Usame bin Ladin, ABD ve müttefiklerinin iki bağımsız ülkeyi işgal etmesinin, 10 yıl boyunca sürdürdükleri büyük bir takibin, yüzlerce başarısız operasyonunun ardından, Pakistan’da düzenlenen bir saldırı sonucu şehit oldu. O çok sevdiği ve uğrunda savaştığı Rabbine kavuştu. Onu ve ailesini silahsız bir şekilde katledenlerin akıbetlerini ise hepimiz yaşayarak göreceğiz.
O, bu imtihan dünyasından, gerçek ve ölümsüz bir hayata yol alıp, Rabbine rücu etse de hakkında üretilmiş komplo teorileri bitmeyecek. Çünkü insaf ve izandan yoksun bu komplocu güruh için ölmeniz dahi bir anlam ifade etmiyor. Onun hakkında “Amerika’nın adamı, CIA ajanı” diyenler olduğu gibi; gerçekte hiç yaşamadığını, yıllar önce öldüğünü, hatta ABD’nin kendisine sağladığı lüks bir malikânede tropikal bir adada sefa sürdüğünü iddia edenler dahi oldu. Bu akıl dışı iddialar, Beyaz Saray’ın kalemşorları tarafından öne sürüldüğü gibi, Washington’un politikalarını sözüm ona eleştiren liberal-demokratlar tarafından da dillendirildi. Aslında sadece bu birliktelik dahi, içeride kendi muhalefetini de oluşturan ABD’nin neocon-liberal ittifakını gözler önüne sermeye yeterdi, bakmayı bilen gözler için. Bir yandan İslam’a “haçlı seferi başlattığını” ilan ederek cepheden saldırıya geçen ABD yönetimi, diğer yandan bu sertlik politikasına karşı durduğunu söyleyen liberal aydınlar, aslında temel olarak aynı zaviyeden baktılar: Aralarındaki fark, Müslüman zihinleri manipüle etmenin bir aracıydı sadece.
Cihadı Bir Mektep Haline Getirdi
Bu güruhun peşine takılan İslami kesimden bazılarına ise sözümüz elbette var. Komplo teorilerini boşa çıkartan onlarca demeç, bildiri, görüntü ve bedel ödeyen Müslümanların şahitliğine rağmen, onlar fasıkların peşinden gitmeyi daha uygun gördüler. Bu yaptıkları en hafif tabiriyle akılsızlıktı. Fakat muhakeme eksikliği mazur görülebilir. Kavramlarımızın içinin boşaltıldığı, ideallerimizin tahfif edildiği bu çağda, yaşadıkları aslında bir zihin kaymasıydı: Gündemlerinde cihad ya da şehadet olmayanların, kendi varlıklarını meşrulaştırmalarının bir aracıydı komplolara sığınmak. Böylece vicdanlar rahatlayabildi. Kalp itminan buldu. Mazeretler, bir efsun gibi zihni kapladı.
Fakat hiçbir şey, ölüm kadar derinden sarsamaz insanı. Bedenlerini adeta bir gömlek gibi çıkarıp musalla taşına, hatta havaya, toza, toprağa, okyanus dibine çarpanlar; bu dünyanın geçiciliğini, sadece O’nun rızası için yaşanılıp, sadece O’nun için ölünebileceğini sessizce haykırdıklarında berhava ederler komplocuların kirli emellerini.
Ümmetin derdini kendine dert edinenler, Allah’a verdikleri sözde sebat edenler O’nun ölümüne üzüldüler. Endonezya’dan Pakistan’a, Somali’den Filistin’e, Cezayir’den İstanbul’a kadar tüm İslam coğrafyası onu gıyabi cenaze namazları ve eylemlerle selamladılar. Rabbimize büyük bir mücahidi uğurladığımıza şehadet ettiler.
Bush Öldüğünde de Memnuniyet Duyacak mısınız?
Allah’ın dininin düşmanları ise onun gidişiyle sevince gark oldular. Memnuniyetlerini dile getirdiler. Ümmetin dertlerini siyasi istikballerine tevdi edenler “cezasını buldu” diyerek alkışladılar bu meşum saldırıyı. Kur’an eğitimini yasaklayanlardan hesap soramayanlar, kesintisiz zorbalığını ortadan kaldırmayıp, 15 yaşındaki bir genç kızın zorla başını açıp, okul sıralarında tecrit edenlere söz söyleyemeyenler; başını açmamakta direten kızları nasıl provokasyonla suçladılarsa: aynı şekilde yavuz hırsız misali, bu katliama övgüler düzdüler. Buna karşın, bu kişilerden hiçbirisi, ABD’nin yüz yıldır gerçekleştirdiği katliamlara tek kelime söz söyleme zahmetinde bulunmadılar. Küresel emperyalizmin Afganistan’da, Irak’ta ne işi var, demediler. Afganistan’da katliam yapan ISAF’ın komutasının Türkiye’de bulunmasından ise büyük bir onur duyduklarını söylediler her fırsatta.
Irak’ı yerle bir eden uçakların Adana’dan havalanmasına, CIA’nın uçakları Türkiye’yi bir üs gibi kullanıp dünyanın dört bir yanından Müslümanları Bagram’a, Guantanamo’ya taşımalarına, on yıldır Afganistan’da bir işgal gücü olarak bulunmasına rağmen Türkiye’nin idarecileri içinde bulundukları bu paryalıktan hiç olmazsa hicap etmeli, Usame’nin şehadetinin hukuksuz bir infaz olduğunu söylemeliydiler. Oysaki bu zevat, İsrail Cumhurbaşkanı’ndan bile önce davranıp saldırıyı kutlamayı tercih ettiler. Günleri aramızda döndüren Rabbimiz her şeye şahittir.
Konformizmin zihinsel fesadına uğramış, idealleri ve davası kalmamış kişilere değil, gönlünü İslam’ın yeryüzüne hâkim kılınması mücadelesine adamış kişiler için asrımızdaki bu küresel savaşın bir tarafı durumundaki mücahidleri ve taleplerini anlamak ve anlatmak durumundayız. Bu bizim için ibadi bir sorumluluktur. Eğer, mücahidleri anlamaya gayret etmez isek, onların bu yolda yürürken yaptıkları yanlışları görüp uyarmamız da mümkün olmayacaktır. Hiçbir Müslüman ne Usame bin Ladin’e ne de kurduğu örgüte tartışılmaz, hatasız bir masumiyet atfedemez. Hepimizin olduğu gibi, onların da tartışılması gereken hataları, kusurları, yanlış içtihatları olabilir. Müslümanlar, kardeşlik hukukuna riayet ederek yapıcı eleştirilerde bulunmalıdırlar. Yerginin de övgünün de ölçüsüz olanından Rabbimize sığınmalıyız.
Onu Düşmanları Dahi Takdir Etti
Müminler yaptıkları amelleri ve bilhassa şahsiyetleriyle toplumlarına örnek oluştururlar. Peygamberimizin (s) kendi toplumunda müşrikler tarafından dahi “emin” sıfatıyla anılması bizler için bir övünç meselesidir. Usame bin Ladin için dostları, tevazusu, fedakârlığı ve cömertliğinden çarpıcı örnekler veriyorlar. Aslında kimsenin bu konuda şahitliğine de ihtiyacı yok onun. Zira tüm dünya, 20 milyar dolarlık kişisel servetiyle dünyanın sayılı zenginlerinden biri iken, yaşamını ümmetin yetimleri, kadınları ve düşkünlerinin çağrısına uyarak dağlarda, siperlerde geçiren bir adamın fedakârlığına ve tevazusuna şahittir.
Fakat akıl ve vicdan sahibi düşmanları da onu takdir etmekteler. 2003-2006 yılları arasında ınu yakalamakla görevli CIA birimine başkanlık yapan ve onun hakkında bir kitap da yazan Michael Scheuer, katıldığı bir televizyon programında “onun verdiği sözleri tutan, yapamayacağı şeyleri söylemeyen, dürüst, cömert ve fedakâr bir insan” olduğunu itiraf etmekten kendini alamıyordu. ABD’nin her iki savaşta da yenildiğini söyleyen CIA yetkilisine göre Usame bin Ladin, aynı dili konuşan, aynı etnik kökene ve aynı inanca sahip Müslümanların dahi, bir caddeden karşıdan karşıya geçerken kavga etmeden duramayan Müslüman halkları bir dava ve ideal etrafında birleştirmeyi başaran büyük bir önderdi.
Scheuer, sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Bu adam biz ister kabul edelim ister etmeyelim İslam tarihindeki kahramanlarla oldukça ortak özellik taşıyor, çok samimi, sade yaşantılı, politik sayılacak güzel bir Arapça konuşuyor, çatışmalarda 4 defa yaralanmış, oldukça fakir olan İslam dünyasında devasa bir serveti elinin tersiyle itmiş. 20 milyar doları olmasına rağmen bu servetten vazgeçmiş. Ve gitmiş 20 yıldır Afganistan’ın kirli sularını içerek yaşıyor. O kendisine saygı duyulması gereken bir kişidir. Saygı duymazsak yenemeyiz de.”
Usame bin Ladin, Afganistan’ı işgal eden Sovyetlere karşı cihad eden mücahidlere katıldığında henüz 22 yaşındaydı. Genç, eğitimli ve zengin bir Suudi vatandaşıydı. Ailesi Yemen’in Hadramut bölgesinden Hicaz’a yerleşmiş ve kısa zamanda Arabistan’ın en büyük inşaat şirketini kurarak, Suudi hanedanının dostluğunu kazanmıştı. Usame, babasının vefatından sonra, tüm bu serveti tek başına kontrol edecek, fakat tüm birikimlerini cihada harcayacaktı. O, hayatının son 32 yılının tamamını hiçbir konfora sahip olamadan geçirdi. Afgan cihadından Turabi devriminin gerçekleştiği ve İslam devriminin güçlenmesi için çeşitli imar faaliyetlerine ön ayak olduğu Sudan’a, oradan tekrar Afganistan topraklarına ve şehit olduğu Pakistan’a uzanan yaşamında mücahidlerle, yoksul ve düşkünlerle aynı sofrayı paylaştı. Gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla geçiren bir zahid; Afganlara mahsus yünden harmanisi ve elinde asasıyla Tora Bora dağlarını arşınlayan bir dervişti adeta.
Ümmet Bilincinin Yeşermesine Katkıda Bulundu
Düşmanlarının da ikrar ettiği gibi, onun başardığı en önemli şey, parçalanmış ümmet bilincini yeniden Müslümanların gündemine sokmasıydı. Ümmeti tek bir hedef uğrunda birleştirdi. Bugün onun çağrısına uyan mücahidler, Somali’den Yemen’e, Cezayir’den Çeçenistan’a kadar pek çok cephede aynı çağrıyı tekrarlıyorlar: Bedenlerimiz siperlerde, fakat gözlerimiz Kudüs’e çevrili!
Usame bin Ladin’in bütün konuşmalarında birinci gündem maddesi Filistin davası ve Mescid-i Aksa’nın kurtulması mücadelesiydi. Siyonizm geriletilmeden, İslam dünyasına hâkim olan tağuti rejimlerin zayıflatılamayacağını; aynı şekilde bu rejimler güçsüz bırakılmadıkça da İsrail’in yok olmayacağına işaret etti. Ve tüm dünya, Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden kısa bir süre sonra, Filistin mücadelesinin nasıl ivme kazandığına şahit oldu. İsrail’in yalnızlaşması ve Gazze’nin kısa bir süre içinde Mısır sınır kapılarının açılmasıyla nasıl rahat bir nefes aldığına şahit oldu. Bu uğurda elde ettiğimiz küçük bir kazanım dahi, ümmetin moralinin yükselmesine sebep oldu. Siyonistler ile İslam ülkelerindeki tağutların birbirleriyle nasıl bir çıkar ilişkisi içeride bulunduklarını son olaylar sarih bir biçimde ortaya koydu. Usame, bu tespitlerinde ve Müslüman halklara yaptığı çağrıda isabet etmişti.
“Acı olan gerçek şudur ki; İslam dünyası işgal altındadır ve Arap Siyonistler -bölgenin yöneticileri ve düşmanımızın temsilcileri- onların askerleridir, bizi oradaki güçsüzlere ve baskı altındakilere mazlum kardeşlerimize yardım etmekten alıkoymaktadırlar. Bu yüzden, eğer ülkelerimizdeki yöneticilerin zihin ve kalplerinin ABD ve müttefikleri tarafından işgal altında olduğunu ve bunların hem askerî hem de sivil ordular tarafından desteklendiğini fark etmezsek; onlar hakkındaki gerçeği açığa çıkarmaya çalışmazsak, onlara karşı uyarmazsak, onları ortadan kaldırmazsak ve kendimizi onların otoritesinden kurtarmazsak, Filistin’i asla özgürlüğüne kavuşturamayacağız ve kutsal toprağın işgalinden bu yana hareket ettiğimiz o kapalı alan içerisinde dönmeye devam edeceğiz.”
Usame bin Ladin, Siyonistler kadar, bölgede onların varlığını devam ettiren işbirlikçi iktidarlara sürekli işaret etmeye devam etmiştir. Bununla birlikte, öncelikli hedefin ABD ve müttefikleri olduğu gerçeğini asla ihmal etmemiştir. El Kaide’yi kurduran temel amil de budur. 1998 yılında Mısır İslami Cihadı lideri Dr. Eymen ez-Zevahiri, hava saldırısında şehit olan Muhammed Atıf (Mısır) ve Pakistan’daki bazı İslami direniş örgütleriyle birlikte kurdukları örgüt, Haçlı ve Siyonistlere Karşı İslami Cephe idi. Daha sonra kamuoyunda El Kaide olarak bilinen örgüt, isminde de ortaya konulduğu üzere, düşman olarak ABD, İsrail ve müttefiklerini gördüğünü açıkça ifade etmişti. 11 Eylül saldırılarından üç yıl önce kurulan örgütün ilk yaptığı açıklamada, tüm dünyada ABD ve İsrail çıkarlarına saldırılar yapacağı ilan ediliyordu. Yani, El Kaide ABD’ye savaş açarken açık bir tehditte bulunuyor, saldırıların işaret fişeğini çakıyordu. 1998 yılında Tanzanya ve Kenya’daki ABD büyükelçiliklerine düzenlenen saldırlar, 2000 yılında Yemen’de 17 Amerikan askerinin öldüğü USS Cole Uçak gemisine yönelik saldırıları, 11 Eylül saldırılarının açık işaretleriydi. Oysaki ABD tüm dünyayı 11 Eylül’ün bir başlangıç olduğuna inandırmayı başardı. Gerçek ise 11 Eylül’ün emperyalizme karşı açılmış küresel başkaldırının bir merhalesi olduğuydu. Bir sebep değil, ABD ve Batı koalisyonunun 150 yıldır İslam dünyasında uyguladıkları vahşete karşı planlı, örgütlü bir cevaptı.
Kudüs Öncelikli Gündemiydi
Bu saldırıların arkasındaki temel gerekçe de Filistin’de 60 yıldır fütursuz ve pervasızca devam eden işgaldi. Usame bin Ladin, saldırılardan kısa bir süre sonra -Afganistan işgali başladığında- saldırıların sorumluluğunu üstlenmiş, bu operasyonda harcadıkları paradan kaç kişinin katıldığına kadar bir dizi ayrıntıyı dünyayla paylaşmıştı. Mısırlı Muhammed Atta liderliğindeki operasyon timine katılan 19 gencin vasiyetlerinin yer aldığı videoyu ve bu gençlerin uyruklarını, kişisel bilgilerini bizzat Usame bin Ladin kendisi açıklamıştı. O, bu açıklamayı yaptığında, henüz ne ABD yönetimi ne de dünya medyası bu kişilerin kimlikleriyle ilgili net bilgilere sahip değildi.
O, bu saldırıyla, küresel emperyalizme karşı net bir çağrıda bulunuyordu. Filistin’de masum çocuklar rahat bir uyku çekene kadar, ABD ve müttefikleri huzur içinde kalamayacaklardı. Bu savaşın bitmesinin ilk koşulu, İsrail işgalinin son bulması ve Kudüs’ün özgürlüğüne kavuşmasıydı. Bugüne kadar, İsrail’le iki savaş yapmış, fakat ikisinde de mağlup olmuş Arap ordularının başaramadığı bir bir meydan okumayı, ancak temiz, sahih bir inanç ve fedakârlıkla donatılmış bir imanın gerçekleştirebileceğini haykırıyordu.
Ümmete eylemleri ve çağrısıyla öncülük etmesine rağmen, o hiçbir zaman kendisini önderlik mevkiinde görmedi. Tevazusu ve Müslüman halklara olan saygı ve itimadı onu önder değil, ümmetin kahraman bir neferi olarak görmeye itti. İslam dünyasında var olan liderlik sorununa eğilirken, ümmeti harekete geçirmeye çalıştı:
“Mescid-i Aksa’nın özgürleştirilmesine giden yol, bu büyük çaptaki olaylar seviyesinde, gerçek, dürüst, bağımsız, güçlü ve güvenilir liderlikler gerektirmektedir. Bu güncel olayların fıkhında ve şeriat fıkhında uzman olmayı gerektirir. Şeriat, İslâm dünyasının tamamında şubelere sahip bir nasihat komitesi kuracak ve bu komite ümmetin evlatları arasında bilgiyi, şer’i ve siyasi şuuru yayacak ve böylece zihinler cehalet ve saflıktan; ruhlar, boyun eğmekten ve düşmana boyun eğen yöneticilere teslim olmaktan kurtulacaktır.”
Tekfircilikten ve Mezhebî Bağnazlıktan Uzaktı
İslam dünyasında siyasi ve askerî bir birlik oluşturmaya çalışırken, üzerinde gidilecek yolun da “sahih” bir akideye dayanması gerektiğini daima vurguluyordu. Hurafe ve bidatlerden uzak, Kur’an’ın çağrısına uygun bir akide ile ancak başarıya ulaşılabileceğini vurguluyordu. Bunu yaparken, ümmetin mezhebî farklılıklarını yadsımayan bir yolda yürümeye azami dikkat ediyordu. Bunun en açık kanıtı, kendisi ve yol arkadaşlarının büyük çoğunluğu Selefi akideye sahip olmasına rağmen, Hanefi mezhebine katı bir şekilde bağlı olduğu bilinen Taliban hareketinin lideri Molla Ömer’e, Afganistan’ın tek meşru lideri ve emir’ül müminin olarak biat ettiğini açıklamasıydı. Hiçbir beyanatında ne Şiileri ne de sufi hareketleri akidelerinden dolayı açıkça eleştirmedi. Ona göre, Allah yolunda, kafir işgalcilere karşı direnen bir sufi, oturan ve işgalcilere göz yuman bir selefiden çok daha değerliydi. Bunu her fırsatta dile getirmekten çekinmedi. İsrail’in Lübnan saldırısında, kendisine destek veren katı selefileri karşısına almak pahasına Hizbullah’ı açıkça destekledi.
Tekfirci akımlara karşı itidali tavsiye etti. El vela vel bera akidesi olarak bilinen ve selefi ekolün en önemli kıstası olan bu anlayışı, “Allah nerededir? Arşa istiva etmiş midir?” gibi sorulara indirgemedi. Müslüman halklara düşmanlık edenler ve işgalciler “beri” olunması gerekenler; Allah yolunda canları ve mallarıyla cihad edenler, yurtlarından sürülen mustazaflar, Allah rızası için hicret edenler ise “veli” yani dosttular. Böylece o, tekfiri, düşmanla işbirliği yapanlara temlik edip, selef akidesine asli misyonunu kazandırıyordu. İslam dünyasındaki, laik ya da işbirlikçi ama görünürde şer’i olan idareler altında yaşayan halkları Müslüman kardeşleri olarak görüyordu. Yaptığı bu toplum değerlendirmesi, İslami hareketin neredeyse son 60 yıldır içinde bulunduğu tartışmalı alana dair açık bir göndermeydi. Yaptığı bu değerlendirme sebebiyle, kendisini tekfir eden bağnaz tekfircilere aldırış etmedi.
Hareketinin gövdesini oluşturan Mısır İslami Cihadı’nın, Mısır’da edindiği ve süreç içerisinde et-Tekfir ve’l Hicre hareketiyle net bir şekilde yollarını ayırmasına sebep olan bu tecrübeyi, El Kaide içerisinde bir anlayış olarak yerleştirmeye çalıştı. Ümmet mezhebî farklılıklarını bir zenginlik olarak görmeli ve bunu bir ayrışma vesilesi olarak kabul etmemeliydi. Tüm gücünü, ümmetin her türlü ulusal ve mezhebî farklılıklarını aşmaya hasretti. Parçalanmış İslam coğrafyasındaki sınırların yapay olduğunu, Müslümanların kavmi ya da ulusal çıkarlarını aşarak, yeniden ümmet bilinci etrafında kenetlenmesi gerektiğini sürekli vurguladı.
Parçacı Tarih Değerlendirmelerini Reddetti
Ümmetin siyasi ve askerî yenilgisinin başlangıcı olarak Osmanlı’nın yıkıldığı tarihi görüyordu. Bu okuma biçimi, ümmetin 15 asırlık birikimini bir çırpıda rafa kaldıran türedi bir İslamcı okumadan farklı olarak, İslam tarihinin inişleri ve çıkışları olduğu gerçeğinin altını çiziyordu:
“Osmanlı Devleti bütün büyük kusurlarına rağmen Batılı kurtlardan ümmeti koruyordu. Sonra İngilizler bazı Arap liderleriyle gizli anlaşma yaptılar. Onların başında Şerif Hüseyin, onun oğlu ve Kral Abdulaziz es-Suud vardı. Onlar Osmanlı Devleti'yle savaşmak ve onu devirmek için İngilizlerle tezgâh kurdular ve de bunu yaptılar. Sonra İngilizler planlarını tatbik etmeleri ve bizim harcamalarımızdaki faizlerini korumak için ajanlar tayin ettiler.”
Ona göre, Filistin’in özgürlüğü için iki ülkedeki otoritelerin yok edilmesi elzemdi. Birincisi yukarıda da işaret edildiği üzere Şerif Hüseyin’in İsrail işgaline zemin hazırlamak için İngilizler eliyle kurulmuş Ürdün Krallığı, diğeri ise dünyanın en büyük petrol rezervine sahip olmasına rağmen ABD güdümünde hareket ederek İslami direniş hareketlerinin önündeki en büyük engel olan Suudi Hanedanıydı.
Öncelikli Hedef: Küresel Emperyalizm
Bununla birlikte kurduğu örgüt, “uzak düşman stratejisi” olarak adlandırılan bir anlayışla hareket etti. İslam coğrafyasında mümkün olduğunca çatışmalara girmekten kaçındı. Malcolm X’in söylediği gibi “kuklayı değil, kuklacıyı vurmak” gerekliydi. Tüm gücünü, ABD ve Batılı müttefiklerine karşı yürüttüğü savaşta kullandı. ABD’nin cephe savaşlarında ağır bir hezimete uğrayacağını; fakat tamamen yenilmeyeceğini; buna karşın ekonomik olarak düşmana verilecek zayiatın daha etkili olduğunu söylüyordu. Nitekim 11 Eylül saldırıları, ABD’nin yenilmez imajını yıkma konusunda büyük bir başarı sağlasa da asıl başarısını ekonomik alanda göstermişti.
Saldırının ilk haftasında -New York borsası ikiz kulelerde bulunuyordu- ABD borsalarının toplam kaybı 1 trilyon 4 yüz milyar doları buldu. Pentagon, ikiz kuleler ve diğer binaların yıkılması, vergi kayıpları, alt yapının çökmesi sonucu oluşan toplam kayıp 2,5 trilyon doları bulmuştu. ABD’nin bundan sonra Afganistan ve Irak savaşlarında harcadığı para Senato’nun resmi rakamlarına göre 1,25 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. Amerikalı ekonomistler, ABD’nin içine sürüklendiği ekonomik kriz ve dünyanın en büyük finans kurumlarının -Lehman Brothers gibi- peş peşe iflas etmesinin en temel sebebi olarak 11 Eylül saldırılarını ve sonrasındaki süreci göstermektedirler.
Usame bin Ladin, küresel emperyalizmin, tek kutuplu dünyada küreselleşen kapitalizmden kaynaklandığını biliyor ve savaşını bu ekonomik cephede sürdürüyordu. Onun düşünsel kodlarını ve kapitalizm karşısında alternatif bir dünya kurmanın mümkün olduğu şeklindeki tezlerini Seyyid Kutub’un “İslam’da Sosyal Adalet” isimli kitabı şekillendirmişti.
Siyasi ve usuli çizgisinin şekillenmesinde Abdullah Azzam ve Seyyid Kutub’un başat rol oynadığını biliyoruz. Gençlik yıllarında tıpkı Zevahiri gibi o da İhvan-ı Müslimin ile tanışmış, fakat bir süre sonra, İhvan yerine, Kutub çizgisine yönelmişti.
İşbirlikçi İktidarlara Karşı Ayaklanmaya Çağırdı
Yayınladığı tüm bildirilerinde İslam dünyasını tağuti iktidarlara karşı ayaklanmaya, komiteler kurarak devrimi organize etmeye çağırdı. Bu komitelerde şer’i sorumluların bulunmasını, siyaseti ve stratejiyi bilen kişilerin öncülüğünde hareket edilmesini talep etti. Ulemanın bu esnada halkla beraber hareket etmesini ve bel’amlaşmamalarını öğütledi.
Nihayet şehadetinden kısa bir süre önce ümitle beklediği hareket İslam dünyasında başladığında sevincini gizlemedi. Son açıklamasında Arap dünyasında başlayan devrim hareketlerini takdirle karşıladığını söylüyordu.
“İslam evlatlarının asaleti zuhur etti. Arap ülkelerinde yöneticiler meçhule karıştı. Arşlar ortadan kalktı ve ardından müjde ve seçkinlik belirtileri bulunan bir haber geldi.” diyerek başladığı konuşmasında şöyle söylüyordu:
“Ümmet yüzünü doğudan müjdeleri gelen zaferi gözetlemek için o yöne çevirmişken devrim güneşi batıdan çıkıverdi. Devrim Tunus’tan ışık saçtı ve bu ışık ümmeti sevindirdi, halkların yüzlerini aydınlattı. Yöneticilerin boğazları tıkandı, Yahudiler vaadin yakınlığı korkusundan dehşete düştü. Zorbaların düşmesiyle aşağılanma, boyun eğme, korku ve çekinme düşünceleri de ortadan kalktı. Yerine özgürlük, onur, cesaret, yiğitlik fikirleri ayaklandı. Özgürlük isteğiyle değişim rüzgârları esti. Tunus ilk başarıyı elde eden oldu. Mısır yiğitleri de yıldırım hızıyla Tunus’un özgürlerinden fikir aldı ve Tahrir Meydanı’na yürüdü. Büyük bir devrim başladı. Hem de ne devrim!”
İçimizdeki bazı İslamcıların dahi, ABD ve Batı güdümünde olmakla itham ettikleri devrim hareketlerini, bağnaz, katı ve “aşırı” olarak gördükleri Usame bin Ladin alkışlıyor ve Müslüman halkları yüreklendiriyordu. Yine bazılarının görmek ya da göstermek istediği gibi bu devrimi ortaya çıkartan temel saikin bir “ekmek talebi” olmadığını aksine izzet, zulmü ve tuğyanı reddetme, sarf etme ve verme -fedakârlık- devrimi olduğunu vurguluyordu. Devrimci gençlere şöyle sesleniyordu: “Devriminiz, mustazafların ve mağdurların umududur, onu kimseye harcamayın!”
Vasiyet gibi yaptığı bu kısa konuşmada, kavramlarımızın yerli yerine oturtulması gerektiğine işaret ediyor ve devrimlerin ancak bu şekilde ümmete fayda vereceğini söylüyordu. Bu konuda yaptığı son tavsiye Muhammed Kutub’un “Düzeltilmesi Gereken Kavramlar” isimli eserinin tüm Müslümanlar tarafından dikkatle okunmasıydı.
O ümmete veda ederken sarf ettiği son sözlerinde de düşünce dünyamızın, mefkûremizin ıslahına çalışmaktan geri durmadı. Rabbimiz onu sevdiği ve kıymet verdikleriyle birlikte haşretsin. Son söz olarak, Usame bin Ladin’in son konuşmasındaki duasına tüm ruhumuz ve bedenimizle şahitlik ediyoruz:
Hakkı savunun gerisini önemsemeyin. Zalime karşı hakkı söylemek izzettir, müjdedir. Bu, dünya ve ahiretin kazanç yoludur. İster köle olarak öl! İster hür olarak!
Allah’ım! Dinine zafer kazandırmak için uğraşanlara apaçık bir fetih ihsan eyle. Onlara sabır, istikamet ve yakin nasip eyle. Allah’ım bu ümmete; itaat ehlinin izzetli kılındığı, isyan ehlinin zelil kılındığı, iyiliğin emredildiği ve kötülükten alıkonan bir kurtuluş yolu nasip et. Allah’ım bize dünyada ve ahirette iyilik ver ve bizi ateş azabından koru. Allah’ım zayıflarımızı güçlendir. Parçalanmışlığımızı düzelt, toparla. Allah’ım yerli ve uluslararası zulüm önderlerinin hakkından sen gelirsin, kâfirler kavmine karşı bize yardım et. Son duamız elhamdulillahi rabbi’l âlemin.