Her sure içindeki ayetlerin birbirleriyle irtibatı olduğu gibi bütün sureler de bir makinanın değişik aksamı gibi ahenkli, düzenli ve birbirleriyle ilişkilidirler. Bir ayeti anlama hususunda surenin iç bağlantılar, çerçevesinde sonuca ulaşamazsak, sorunun cevabını diğer surelerde bulabiliriz. Aşağıda bu usule uygun örnekler sıralıyoruz:
Birinci Örnek
Tarık Suresi'nin son ayetinde Rabbimiz Rasulü'ne emreder: "Kafirlere süre ver; rüveyda süresi."
Kur'an mütercimleri, Müzemmil Suresi 11. ayetini "Beni o nimet sahibi yalanlayıcılarla yalnız bırak ve onlara biraz (kalil) mühlet ver" ayetini delil alarak "rüveyda" kelimesini de "az" anlamında almışlardır. Böyle olunca Tarık Suresi 17. ayetinin anlamı: "Kafirlere süre ver, az bir süre (geçici dünya hayatını)" oluyor. Eğer Rabbimiz "az, biraz" anlamını murad etseydi Müzemmil Suresi'nde olduğu gibi "kalil: az" kelimesini kullanır, "rüveyda" kelimesini "az bir süre" anlamıyla kullanmanın gereği de kalmazdı.
"Rüveyda", "irade" ile aynı kökten olup içerisinde "İstemek, dilemek, arzu etmek, azmetmek" anlamlarını taşır. Bu formda sadece Tarık Suresi'nde geçmektedir. Fakat "müraveda" (müfa'ale babında) şeklinde -karşılıklı iki irade, ,steği çağrıştırır- Yusuf Suresi'nde yedi, Kamer Suresi'nde de bir kez kullanılmakta olup hepsi de "naz, işve, kadınca hareket ve düzen" ya da "maşukun iradesine tesir etmek, onu teslim almak için nefsi, şehevi arzular" anlamındadır.
Müravede; zor, icbar, buyurma olmaksızın maşukun duygu ve hislerini cezbetme, muhabbet ve aşkını kazanmadır. Kalp sarayına yumuşaklık, güzellik, zerafet haricinde girilemez. Kamer Suresi 37. ayette Hz. Lut'a gelen beşer suretindeki güzel görünümlü melekleri elde etmeye çalışan Lut kavminin çabası da bu kelimeyle vasfedilmektedir.
Yukarıdaki açıklamalarla birlikte "rüveyda" kelimesi (müravede halindeki türevi gözetildiğinde) "isteme, arzu etme" anlamına gelmekte olup bir taraftan da "yavaş davranma, aheste hareket etmeyi" de barındırmaktadır. Sonuç olarak "mühlet-i rüveyda" öyle bir süredir ki Peygamber yavaş yavaş, tedrici olarak (adım adım) kafirlerin irâdelerini dostluk, lütuf ve sevgi yoluyla kendine çekecek, yani tevhidi hedefi gerçekleştirecektir.
İkinci Örnek
Bakara Suresi, 209. ayette müminler kendilerine bilgi, açık delil geldikten sonra kaymamaları hususunda uyarılmakta: "Eğer size apaçık deliller geldikten sonra kayarsanız biliniz ki Allah aziz ve hakimdir." Burada "kayma"dan kastedilen nedir? Bu kayma ne tür hata ve sapmaları içermektedir?
Dikkat edilirse ayetin maksadı, mefhumu ve kanıtları açıklanmamakta ve bir müslüman gerçekte hangi günahtan sakınması gerektiğini bilmemektedir. Ayet, görüldüğü gibi 'fa' harfiyle bir önceki ayete atfedilmiştir. Ve bir önceki ayette müslümanlara topluca barışa girme, şeytanın adımlarını izlememe hususunda tavsiye bulunmaktadır: "Ey iman edenler, topluca İslam'a/barışa girin, şeytanın adımlarını izlemeyin, çünkü o size apaçık düşmandır." (Bakara, 208)
Yukarıdaki soruların cevabı için, bilgi ve açık delillerden sonra sapmaktan sakındıran benzer ayetlerden yardım istemek zorundayız.
Aşağıdaki ayetler tam olarak "kendilerine apaçık delilleler geldikten sonra" ibaresini içermektedir.
Dört ayetçe kayma konusu, geçmiş ümmetlerde (yahudi ve hristiyanlar) ihtilaf olarak isimlendirilmiştir. Rabbimizin müslümanları sakındırdığı kayma, iş bu ihtilaf ve tefrikadır ki, topluca barışa (Allah'a teslim olmak, müslüman olmak) girdikten sonra şeytanın hareketleri (ayartıcılığı) gözetilmeli, ihtilaf ve görüş ayrılığı eken, kışkırtma ve amellerden sakınılmalıdır.
1- "...Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa (ihtilaf) düştüler..." (Bakara, 213)
2- "Allah dileseydi kendilerine apaçık deliller geldikten sonra onların arkalarından gelenler birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa (ihtilaf) düştüler..." (2/253)
3- "Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa (ihtilaf) düştüler..." (3/19)
4- "Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden anlaşmazlığa (ihtilaf) düştüler..." (25/17)
5- "Kitap verilenler, kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa (tefrika) düştüler." (98/4)
6- "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, ayrılığa düşüp (tefrika) ihtilaf edenler gibi olmayın.." (3/105)
Ehemmiyete haiz bir nokta da Kur'an'da beş defa şeytanın adımlarını izleme açıklanmış olup, bunlardan üçünden maksat toplumun barış ve huzurunu düşmanlık ve emniyetsizliğe çeviren ihtilaflardır. (Diğer ikisi ise Allah'ın rızıklarının helal ve haramlığı ile ilgilidir).
Üçüncü Örnek
Her kim ki, siyasi ve sosyal ilişkilerinde ve kültüründe şirkin hakim olduğu bir toplumda, açıkça tevhidi duyurur ve bu yolda doğru ve sağlam bir şekilde mukavemet ederse, tedricen cüret ve cesaret bulur müşriklerin saldırı ve tehditlerinden doğan korkusu giderilir. Öyle ki, bakışları insanların dünyevi arzularının üzerindedir. Allah'ın rahmet ve mağfiretinden ümitvar olup dünyaperestlerin gam, keder ve üzüntülerinden etkilenmeyeceklerdir. Bu hakikatler, Fussilet suresi 30. ve Ahkaf suresi 13. ayetinde kısa ve öz şekilde beyan edilmiştir:
"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra doğru olanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir." (Ahkaf, 13)
"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra doğru olanların üzerine melekler inen "Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! derler." Fussilet, 30)
Her iki ayetin birinci kısmı birbirine benzerdir. Fakat Ahkaf Suresi'nin 13. ayetinin 2. yarısı, Fussilet'in 30. ayetiyle açıklanmakta, muvahhid insanlardaki hüzün ve korkunun yokluğunun nedeni açıklanmaktadır. Bu açıklamada korku ve hüznün giderilmesi, meleklerin sürekli yardımı, cennetle müjdelemeleri olarak gösterilmektedir. Dikkat edilmesi gereken bir nokta da 2. ayetteki sürekli şimdiki zaman kipinde gelen "tetenezzelü: iner" fiilidir ki, bu tür yardımın kıyamete kadar sürekli olacağını ilan etmekte, muvahhid insanlar müjdelen inektedir.
Dördüncü Örnek
Nahl Suresi, 36. ayet peygamberlerin gönderiliş nedeninin insanları tek olan Allah'a ibadete davet ve tağuttan sakındırma olarak verilmiştir.
"Andolsun biz, her millet için de: 'Allah'a kulluk edin, tağuttan sakının' diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti, onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!" (Nahl, 36)
Yukarıdaki ayet tek Allah'a ibadet ve tağuttan kaçınma yolunu göstermemiştir. Bu tavsiye ve onu uygulama, fikir özgürlüğü ve sözleri dinleyip en güzeline uymaktan başkası değildir. Zümer Suresi 17. ayeti bu durumu izah etmektedir: "Tağuta kulluktan kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı. Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar sağduyu sahipleridir." (Zümer, 17-18)
Bu ayetlerden şu hususlar çıkartılabilir:
1- Tağuta itaat ve ona tapınmanın sonucu sapıklık ve azaptan başka birşey değildir.
2- Tağuta ibadetten sakınma; şahısperestlik ve istibdadın her türlüsüyle mücadele yöntemi, taassubu terketme, fikir esaretinden düşünceyi azad etme ve çeşitli sözleri dinlemedir.
3- Çeşitli sözleri dinleme; beyan ve kalem özgürlüğü olduğunda mümkün olacaktır.
4- İlahi hidayete erenler ve akıl sahipleri (ulu'1-elbab), Kur'an nazarında özgür düşüncelilerdir.
Beşinci örnek
Sad Suresi 37-39 ayetleri bina yapımı, dalgıçlık işlerini yapan Süleyman'ın emrindeki güçlerden ve onların zincirlere bağlı şerlilerinden bahseder. Bu esirleri bağış/ihsan olarak adlandırıyor ve Süleyman, onlara "minnet" etme ya da imsak etme / tutma hususunda serbest bırakılıyor.
"Bu, bizim bağış/ihsanımızdır. Artık dilediğine minnet et veya imsak et dedik." (Sad, 39)
Onlara minnet etmek, ya onları tutmak nedir?
Eğer minnet etmek kötü bir iş ise neden bir peygamber esir halka minnet ediyor? Ek olarak minnet kelimesi neden "imsak"ın karşıtı alarak kullanılmıştır? Eğer bu karşıtlığa dikkat edersek minnet kelimesini anlamak İçin bize yardımcı olabilir, imsak yani gözetletmek, hapsetmek. Örnek: "O kadınları evlerinde tutun (İmsak)." Gözetlemek, hapsetmenin karşılığı özgürlük ve serbestliktir. Şimdi bu sonucu diğer ayetlerin ölçüsüne vuralım. Muhammed suresinde saldırgan kafirlere karşı müminlere şiddetle savaşma ve onlardan esir alma emri verilmekte, esirlerin bağlarını sağlam tutmayı ya fidye karşılığında ya da "minnet" etme hususunda serbest bırakıyor. Burada "minnet" kelimesi "fidye" ile birlikte yer almakta, "kayıtsız şartsız, karşılıksız" anlamına gelmektedir.
"...Ondan sonraya lütfen (minnet) veya fidye karşılığında..." (Muhammed, 4)
Usulen ihsan ve değerli nimettir ki, esir şahsı esirlikten kurtarsın. Genellikle esirlikten kasıt mali ve bedensel tutsaklık ya da hapis ve zindanda olmadır. İsrailoğulları'nın Firavun'un esaretinden minneti ilahi ile özgürlük ve hakimiyetlerine ulaşması gibi: "Biz de istiyoruz ki, o yerde ezilenlere minnet edelim onları önderler yapalım, onları mirasçı kılalım." (Kasas, 5)
Peygamberlerin gönderilişi de zulüm ve cehl çengeline takılı milletlerin istiklal ve özgürlükleri içindir "Allah içlerinden bir Rasul gönderdiğinde müminlere minnet etmiştir." (Al-i İmran, 164)
Aynı şekilde Yusuf'u Mısır azizinin zindanından kurtaran da ilahi minnet İdi; "Ben Yusufum, bu da kardeşim. Allah bize minnet etti dedi" (Yusuf, 90) "Zindandan çıkardığında bana ihsan etmişti." (Yusuf, 100)
Altıncı Örnek
Hacc Suresi, 40. ayet, Bakara suresi 251 ayetleri ilahi düzenin zalim halkı insanlar aracılığıyla defini anlatır. Fakat, her biri İçin diğerinden bağımsız deliller getirir. Hacc suresinde bu noktaya işaret edilir ki, eğer bu düzen olmasa tapınaklar, kiliseler, namazgahlar, mescidler viran olur. Bakara Suresinde ise özellikle bu durumda yeryüzünün fesada uğradığına tekid vardır.
"... Eğer Allah'ın bazı İnsanları diğer bazılarıyla savunması olmasaydı, içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan manastırlar kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı." (Hac, 40)
"... Eğer Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile savması olmasıydı dünya ifsad olurdu." (Bakara, 251)
Yeryüzünün fesadının, içinde Allah'ın adı anılan bu mekanların viran olması anlaşılıyor. Din ve ahlakın olmadığı toplumlarda sorumsuzluk, fısk, fesaddan başka bir şey olmayacağı açıktır.