doğrudan bir bağ kurar. Özetle, Montesquieu, despotik yönetimler altında yaşayan Müslümanların iklim faktörü nedeniyle köleleştirilmeye müsait olduğunu ileri sürüyor.
Montesquieu’dan sonra bayrağı devralan Alexis De Tocqueville, demokrasi üzerine sahadan yaptığı çalışmalarla adeta sosyolojinin gelişini müjdeler. “Amerika’da Demokrasi” adlı eseriyle toplum ve siyaset ilişkisine dair çarpıcı tespitlerde bulunan Tocqueville, Fransa demokrasisinin neden Amerikan demokrasisi gibi liberal bir karaktere sahip olmadığını sorgular ve saha çalışması için Amerika’ya gider. Liberal demokrasinin yılmaz bir savunucusu olan Tocqueville, bireyin sömürülmesine ve köleleştirilmesine karşı çıkarken, toplumların sömürülmesini ise savunur. Tocqueville’e göre, sömürgeler, “devletin şanı” ve “ulusun gururudur”. Fransa’nın daha demokrat bir toplum olması için akademik çalışmalar yapan Tocqueville, o dönem Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir için aynı kanaatleri taşımaz. Tocqueville’ininsan haklarına vurgu yapan demokrasi anlayışı sadece Fransa ve Batı toplumlarıyla sınırlı.
Tocqueville’e göre, dinî düşüncenin demokrasiye tabi kılınması gerekir. Bu noktada Tocqueville, Fransız İhtilalini başlı başına dinî bir devrim olarak görür. Ancak bu devrimi tamamen seküler ve ‘insanlık dini’ olarak tanımlıyor.
Sosyolojiye adını veren Auguste Comte da Katolik bir aileye mensup olmasına rağmen Saint-Simon’la tanışması sonucu pozitivist düşünceye doğru evrilir. Saint-Simon’un düşünceleri, Comte’la özdeşleşen “üç hal kanunu”nun temelini teşkil eder. Comte’un üç hal kanununa göre, insanlık tarihi, “teolojik” evreden “metafizik” evreye, oradan da nihayet “pozitif” evreye geçer. İlerleme paradigması üzerine üç hal kanununu inşa eden Comte, pozitivist evreyi insanlık düşüncesinin gelebileceği son aşama olarak görerek pozitivizmin din olarak benimsenmesi için bir nevi seküler bir tarikat kurar. Tamamen Katoliklerin dinî yapısından esinlenen Comte, yeni dinin merkezinde “tanrı” yerine “insanlık” olduğunu söyler. İnsanlığın düşünsel serüveninin pozitivist evre ile nihayete erdiğini ileri süren Comte, Osmanlı devletinin yöneticilerine dahi yeni dine geçmeleri için davet gönderir.
Değişimin toplumların özünde olduğunu savunan Comte, Spencer ve Marx gibi tarih/toplum değerlendirmesini belli yasalara bağlar. Toplumsal değişimi tamamen determinist bir yaklaşımla ele alan Comte, teolojik, metafizik ve pozitivist aşamaları sırasıyla insanlığın çocukluk, ergenlik ve olgunluk dönemine tekabül ettiğini belirtir. Ancak bu tezini hararetle savunan Comte, pozitivizmin ömrünün de tıpkı insanlığın olgunluk evresinden sonra yaşlanması ve nihayet ölmesi misali biteceğini öngöremedi. Bugün pozitivizm, bizzat post-pozitivistler tarafından bile eleştiriye tabi tutuluyor.
İlerlemeci paradigmanın teorisyenlerinden olan Comte’a göre, ilerleme, hızlı ve fakat düzen içinde ve sosyolojinin kılavuzluğunda olması gerekir. Comte’a göre, düzen (statik) ve ilerleme (dinamik) birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Comte’un bu yorumu yapısalcı/işlevselci kurama büyük bir katkı sağladı.
Kitabın son bölümü ise sosyolojiye akademik bir hüviyet kazandıran ve sosyolojinin kurumsallaşmasında başat rol oynayan Emile Durkheim’e ayrılıyor. Yahudi bir ailenin çocuğu olan Durkheim, önce Katoliklikle daha sonra ise tüm dinlerle bağlarını kopararak agnostisizmde karar kılar. Ona göre, sosyal bilim, toplumun ahlaki olarak yönlendirilmesinde bir araç olarak kurulmalıdır. Fransa’da ilk sosyoloji profesörlüğü unvanını alan Durkheim’in sosyolojinin etkisinin günümüze kadar ulaşmasındaki katkısı yadsınamaz.
Toplumun mekanik dayanışmadan (cemaat, gelenek, din) organik dayanışmaya (bireyselleşme, toplum, ulus) geçmesi gerektiğini savunan Durkheim’e göre, bireyin iradesi “genel irade” içinde temsil edilmelidir. Ona göre, genel irade, bireylerin iradelerinin toplamının ötesinde ve üstünde bir olgudur. Bireyselleşmenin gerekli olduğunu savunan Durkheim, toplumun işleyişinin ise “toplumsal işbölümü” ve “dayanışma” ile mümkün olduğunu öne sürer.
Sosyolojinin ilk belirtilerinden doğumuna kadar olan dönemi, dört sosyal bilimci üzerinden çok iyi tahlil eden Enes Kabakçı, 18, 19 ve 20.yüzyıllardaki siyasi ve sosyal gelişmelere de ışık tutuyor. Sosyoloji tarihine dair çok kapsamlı bir çalışma yapan Kabakçı’nın eseri meseleye dair ilgisi olanların ziyadesiyle istifade edeceği bir mahiyete sahip.